Yıllar akıp gitmiş Moran’daki çalışma hayatıma “bir daha reklamcılık yapmak mı, tövbe” diyerek nokta koyup, bir süre aylaklık yapmaya karar vermiştim. Ne mümkün, siz plan yapın kader kahkahalarla gülsün. Kitabımı alıp deniz kenarında oturup okuma hayallerim, babamın eski iş arkadaşlarından birinden gelen telefonla uçup gidiverdi. “Maliyet Muhasebesi” bölümüne yardımcı bir eleman aranıyor konulu sohbetin başımı yakacağını anlamıştım ama ne boyutta olacağını kestirememiştim. Bir kaç gün sonra Philips fabrikasının (şimdi yerinde yeller bile esemiyor çünkü Metrocity var) en üst katında merdivenleri çıkar çıkmaz hemen karşıma gelen geniş, aydınlık ve bitkilerle dolu bir odada Adnan Bey ile görüşmeye gittim. Burnu havada Prenses Sara, “benim burada ne işim var” dercesine huzursuz bir şekilde sandalyenin ucuna oturup, güleryüzle kendisine nasıl bir kariyer planı çizmeyi düşündüğünü soran cin bakışlı adama “aslında ben burada çalışmayı pek de düşünmüyorum” deyivermişti benim yerime. Uzunca bir sohbetten sonra, maaşın cazibesi ile, kısa bir süre denemeye karar vermiş olarak kapıdan çıkıyordum. Bu “maliyet muhasebesi de ne ola ki” diye kendi kendime söylenerek bir kaç gün sonra işe başladım. İlk gün izlenimim yaş ortalaması 45 olan bir bölümde 22 yaşında bir hiperaktif ne halt eder acaba idi. Allahtan bir kaç gün sonra, o sıralarda Almanya’daki ailesine ziyarete gitmiş olan sevgili dost Erdoğan Demir ve aile büyüğü birinin hastalığı nedeniyle izin kullanan, daha sonra Adnan Bey’in yerine muhasebe müdürümüz olacak olan sevgili Işık Cin ortaya çıktılar. Ama asıl eğlence sevgili Jale Polat’ın işe alınmasıyla başladı. Maliyet muhasebesi kavramı zaten zor, bir de üstüne Hollanda usulü Philips tarzı maliyet muhasebesi çal çal oyna bir sistemdi. Doğruya doğru rakamlardan nefret eden ben, her günü rakamlarla geçirmeye başlamıştım. Günler geçtikçe yaşı bizden büyük iş arkadaşlarımın aslında hınzır ve esprili yetişkinler olduğunu gördükçe işimi de daha keyifle yapmaya başlamıştım. Philips fabrikası o günlerde renkli televizyon yapımıyla piyasa lideriydi, henüz Sabancı ortaklığı ufukta değildi. Fabrikayı gezmek, bölümleri tanımak uzun zaman sürmedi. Hemen her bölümden keyifli dostlar edinmiştim. Gümüşsuyu’nda bulunan Genel Müdürlük, İzmit’te bulunan ampul bölümleriyle koordineli çalışıyorduk. Maliyet Muhasebesi ve resmi Muhasebe ekipleri arasında tatlı bir çekişme vardı. Bu çekişme öğle tatillerinde düzenlenen pis yedili turnuvalarında daha çok ortaya çıkıyordu. Bir süre sonra işleri abartıp Avrupa Kupası maçlarının TV den yayınlandığı günler gol toto oynamaya başlamıştık. Acemi şansım tutuyor ve sırt numarası 18, 15, 22 olan oyuncular ilk golü atıyor ben kasadaki tüm parayı alıyordum. Reklam ajansının renkliliğine karşın durağan, ama maddi yönden de bir o kadar rahat günler geçiriyordum. Memurlar sendikalı olamıyordu fakat sendikalılara tanınan yasal haklar, bizlere de aynen uygulanıyordu. Bu nedenle ay sonlarında yapılan depo sayımları, zul geleceğine keşke her pazar olsa diyorduk, çünkü saat ücretinin 4 katını mesai ücreti olarak almak pek hoş bir duyguydu. Tabii içimdeki uslanmaz reklamcı rahat durmuyor, Rasin Baba’yı arayıp gazete, TRT tarifelerindeki ve protokol listelerindeki değişiklikleri mutlaka benimle paylaşmasını istiyordum, ne işime yarayacaksa derken, ileriki yıllarda tekrar sektöre döndüğümde kendimi güncellemem hiç de zor olmamıştı. Hollanda’daki ana firma, yılda iki kez hesapların tarafsız bir firma tarafından denetlenmesini isterdi. Arthur Andersen adını ilk kez o zaman duymuş, “audit” yapan kişiler neye benzer ve ne iş yapar o zaman öğrenmiştim. Daha sonraki yıllarda, devletin ve özel sektörün en önemli konumlarına gelen Şaban Erdikler, Bülent Şenver gibi islmlerle birlikte çalışmak çok keyifli idi. Hollanda muhasebesini anlamaya çalışırlarken takıldıkça, onları izlemek haince bir keyif verirdi hepimize.
“Bana beyaz bir TIR bulun”…
Brian Sanderson… Moran’ın kreatif direktörüydü, tanıdığım en yaratıcı ve en çılgın adamlardan biriydi. Reklam filmlerinin çekim öncesi çalışmaları en heyecanlı ve telaşlı günlerdi. Filmde rol alacak oyuncuların seçiminden, sette kullanılacak malzemelere kadar bir sürü madde sıralanırdı yapılacak işler listelerinde. “Bana beyaz bir TIR gerekiyor” bunu söylediği gün odaya fil girmiş gibi olmuştu. Yıl 1976, memleketteki TIR sayısı sınırlıyken beyaz olanını nerede bulacağız. Üzerine de beyaz bir piyano ve 6 kişilik New Orleans tarzı giysili müzisyenler istermiş. Brian’ın beyaz takıntısı hemen hemen hepimizi çileden çıkaracak noktalara getirmiştir zaman zaman. Hatta kendi adıma, gördüğüm objelerin beyazı da var mıdır acaba diye düşünmeye başlamıştım. Bir başka gün kırmızı spor araba, önünde de kartal resmi olsun diye tutturur. Bulundu hepsi, filmlerde de kullanıldı. TIR’ını beyaza boyadığımız zarif beyefendi sanırım bizlere acıdığından dava filan açmamıştı. Çekim ekibinin tümü ve görüntü yönetmenleri olarak genellikle yerli isimlerle çalışılırdı. Yabancı prodüksyonlu filmlerde ise sevgili Cengiz Tacer, Paris’ten gelir kamera arkasına geçerdi. O günlerin en çok film çeken ajanslarından biriydik. TRT’nin bir filmi uzun süre gösterilmesini uygun bulmadığı zamanlardı. TRT o günlerde daha da sinir bozucu bir kurumdu. Tekeldi çünkü. Hele sansür kurulu, dağlara taşlara bir durumdaydı. O günlerde en büyüğü 61 ekran olan TV lerde izlenecek filmlerin sansür kontrolleri, Ankara Arı Sineması’nın dev perdesi gibi bir perdede izlenerek yapılıyordu. Böylece ufacık bir falso bile deve dönüşüyordu. Rahmetli Rasin Baba (Yenen) zaten asabi bir adamdı, TRT temsilcimiz ile konuşurken yakınında olmamak için hepimiz çeşitli bahaneler bulurduk. Zıvanadan çıkarırlardı adamcağızı. En traji komik anımız Ambre Solaire güneş yağı için büyük prodüksyonlarla ve tabii yabancı modelle çekilen filmin Ankara’dan red yemesiydi. Sebep mi? Modelimizin pübik tüyleri görünüyormuş. Düşünün kelli felli adamların, Türkiye’nin en büyük ekranında üstelik de kare kare dondurarak izledikleri filmde buldukları sakınca buydu. Rasin Baba’nın bayramlık ağzı açılmış, kapağı açılmadık bütün küfürleri etmişti. Haklıydı. Bikini giyecek bir modelin pübik tüylerinin görünmesi teknik olarak mümkün değildir. Kaldı ki Brian gibi bir çılgın yönetirken öyle bir model olamazdı zaten. Neyse tabii, hemen film geri getirtildi, bir iki montajla geri yollandı. Ne zaman Ambre Solaire ambalajı görsem o günler aklıma geliyor.
Moran yılları
1975 yılının 15 eylül günü adım attığım, 33 yıllık iş hayatımın başlangıç noktası. “Format atmak” cümlesi insanlar için de kullanılsaydı ilk formatım Moran’da atıldı derdim. Orada tanıdığım, birlikte çalışma şansı bulduğum ne çok kahraman vardı. Her birinin ayrı ayrı etkileri ve katkıları oldu bana. Yıllar içinde gelişen çalışma disiplinimin temellerinde rahmetli Aydın Arakon’un, rahmetli Ali Pasiner’in, sevgili Brian Sanderson’un, sevgili Lotte Spichiger’in tartışılmaz katkıları vardır. Reklam ajanslarında, diğer iş yerlerine göre çok daha hoşgörülü ve rahat bir ortam vardır. Bu keyfi sulandırmadan nasıl verimli kılınır, hep onlardan aldığım derslerle öğrendim. Türkçeyi doğru konuşmak ve yazmak konusundaki takıntım, biraz da metin yazarlarımız sevgili Nur Ander’den, sevgili Ayla Seyhan’dan alışkanlıktır. Müşteri ilişklerindeki ince çizgileri, olurları olmazları, sevgili Edna Veissid ve 9 Haziran 1981’de Cenevre’de konsoloslukta çalışırken hain bir suikastle şehit edilen, rahmetli Mehmet Yerguz’dan öğrendim. Ajans içindeki çılgın trafiğin denetlenmesi, kazalar olmadan işlerin çıkarılabilmesi konusundaki başarılarımda ise sevgili Sema Yegül ve sevgili Sevinç Korutürk’ün büyük katkısı vardır. Bütçe hazırlamak, medya planı yapmak, TRT ile ilişkiler, yapılan hizmetleri faturalamak gibi can alıcı incelikleri ise rahmetli Rasin Baba(Yenen) ve sevgili Işık Akan ağabeyden öğrendim. Teoman Şakar ve İnci Hanım araştırma nedir, neden mecra takibi yapılmalıdır ve neden bir ajans için bu çalışmalar önemlidiri anlamama yardımcı oldular. Tabii fotoğrafçılığa merak sarmama neden olanlar da Galip ve Şükran çiftidir.
Moran’dan ayrıldığımda bana hata ettiğimi söyledi yakınlarım. Ama ben Moran’daki eğitimimi tamamladığımı düşünüyordum, hem de terör olayları nedeniyle kesintiye uğrayan üniversite hayatımı sürdürmek istiyordum. “İnsanoğlu plan yapar kader kahkahalarla güler” derler. Ne kadar doğru. Tam bu arada, babamın daha önce görev yaptığı Philips fabrikasında, Hollanda sistemiyle maliyet muhasebesi konusunda yetiştirecekleri genç birini arıyorlardı. Anne ve babama göre, reklamcılık vakti saati belli olmayan bir iş olduğundan “doğru dürüst” bir meslek edinmem konusundaki israrlarını kırmadım ve görüşmeye gittim. Görüşmem bittiğinde, başka neler yapabilirimi keşfetmek istediğime karar vermiştim. Bu da daha sonraki bir yazının konusu olsun…