:::: MENU ::::
Posts tagged with: Atatürk

Hayber Geçidi Ortasında “Atatürk” Çığlıkları

ataturk-10-kasim

Yaşadığımız topraklarda olan bitenler; artan gerginlikler, haksızlıklar, felaketler; gri ve soğuk havanın da etkisiyle daha iç karartıcı oluyor. Bir arkadaşımın aldığı, Bütün Dünya dergisinin 1 ocak 2012 sayısına bakınırken, 73.sayfada sağ altta yer alan bir yazıya gözüm ilişti.
Hakimiyeti Milliye Gazetesi 8 mart 1929 tarihli bir yazının köşesinde Mareşal Gazi Mustafa Kemal imzalı bir bölüm vardı.

“Beni inkar edeceksiniz…Hatta büştanla (iftirayla) yad edeceksiniz. Hint’e, Yemen’e ve Mısır’a giden fikirlerim, orada filizlenerek gelip sizi boğacaktır.”

Çok etkiledi beni bu satırlar, ne kadar ileri görüşlü, nasıl müthiş bir öndermiş derken, bir süre önce bana eski bir yazısını okutan değerli dost Poyraz Savcı ile konuştuklarımız ve o yazı geldi aklıma. Sizerle paylaşmanın tam sırası. Okuyun ve bir kez daha, hangi ülkede yaşadığınızı, aile büyüklerinizi, ne şartlarla başarılan ve bizlere tepside sunulan bu özgürlüğü nelere feda edebildiğinizi düşünün.

HAYBER’DE TÜRK OLMANIN VERDİĞİ GURUR

Atatürk karşıtı yazıları, yorumları, İnternet sitelerini ve eylemleri okuyup izledikçe, içimde bu büyük Adamın düşmanı olan aymazlara karşı uzun süredir yuvalanmış olan kızgınlık ve hırs doldukça doluyor ve patlamasından korkuyorum. Atatürk’ü bu denli yok sayma, genç nesilleri O’ndan tamamen uzaklaştırma çabaları artık ciddi birer kampanyaya dönüştü. Bu girişime ne yapıp edip engel olmak, bir borç olmaktan öte, hepimizin yaşam nedeni olmalıdır. Atatürk karşıtlarının eylemleri, düşünceleri, haince ve gaddarca saldırıları bana hep bundan 24 yıl öncesini, üstelik uygarlıktan hiçbir şekilde nasibini almamış, harita üzerinde toplu iğnenin ucuyla bile gösterilemeyecek ücra bir dünya köşesini anımsatıyor ve inanın abartmıyorum, her defasında gözlerim doluyor, tüylerim ürperiyor. Paylaşacağım bu olağanüstü konu, yeryüzündeki tüm Atatürk karşıtlarına, tabii işin önemini algılayabilenlere ithaf olunur…

Tarih kitaplarından bildiğimiz, Pakistan ile Afganistan’ı birbirinden son derece katı bir biçimde ayıran, Büyük İskender’in Hindistan’a geçmek için zorlandığı, geçtikten sonra da İndus ovasında telef olan ordusu yüzünden doğu seferine pes etmesine neden olan, İngilizlerin de Afganistan’a egemen olmalarını engelleyen, Karakurum Dağları’nın arasındaki o ünlü Hayber Geçidi’ne Pakistan’da görev yaptığım 4 yıl içersinde defalarca gitme olanağını buldum. İslamabad’daki Büyükelçilikte Basın Ataşesi olarak görevliyken, gelen kişisel ziyaretçilerimizle, basın mensubu dostlarımızla, İslamabad’daki arkadaşlarımızla bu ünlü geçitten geçip, Pakistan-Afganistan sınır kapısı olan Torkham’ı ziyaret ettik. Ancak, burada anlatacağım ne Hayber Geçidi’nin tarihçesi ve doğal yapısı, ne de Torkham adlı ufacık sınır köyündeki insanı hayrete düşüren sıra dışı yaşam biçimi. Hayber Geçidi’ne ulaşmak için içinden geçmek zorunda olduğunuz ve gerek Merkezi, gerekse Federal hükümetlerce “can güvenliğinizin” olmadığının büyük panolarda hatırlatıldığı “Aşiret Bölgesi”nde yaşadığımız ve bu satırları yazarken bile heyecanlanmama, ürpermeme neden olan ilginç bir anektodu paylaşmak istiyorum. Defalarca karayolundan geçtiğimiz Hayber Geçidi’ni bu kez Kraliçe Victoria devrinden kalma tarihi trenle geçerken yaşadığımız bir anektod. Herşeye rağmen, olayın tam olarak yansıtılması açısından, kısa da olsa Geçide, Aşiret Bölgesine ve söz konusu trenin özelliklerine biraz değinmek istiyorum.

Hayber, Karakurum Dağları’nın Peşaver Ovasına doğru uzanan, son derece sarp, çorak ve yüksek bölümünde yer alan bir geçit. Pakistan’ın 4 eyaletinden, kısaca NWFP olarak anılan Kuzeybatı Sınır Vilayeti’nin (North West Frontier Province) başkenti Peşaver ile Afganistan sınırında bulunan Torkham köyü, çok dar, müthiş virajlı ve aynı zamanda tehlikeli 70 kilometrelik bir karayolu ile bağlanıyor. Peşaver’den, Geçidin başladığı noktaya kadar kat edilen düz alan ise, devlet kontrolünün kesinlikle olmadığı, Eyalet Hükümeti ile bölgede yerleşik 16 aşiret arasındaki her türlü ilişkinin “Politik Ajan” adı verilen ve yine özellikle bu aşiretlerin en güçlü olanlarından tayin edilen kişilerce yürütüldüğü, afyon üretiminin çok yaygın ve eroine dönüştürme işleminin “motorize laboratuvarlarda” yapıldığı, her türlü, ama kelimenin tam anlamıyla “her türlü” silah üretim ve kaçakçılığının yapıldığı bir bölgedir. Aslında aşiret bölgesi, NWFP’den, güneyde Quetta’nın merkezi olduğu Belucistan’a kadar olan muazzam geniş bir alana yayılıyor. Peşaver kent sınırlarını terk edip aşiret bölgesine girerken, gerek karayolu üzerinde, gerekse tren hattı kenarında büyük ve çarpıcı tabelalar yer alıyor. Bunların üzerinde, yolculuk yapan yerli halk ve turistlerin net bir şekilde uyarıldıkları, Urduca, İngilizce, Almanca ve Fransızca yazılar bulunuyor. Tabelalarda kısaca; “Pakistan Federal Hükümeti ve NWFP Eyalet Hükümeti, bulunduğunuz karayolunun sağ ve solunda yer alan 50’şer metrelik bölgenin dışına çıkmanız halinde can ve mal güvenliğinizden kesin olarak sorumlu değildir” yazıyor. Bu bölgede çok sık aşiretler arası çatışmalara da rastlanıyor. Bir keresinde Peşaver’den güneye, bir Pakistanlı dostumuzun oğlunun yöresel düğün töreni için Quetta’ya giderken, içinden geçmek zorunda olduğumuz Darra adlı küçük bir köyde mola verdiğimizde böylesine bir olaya, çok küçük çaplı da olsa bir aşiret savaşına tanık olmuş, bir dükkanın içine sığınmıştık. Bu çatışmalarda kalaşnikof’lar ağırlıkta olmak üzere akla gelebilecek her türlü silah kullanılıyor.
Peşaver-Torkham seferini haftada 4 gün yapan tarihi tren ise toplam 6 vagondan oluşuyor ve vagonlarında herhangi bir sınıf farkı da bulunmuyor. Treni önden bir lokomotif çekerken, bir diğeri de arkadan itiyor. Bunun nedeni ise; Geçidin büyük bir bölümünde yolun uzunlamasına yükselerek zigzag çizimesi. Lokomotiflerden birisi her koşulda çekicilik görevi yapıyor. Trene Peşaver’de binenler belirli bir ücret ödüyor, ancak aşiret bölgesinden önceki son istasyon olan Jamrud’da tamamen aşiret halkı yolculara katılıyor ve hiçbir ücret ödemiyor. Tren Jamrud’dan hareket etmeden önce tüm kapıları zincirlerle kilitleniyor ve kalaşnikoflu toplam 25 “Tren Muhafızı” güvenliği sağlamak üzere vagonların stratejik noktalarında yerlerini alıyor.
Şimdi gelelim yaşam boyu unutamayacağım, duygu sellerinde boğulmama ve özbeöz Türk olup da 21’inci yüzyılın Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşamakta olan Atatürk karşıtlarına ve düşmanlarına kızmama, hırslanmama ve sinirlenmeme neden olan olaya…
Hayber Geçidi’nin Ortasında “Atatürk Çığlıkları”
1982 yılının Muson yağmurları sonrası müthiş sıcak ve rutubetli bir Ağustos gününde, sabahın çok erken saatlerinde İslamabad’dan iki otomobille yola koyulduk. Öndeki otomobilde ben, eşim ve daha üç yaşındaki oğlumuz, arkadaki otomobilde ise Büyükelçiliğin Müstesarı ve eşi, İndus Nehrini geçerek Peşaver’e, saat 9’da hareket edecek olan Hayber Ekspresine gidiyorduk. İslamabad-Peşaver arasında “Grand Trunk Road” olarak bilinen ve rengarenk, dev gibi kamyonlarla tepeleme yolcu dolu otobüslerin ağırlıkta olduğu yolu kat edip Peşaver Gar’ına vardık. Otomobilleri park ettikten sonra, dönüşü yine aynı trenle yapmak istemediğimizden, bir taksi ile anlaştık ve bizi Afgan sınırındaki Torkham tren istasyonundan almasını söyleyerek, trendeki yerimizi aldık. Vagonun bir tarafında koridor, diğer tarafında da karşılıklı olarak oturulan ve bir sırada toplam 10 kişinin oturabildiği tahta banklar vardı. Cam kenarına, yöresel adetlere saygı nedeniyle başörtüsü takmış olan eşlerimiz yerleşti. Peşaver’den, Hayber Geçidi’ni kat ederek Torkham’a doğru 3 saat sürecek yolculuk için hareket ederken tren oldukça tenhaydı. Müsteşarın yanına orta yaşlı bir Peşaver’li, benim yanıma da genç bir Lahor’lu oturdu. Burada bir parantez açıp, çok önemli bir noktanın altını çizmem gerekiyor: “Pathan” adı verilen cesur, ilkelerine son derece bağlı ve savaşçı bir yapıları olan ve Afganistan’da da uzantıları bulunan yerel Eyalet halkı, başta Karaçi’nin merkezi olduğu Sind ile, Lahor’un merkez olduğu Pencap eyaletleri halkını hiç sevmez ve geçinemezler. Daha da kuzeye, Çin sınırına gittikçe bu durum daha da ciddileşir ve güneyde yaşayanlara “Pakistanlı” derler. Bir diğer önemli nokta ise, “Pathan”ların çok daha açık, beyaz bir tene sahip olmaları, Sind ve Pencap’lıların ise daha koyu olmaları, dolayısıyla belirgin bir farkla kimin nereden olduğunun kolayca anlaşılabilmesidir. Aşağıdaki bölümde, bu ayrıntıya girme nedenim daha iyi anlaşılacaktır.
Peşaver ile aşiret bölgesi girişi olan Jamrud istasyonu arasındaki yaklaşık 35 dakikalık yolculuk oldukça sakin ve yanımızda oturanlarla sohbet ederek geçti. Lahorlu dostumuz Türk olmamızdan çok, Amerika ve dünya politikaları hakkındaki düşüncelerimizle ilgileniyordu. Tren Jamrud istasyonunda durduğunda platformda inanılmaz bir yolcu kalabalığı ile karşılaştık. Vagonlar bir anda tıka basa dolmaya başladı. Sıra bizim oturduğumuz bölüme geldiğinde ise çok ilginç bir gelişme oldu. Yaşları 40-50 arasında değişen 5 kişi geldi ve Lahorluyu kelimenin tam anlamıyla terörize ederek oturduğu yerden kaçırdılar ve yanımıza yerleştiler. Yükünü fazlasıyla alan tren tekrar hareket ettiğinde biz de kendi aramızda konuşuyor, bir yandan vagonda değişen ortamı değerlendirirken, diğer yandan da güzergah üzerinde yer alan çeşitli aşiretlere ait, yüksek duvarlarla çevrili büyük yerleşimleri inceliyor ve fotoğraf çekiyorduk. Bir aşirete bağlı oldukları belli olan solumdaki gruptan bana en yakın oturan yolcu bir süre sonra, konuştuğumuz dil ve renklerimizden etkilenmiş olmalı ki sohbete başladı. Bir anda iletişim kurmanın çok zor olacağını anladım, çünkü yöresel dili kullandığı gibi, İngilizcesi de çok azdı. Çat pat birbirimize bir şeyler anlatmaya çalışırken, cebinden çıkarttığı enfiye kutusu biçimindeki kutudan bana ve tam karşımda oturan Müsteşara ikramda bulundu. İkram ettiği, daha önce de çok karşılaştığımız, uyuşturucu etkisi fazla olan ve alt kıtada yaygın görülen bir ağaçtan elde edilen bir tozdu. Pakistan’ın hemen her yerinde “Pan” adını verdikleri, aynı ağacın yaprağına çeşitli baharatlar da katarak, üstelik ağaç kabuğunun sulandırılmış sıvısını da sürerek ağızlarında uzun bir süre çiğnedikten sonra, yere tükürdükleri bu keyif verici madde çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Ülkeye ilk gittiğimde yollardaki öbek öbek kırmızı lekelerden oldukça etkilenmiş, durumu öğrenene kadar aklıma çok daha başka şeyler gelmişti. Teşekkür ederek ikramı kabul etmedik. Sessiz iletişimle geçen bir süre sonra solumda oturan yol arkadaşımız, cebinden çıkarttığı bir başka kutudaki tütünü kağıda sardı ve içine, kırdığı esrar parçalarını koyup yaktı, ilk nefesi çekerek bana uzattı. Benim nazikçe teşekkür ederek reddetmem üzerine bu kez Müsteşara ikramda bulundu ve onun da reddetmesi üzerine aralarında hararetli bir değerlendirmeye giriştiler. Konuşulanlar arasında yakalayabildiğim bazı tümceler; Amerikalı, Alman, İngiliz, İranlı idi. Kısaca, bizim hangi ülkeden olduğumuz tartışılıyordu. Solumdaki dostumuz, aralarındaki tartışmayı bir başka ikram girişimiyle çözmeye karar vermişti. Bu kez ikram ettiği ise, yanındaki arkadaşından aldığı kutu içindeki ham afyondu. Yolculuk 2 saat yerine 12 saat olsaydı, eminim yeryüzündeki her tür uyuşturucu ile tanışabilirdik. Bu son ikramı da reddedince, bu kez karşı çaprazımda, Müsteşarın sağında oturan yaşlıca yolcu, bozuk İngilizcesi ile “Amerikalı mısınız?” dedi. Hemen ardından da peş peşe sormaya başladı: Alman, Fransız, İranlı ve son olarak da Yunanlı. Hepsine olumsuz yanıtı alan dostumuz, “Peki siz hangi ülkedensiniz ki tüm ikramları reddediyorsunuz böyle?” diye sordu. Herhalde daha önce yolculuk yaptıkları yabancılar ikram edilen maddeleri fazlasıyla kabul ediyorlardı diye düşündüm ve “Türküz, Türkiye’deniz” dedim. 50-55 yaşlarında olduğunu sandığım kişi gözünü benden ayırmadan; “Siz Türk müsünüz gerçekten?” dedi ve evet yanıtıyla birlikte ayağa kalktı. Yüksek bir sesle, yaklaşık 100-130 kişi olduğunu tahmin ettiğim tüm vagonun duyacağı bir tonla ve yerel dille; “Bunlar Türk, Atatürk’ün çocukları” dedi ve önce Müsteşara, sonra da bana sarılarak kucakladı, öpmeye başladı. Yaşamakta olduğum durumun hassasiyeti ve içine bilinçsizce düştüğüm duygu selinden olsa gerek, bir başka gelişmeyi fark etmem uzun sürdü. Vagonda bulunan ve yaşları 45’in üzerinde olan ne kadar erkek varsa olduğumuz yere geliyor ve önce “Atatürk” ve sonra da “Türk” çığlıklarıyla bizleri kucaklıyordu. Bir ara Müsteşarla göz göze geldik ve hemen bakışlarımız kilitlendi, çünkü ikimiz de gözyaşı seline boğulmuştuk. Gözyaşlarımız bir üzüntü, acı veya istenmeyen bir durum nedeniyle akmıyordu doğal olarak. Müthiş bir gurur, olağanüstü bir duygu tüm benliğimizi kaplamıştı. Eşlerimizin durumu da bizden farklı değildi, hüngür hüngür ağlıyorlardı.
Karşımdaki adam cebinden çıkardığı bir bezle yanaklarımdan akmakta olan yaşları siliyor ve bana İngilizce olarak şunu söylüyordu: “Siz Türkler dünyanın en şanslı, en gururlu insanlarısınız. Atatürk sizlere öyle bir ülke bıraktı ki, o ülkenin bir ferdi olmak için neyim varsa feda ederdim. En önemli ve göğsünüzü gererek tüm dünyaya haykırmanız gereken özelliğiniz de ‘Bağımsızlığınız’. Atatürk çocukları olarak sizi bağrıma basmaktan büyük bir onur duyuyorum, ne mutlu size”…

İşte bu son cümle tüm benliğime öylesine işledi ki, 1982 yılının, Muson yağmurları sonrası müthiş sıcak ve rutubetli o Ağustos gününde çılgınca zamanın durmasını istedim…

Poyraz SAVCI  İstanbul, 11 Aralık 2006


29 Ekim Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun

29 Ekim 2011. Cumhuriyetin ilanından bu yana 88 yıl geçmiş. Fikri ve vicdanı hür vatandaşlar olarak yaşamamızı sağlayan Atatürk ve silah arkadaşlarına; kimsenin kölesi olmadan yaşayabilmemiz için kendilerini siper eden gazilere ve şehitlerimize teşekkür ederiz. Kutlama yapmak için kimsenin iznine ve icazetine ihtiyacımız yok. Emperyalist devletlerin kuyruk acıları nedeniyle silip yok etmeye çalıştıkları bu zaferi; millet olmayı ümmet olmaya tercih edenlere inat, her zamankinden daha coşkuyla kutlayacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın. Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun.


Bir gün…

Bir gün; bu memleketin yanağına öpücük, başucuna bir not bırakıp gideceğim. “Öyle güzel uyuyordun ki uyandırmaya kıyamadım”.
Aziz Nesin

Tam vaktinde bu cümleyi hatırlatan, sevgili dostum Rengin Serdaroğlu’na teşekkür ederim.

Güncelleme:  Bu harika görseli benimle paylaşan zarif hanımefendi, değerli dost Ayhan Bayırcıklı’ya teşekkür ederim.


“Kadınkırım” hayaldi gerçek oldu, sayelerinde

2002 yılında cinayetlerle katledilen kadınların sayısı 66 iken, 2007 yılında bu sayının katlanarak arttığını ve 1077’ye yükseldiğini görüyoruz. 2009 yılının ilk yedi ayında ise 953 kadın katledilmiş. 2010 yılında ise, 337 kadın en acımasız işkencelerle, kafaları baltayla, testereyle kesilerek, diri diri toprağa gömülerek,yakılarak, kurşunlanarak çok basit nedenlerle erkekler tarafından katledilmiş. Devlet ise dayak yediği, işkence gördüğü, ölümle tehtit edildiği için polise defalarca şikayette bulunan kadınları korumayarak kadın cinayetlerini meşrulaştırıyor.
2010 yılında Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nce 24 bin 48 hane ziyareti ve 12 binden fazla kadınla yüz yüze görüşmelerle gerçekleştirilen bir araştırma sonucuna göre;
-Türkiye’de kadınların yüzde 41.9’u fiziksel ve cinsel şiddete uğruyor.
-Yüzde 49.9’la en fazla şiddete maruz kalan kadınlar ‘düşük gelir’ grubunda. Orta gelir durumunda bu oran yüzde 41.8, ‘yüksek gelir düzeyin’de de yüzde 28.7.‘-Çalışan’ kadınların yüzde 44.1’i, çalışmayanların yüzde 41.1’i şiddet mağduru.
-Eğitimsiz kadınların yüzde 55.8’i, lise ve üzeri eğitim alan kadınların yüzde 27.2’si şiddet mağduru.-En az bir kez gebe kalmış her 10 kadından biri gebeliği sırasında şiddet yaşıyor.
-Kadınların yüzde 57.6’sı, üç veya daha fazla kez yaralandığını söylüyor.
-Erkeklerin ‘işten çıkmaya neden olma veya çalışmaya engel olma’ oranı düşük gelir seviyesindeki kadınlarda yüzde 21.5 iken, yüksek gelir düzeyindeki kadınlarda neredeyse aynı: Yüzde 21.2.
-Yaşadığı şiddetini kimseye anlatmayan kadın oranı yüzde 48.5. Düşük gelir düzeyinde bu oran yüzde 54.1, yüksek gelir düzeyindeyse yüzde 37.5.
-Şiddet yaşamış kadınların yüzde 33.7’si ‘hayatına son vermeyi düşündüğünü’ söylüyor. Düşük ve yüksek gelir grubunda bu fikri aklından geçiren kadın oranı aynı, yani yüzde 34.6.Şiddet görenlerin yüzde 12.4’ü intiharı denemiş. Düşük gelir düzeyinde bu oran 12.4 iken, yüksek gelir düzeyinde yüzde 11
-Ülkemizde kadınların %25 i fiziksel şiddete uğruyor.
-Cinayet sonucu ölen kadınların %70 inin katili kocası
-Her 4 kız çocuktan biri cinsel şiddete uğruyor
-5-10 yaş arası çocuklar ensest mağduru
-Cinsel saldırganların %75 i akraba ve tanıdık
-Ensest faillerinin %50 si öz baba, amca, enişte, ağabey ve hatta dede
-Acil yardım hattını arayan kadınların %57 si fiziksel şiddet, %46.9’u cinsel şiddet, %14.6’sı ensest ve %6’sı tecavüz mağduru.

Utanç verici rakamlar bunlar, yürek burkan rakamlar. Hayaldi gerçek oldu, tam da dedikleri gibi. 2002 den bu yana “Kadınkırım” hızla devam ediyor, farkında mısınız? Bu yazıyı yazmama sebep bir gazete haberidir. Boşanmak istediği kocasının defalarca saldırısına uğramasına, polisten korunma istemesine rağmen sonunda boşvermişliğin kurbanı oldu. Cibiliyetsiz katillere, hırsızlara koruma tahsis eden polisler, bir kadının canını korumayı zul saydılar. Olan bitene göz yummaya, suç ortağı olmaya devam mı edeceksiniz? 12 hazirana kadar iyice düşünün ve kararınızı verirken, bu kez eliniz yüreğinizde, yüreğinizde de gerçekten Allah korkusu olsun.


Atatürk ve gençlik

“Muhterem Gençler, hayat mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta yalnız iki şey vardır. Kazanmak, yenilmek. Size, Türk Gençliği’ne terk edip bıraktığımız vicdani emanet, yalnız ve daima kazanmaktır ve eminim daima kazanacaksınız. Milleti yükseltmek için yapılacak şeylerde, atılacak adımlarda kesinlikle tereddüt etmeyin. Milleti yükseltmek için dikilecek engellere hep birlikte engel olacağız. Bunun için beyinlerinize, irfanlarınıza, bilgilerinize, gerekirse bileklerinize, pazularınıza, bacaklarınıza başvuracak, fakat sonuçta mutlaka ve mutlaka o amaca varacağız… Bu millet, sizin gibi evlatlarıyla layık olduğu olgunluk derecesini bulacaktır.” Mustafa Kemal Atatürk

(1923,Tarsus) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 137)

Kaynak


23 Nisan’da Bu Blog Çocukların

23 Nisan’da blogumun konuğu 8 yaşındaki Deniz. Sizlerle, UNICEF yararına Roche tarafından düzenlenen ‘Geleceğin Yıldızı Sensin! Ne Olmak İstersin?” resim yarışmasına katıldığı resmini paylaşıyor. Yolun açık, bayramın kutlu olsun genç yetenek


Ve ben sustum… And I did not speak out…

Önce Geldiler…

Önce Komünistler için geldiler
Ve ben sustum
Çünkü Komünist değildim
Sonra sendikacılar için geldiler
Ve ben sustum
Çünkü ben sendikacı değildim
Sonra Yahudiler için geldiler
Ve ben sustum
Çünkü Yahudi değildim
Sonra benim için geldiler
Ve benim için konuşacak
Kimse kalmamıştı.

Martin Niemöller

First They came…

First they came for the communists.
and I didn’t speak out
because I wasn’t a communist.
Then they came for the trade unionists,
and I didn’t speak out
because I wasn’t a trade unionist.
Then they came for the Jews,
and I didn’t speak out
because I wasn’t a Jew.
Then they came for me
and there was no one left to speak out for me.

Martin Niemöller

Fotograf :  https://encyclopedia.ushmm.org/content/en/article/martin-niemoeller-first-they-came-for-the-socialists


10 Kasım

Atatürk’ü yok sayanlara, adını ve yaptıklarının izlerini silmeye çalışanlara inat, sözlerini ve öğrettiklerini paylaşmaya devam.

“Büyük olmak için hiç kimseye dalkavukluk etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın.

Memleket için gerçek ülkü ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin.

Herkes sana karşı çıkacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır, fakat sen buna dayanıklı olacaksın, önüne sonu gelmeyen engeller çıkacaktır.

Kendini büyük değil; küçük, zayıf, kimsesiz ve araçsız kabul edecek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanmış olarak bu engelleri aşacaksın.

Bundan sonra da sana “BÜYÜKSÜN” derlerse bunu söyleyenlere güleceksin!. ”

Mustafa Kemal Atatürk


Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun

Yarın 29 Ekim 2010. Cumhuriyetin ilanından bu yana 87 yıl geçmiş. Sabah erken saatlerde ruh halimi anlatan bir yazı eklemiştim. Şimdi de teşekkür etmek istiyorum; bizlerin fikri ve vicdanı hür vatandaşlar olarak yaşamamızı sağlayan Atatürk’e ve silah arkadaşlarına, kimsenin kölesi olmadan yaşayabilmemiz için kendilerini siper eden gazilere ve şehitlerimize…

Kıymetini anlayabildiğimiz tartışılır bağımsız olmanın, anlayabilenlerin sayısı her geçen gün azalıyor. Bizleri dışa bağımlı, üç kuşak ileriye borçla doğan bir toplum haline getirenleri, bıkmadan usanmadan yönetici olarak seçmeye ve alkışlamaya devam edenler oldukça kolumuz kanadımız kırık, ruh halimiz çapraşık, aldığımız terbiyeye isyan ederek yaşayan bireylere dönüyoruz.
İçimden daha fazla yazmak gelmiyor. Şubat ayında yazdığım satırları yeniden ekliyorum, değişen bir durum olmadığı gibi, iyiye değil kötüye gidiyoruz.

“Ateşi ve ihaneti gördük… Dayandık” Nazım Hikmet

Ateşi ve ihaneti gördük
Dayandık
Dayandık her yanda,
dayandık İzmir’de, Aydın’da,
Adana’da dayandık.
Dayandık, Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te…
Nazım Hikmet

Yine dayanıyoruz Nazım Üstadım, 8 yıldır dayanıyoruz; hukuku guguk edenlere, analarımıza sövenlere, yüzümüze tükürenlere, paramızı pul edenlere, memleketi parsel parsel satanlara dayanıp duruyoruz. Daha ne kadar dayanacağız ben de merak ediyorum.
Hemen her gün şu satırları hatırlıyorum olan biteni izledikçe:
“Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil isgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha Elim ve daha Vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, İKTiDARA SAHiP OLANLAR GAFLET ve DALALET ve hattâ HIYANET içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Kollarım iki yanıma düşmüş, ellerim yumruk olmuş, dişlerimi sıkıyorum, çenem ağrıyor, dayanıyorum, dayanmaya çalışıyorum.


Babam olmadan geçecek ilk babalar günü

17 haziran sabahın erken saatlerinde veda etti hayata babacığım. Son haftalarda durumu iyice ağırlaşmıştı. Kızkardeşim arayıp hıçkırıklarla haberi verdiğinde, ağlamak yerine derin bir huzur kapladı önce içimi, belki garip gelecek sizlere ama çilesi bitti diye düşündüm. Kardeşimi sakinleştirmeye çalışıp telefonu kapattıktan sonra, vedalaştım onunla kendi yöntemlerimle. Birlikte geçirdiğimiz en eğlenceli anıları çağırdım aklıma. Son günlerindeki çaresiz ve hasta görüntüsü yerine, en sağlıklı ve gülümseyen fotoğraflarını taradım hafızamda. Merdivenleri dörder dörder çıkan, muzip,  hayat dolu, delişmen, hiperaktif adamın toprak olacağı fikri garip geliyor hala. Babam

Vurulduğu anda kurşunun acısını hissedemeyenler gibiyim, acı tazeyken yazıyorum bu satırları. Arkasından ağlanması yerine en sevdiği fıkraların anlatılıp, etraftan geçen kızlara göz süzülüp çapkın tavırlarla sataşılmasını isterdi sanırm çılgın denizci.
Denizci olduğunu duyanlara garip gelecek bir şekilde sigara içmeyen, bir kadeh içince uyuklamaya başlayan, briç dışında kağıt oyunlarından pek hoşlanmayan, her oynadığında tavlayı koltuğunuzun altına dertop ediveren biriydi babam.
Yedi denizi dolaşmış, her limanda dostlar edinmiş, gezmeyi, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, şakalar yapmayı, dostlarla yenen uzun yemekleri seven, Türkay Türkaydın, benim babam.

Yüksek Denizcilik Okulu mezunu, çakı gibi bir başmühendis, gezmediği deniz ve ülke kalmamış bir Atatürk genci. İki kız çocuktan sonra gelen oğlunun doğum haberini Kiel kanalında alıp “yetti bana denizler” deyip uzunca süre karada bizlerle vakit geçiren babam.

Bana boğazın soğuk sularında yüzmeyi öğreten; dansın hayatın en keyif veren şeylerinden biri olduğunu anlamamı sağlayan, küçük yaşlardan yabancı diyarları görmenin yeni insanlarla tanışmanın harika olduğunu öğreten bir dosttu babam.

Yarın onsuz geçecek ilk babalar günü olacak.
Aradığın huzura kavuş ve nur içinde yat babacığım.


Sayfalar:1234567