:::: MENU ::::

Kendime notlar

-Kendini sev, önemse.
-Egoist olmayı dene, kendine daha çok vakit ayır.
-Halinden şikayet etmeyi aklından bile geçirme.
-Cahiller ve aptallarla tartışma, nefesini boşa tüketme.
-Çok kızgın ve sinirli olduğun zamanda bile gülümsemeye çalış.


Küçük mutlulular dükkanı “Candy” ve Fransui Hanım…

Teşvikiye Karakolu karşısından inen yoldan yüz metre kadar aşağıda sağda, iki basamak merdivenle inilen küçük bir dükkan. İçeri girdiğinizde sizi yüzünde kocaman gülümsemeyle karşılayan güzel bir kadın, Fransui Mimaroğlu… Geçen yılbaşı öncesi, melekleri çok seven bir arkadaşımızın evine davetliydik. Ona melekli bir fincan veya şirin bir melek figürü bulmak için daha önce önünden onlarca kez geçtiğim ama nedense keşfetmeyi o gün başardığım “Candy” mağazasına girdim. Aman tanrım gerçekten hazine bulmuştum, İstanbul ili sınırlarında melek figürleri açısından bu kadar zengin bir başka mağaza daha olacağını sanmıyorum. Ve sonra o renkli objelerden bakışlarımı çekebildiğimde,  sıcacık gülümsemesi ve tatlı diliyle bana yardımcı olan, ama asla ticari davranmayan, heyecanla herşeyi karıştırmama izin veren, bu minyon ama kocaman yürekli eski İstanbul hanımefendisini tanıyıp, ona hayran olmuştum. Biraz sohbet ettikten sonra o gülümseyen yüzün aslında bir sürü trajedi yaşadığını ama hayata dört elle bağlanıp, insanlara mutluluk vermeyi seçtiğini öğrendim. Beni tanıyanlar bilirler; mutlu olduğum, beğendiğim her ürünü ve hizmeti severek paylaşırım. Bilgisayarımın başına geçer geçmez hemen hakkında biraz araştırma yaptım. Genç yaşta kaybettiği kocasının işini devralıp sürdüren daha sonra, iki kızından birini de ebediyete uğurlayan Fransui Hanım, diğer kızı ile tekstil işlerine devam etmişler. 1995 yılında bu yana da, Teşvikiye’deki bu şirin dükkanı işletmeye ve bizlere güzel ürünler sunmaya devam ediyorlar. Yolunuz Teşvikiye’ye düşerse mutlaka uğrayın, hiç bir şey almasanız da o muhteşem insanı tanıyın, hem kimbilir belki orada sizi bekleyen minik bir melek bile bulabilirsiniz.
Teşekkürler Melekçi Hanım, iyi ki varsınız…

Minik bir not: Yazı için kullandığım görsel, yabancı bir alışveriş sitesinden alıntıdır. Mağazada olmayabilir, ama eminim Fransui Hanım size ondan daha güzel figürler bulup, ince bir zevkle ambalajlayacaktır.
Candy Hediyelik Eşya Ihlamur Yolu 2/3 Nişantaşı


Siz uyursunuz, ama “BlogDestek” uyumaz…

Sevgili Burak Dönertaş’la, bir e-tohum toplantısında tanıştım. Sakin bir sesle, bana kafasındaki projeyi anlatmaya çalışıyordu. Çalışıyordu diyorum çünkü; hiperaktivitesi tavan yapmış anlarımda, dikkat eksikliğim de devreye girer el ele verip dansa başlarlar. Algılarım kapanır, dikkatimi toplayamam, karşımdakini dinlemek dünyanın en zor işine dönüşür. Sözel anlatımla başa çıkamayacağını anlayan bu keskin zekalı genç adam, hemen laptopunu açıp bana görsel bilgi vermeye başladı. İşte o zaman keyifle izlemeye ve dinlemeye başladım. Bu fikirlerini yeniden konuşmaya karar verip kenara koyduk. Aradan geçen zamanda bir çok proje ve konuda fikir alışverişinde bulunduk. Zıvanadan çıkıp delirdiğim zamanlarda “abla sakin ol değmez” diyen sakin bir dost daha kazanmıştım. Güzel eşi Meryem’le bana moral oldular hep. Bu süre içinde laf arasında sürekli “abla sen neden blog yazmıyorsun” diyor ben de “blogcuda yazıyorum arada” deyip geçiştiriyordum. Bir akşam yine çevrimiçi fikir alışverişi sırasında bana bir link yolladı, linke tıkladığımda bir an nefesim kesildi. Karşımda, başlığında mavi zemin içinde “Muge Cerman” yazan bir sayfa vardı. Daha da şaşırtıcı olanı, eski yazılarım da buraya eklenmişti. O gün yeniden projesini konuştuk, neden hemen başlamadığını sordum, bir kaç kişiyle görüştüğünü onlara çalışmalar yaptığını söyledi. Kısa bir süre sonra; tanıdık, eş dost derken bir çok isimle profesyonel anlamda çalışmaya başladı. Müşterileri arasında şirket yöneticilerinden, profesörlere, blog yazarlarından, ünlü isimlere kadar birçok kişi olmuştu. Her biri ile tek tek konuşup, isteklerini öğrenip, kişiye özel tasarımlar hazırlamak, yayına hazırlamak oldukça zor iş bence. Sevgili Metin Kahraman‘ın (a.k.a MK) dediği gibi “BlogDestek, hep destek tam destek” yedi gün, 24 saat hizmette olmak her babayiğidin harcı değil. Bugünlerde; onlarca renk, fikir ve önerinin birçok blog sayfasında ve web sitesinde can bulmasını izliyorum gururla ve keyifle. Arada imdat mesajı yollayan herkese de çevrimiçi destek vermeye çalışıyor Burak Dönertaş. Benim blogum ise uzun süre mavi zemin içinde Muge Cerman yazar şekilde kaldı, uğuru bozulmasın diye 🙂 Sonunda yine bir sürpriz linkle tam kafamdaki sayfaya sahip oldum, teşekkürler Burak Dönertaş, sen hem çok iyi bir dost, hem çok yaratıcı bir sanatkarsın. Emeğine, yüreğine sağlık “BlogDestek“, yolun ve bahtın açık olsun.


Yessssssss

Herşeye “evet” demek… ne kadar zor ve korkutucu bir düşünce. Ama Jim Carrey’nin yeni filmi “Yes Man” de öyle olmadığına tanık olabilirsiniz, atacağınız kahkahalar da bonusu. Bu akşam Warner Bros’un salonunda ön gösterimde izlediğim film sayesinde, uzun süredir gülmediğim kadar çok güldüm ve eğlendim. Carl Allen hayatı sıradan, başarısızlıkları tavan yapmış mutsuz bir adam. Eski bir arkadaşının  zoruyla katıldığı seminerden sonra başına gelenler olarak özetleyebileceğimiz filmde; yönetmen Peyton Reed, son zamanlarda moda olan “hayata dair sihirli formüller” vaad eden seminer programlarıyla da ince ince dalgasını geçerken; aşk, dostluk, yardımseverlik temalarının da altını çiziyor. Kısaca yakında vizyona girecek bu filmi kaçırmayın, “yes” sözünü her duyduğunuzda yüzünüze geniş bir gülümseme yerleşeceğine eminim.
Filmin videosunu izleyebileceğiniz web sitesi ise “http://yesisthenewno.warnerbros.com/”


“İmdat” sadece bir Beatles şarkısı değildir…

Hava soğuk ve gri, ruhu daraltacak kadar karanlık bir sabah. Düne kadar, böyle havalarda mutsuz ve huzursuz birine dönüşürdüm. Bu sabah ise kendime Nick Vujicic‘i hatırlatıp, sağlıklı, mutlu ve varlıklı olduğum için yaradana şükrettim. Onunla ilgili yazacak ve konuşacak çok şey var, ama şimdilik sizlerle sevgili dost Ali Haydar Ünsal‘ın blog yazısını paylaşacağım. Zaman içerisinde hem size, hem kendime ne kadar şanslı olduğumuzu hatırlatmak için Nick’in videolarını paylaşırım. Bugün sizlere bir başka yazının hatırlattıklarını anlatmak istiyorum. “Help! – Not Just a Beatles Song” “İmdat, sadece bir Beatles şarkısı değildir” başlıklı yazıyı okuduğumda, zorluklarla geçen 2006 yılını hatırladım. Zaman zaman hepimiz sıkıntılı dönemler yaşarız. Dertlerimizi paylaşmak istemediğimiz, başımıza gelenlerin herkes tarafından bilinmesinden hoşlanmadığımız, bizlere acınmasını istemediğimiz zamanlar. Ne kadar yanlış bir düşünce. Eğer dostlarımız varsa, sıkıntılı zamanlarımızda bizim için hissedecekleri en son şey acımak olacaktır. Sessizce çığlık attığınız zamanlarda kimsenin sizi duymasını anlamasını beklemeyin. Atasözlerimizin bazıları böyle durumlara çok uygundur, “Derdini söylemeyen derman bulamaz”, yaşadığınız sorun her neyse içinden çıkamayacağınız kadar sizi daraltmadan birileriyle paylaşmayı deneyin. Belki derdinizin tam çözümünü bulamaz ama arkadaşlarınız, aileniz ve sevdikleriniz kendinizi iyi hissetmeniz için ellerinden geleni yapacaktır. Tabii yapılacak yardımların ve desteklerin, incelikle ve karşı tarafı incitmeyecek biçimde olması da önemli. Maddi anlamda dibe vurduğum günlerde, dostlarım normalden daha sık ziyaretime gelir olmuşlardı. Bana moral ziyareti yaptıklarını söylerken, elleri kolları dolu geliyorlar, farenin düşşe başını yarabileceği boşluktaki buzdolabımı tıka basa doldurup gidiyorlardı. “Çaya geldik, teras sefasına geldik, alışveriş yaparken gözüme ilişti sen çok seversin dayanamadım aldım” gibi bahanelerle beni kırmamaya çalışarak destek verdiler. Yılın sonuna yaklaştığımız bu günlerde, küresel krizi de fırsat bilen firmalarda bir çok kişi işsiz kaldı. Arkadaşlarınızı dostlarınızı arayın, hatırlarını sorun, seslerinden anlayamazsanız mutlaka görmeye gidin, sessizce haykırdığı yardım çağrısına belki biraz da olsa destek verebilirsiniz. Hepimizin kemerlerini sıktığı bir dönemdeyiz, hatta annemin deyimiyle “ne kemeri kızım, sıka sıka kemer mi kaldı” dediği durumdayız. Ama geleneklerimiz, ağızlara pelesenk olan dini inanışlarmız, bize olanları olmayanlarla paylaşmamızı söylüyor. Haydi çekinmeyin, arayın dostlarınızı, bolluk aslında yüreğimizde, gülüşümüzde ve hissettiklerimizde.
Sevgi ile kalın…


AVEA data hattı problemim sonunda çözüldü

GÜNCELLEME

Çağrı merkezi 2010 yılından sonra yeni yönetimle birlikte tepeden tırnağa yenilendi ve kullanıcı dostu bir birim olması için de var güçleriyle çalışıyorlar. Benim iki yazım 2008 yılı kasım ve aralık aylarında yazılmıştır, okurken mutlaka bu notu gözönünde tutunuz.

AVEA data hattı maceramı bir çoğunuz biliyorsunuz. Nihayet duyarlı bir yönetici sesimi duydu, kurum içi iletişimi hızla harekete geçirerek sorunu çözdü. Sistem değişiklikleri, teknik çalışmalar gibi aktarımların olduğu bir dönemde başıma gelmiş bu talihsiz durum. Beni bizzat arayan Avea yöneticilerine, buradan teşekkür etmek isterim. Uğradığım zararı biraz olsun hafifletmek için, kullanamadığım dönemdeki kasım ve aralık faturalarını da iptal ediyorlar. Sağolsunlar, fakat  kendimi rahatsız hissettiğim bir konu var. Ya benim gibi haksızlığa uğrayan, ama derdini anlatmayı başaramayan ve mutsuzluğunu her yerde anlatıp markayı zedeleyen üzgün kullanıcılar ne olacak? Teknolojiye ve markaya yatırım yapan böyle büyük isimler, belki de maaşlı elemanlarından değil de, tarafsız bir kurumdan “şikayetim var” hattı desteği almalılar. Bunu da gerçekten sıkı takip edip, “markamıza güveniyoruz, sizleri dinliyoruz” gibi sürekli anonslarla duyurup, kullanıcılarına ” Oh be” dedirtmeliler.
Sevgi ile kalın…


Hepinize, sevdiklerinizle ve ağız tadıyla iyi bayramlar…

“Aaah ah nerede o eski bayramlar” bu cümleden oldum olası hoşlanmam. Bayramların bir yere gittiği yok, hep bizimle birlikteler. Sadece algılar, ihtiyaçlar ve öncelikler değişiyor. Aile fertlerim ve ben eski adetleri, her bayram elimizden geldiğince sürdürmeye çalışıyoruz. Olabildiğince aile büyüklerinden birinin evinde toplanıp yemekler yenir, herkes kendi ile ilgili güncellemeleri yapar diğerlerini bilgilendirir, çocuklarla şakalaşılır, gülünür eğlenilir.  Bayramın manası da bu değil mi zaten. Son yıllarda bir furya başladı, tatile gidenlere kendini kötü hissetirme kampanyaları diyorum ben bunlara. Ne yapsın insanlar, yoğun bir tempoda, stress içinde, krizlerle, it dalaşlarıyla savaşıyorlar, uzun bir tatil fırsatı görünce de biraz hava değişimi istiyorlar. Önemli olan herkesin mutluluğu değil mi zaten. Tatile gidenler, zaten bir kaç gün önceden aile büyüklerine uğrayıp hayır dualarını alırlar genellikle. Bütün bir yıl arayıp sormayan, ama bayramın ilk günü yarım saat uğrayıp, eğreti kutlamasını yapıp kaçan bir aile ferdi yerine, bana sevgiyle sarılacak, vakit ayırıp söyleşecek birini daima tercih ederim. Sevgili dostlarım hepinize ağız tadıyla, sevdiklerinizle, sağlıklı ve huzurlu güzel bir bayram tatili dilerim.
Sevgi ile kalın…


Moran’a veda, Philips’e merhaba…

Yıllar akıp gitmiş Moran’daki çalışma hayatıma “bir daha reklamcılık yapmak mı, tövbe” diyerek nokta koyup, bir süre aylaklık yapmaya karar vermiştim. Ne mümkün, siz plan yapın kader kahkahalarla gülsün. Kitabımı alıp deniz kenarında oturup okuma hayallerim, babamın eski iş arkadaşlarından birinden gelen telefonla uçup gidiverdi. “Maliyet Muhasebesi” bölümüne yardımcı bir eleman aranıyor konulu sohbetin başımı yakacağını anlamıştım ama ne boyutta olacağını kestirememiştim. Bir kaç gün sonra Philips fabrikasının (şimdi yerinde yeller bile esemiyor çünkü Metrocity var) en üst katında merdivenleri çıkar çıkmaz hemen karşıma gelen geniş, aydınlık ve bitkilerle dolu bir odada Adnan Bey ile görüşmeye gittim. Burnu havada Prenses Sara, “benim burada ne işim var” dercesine huzursuz bir şekilde sandalyenin ucuna oturup, güleryüzle kendisine nasıl bir kariyer planı çizmeyi düşündüğünü soran cin bakışlı adama “aslında ben burada çalışmayı pek de düşünmüyorum” deyivermişti benim yerime. Uzunca bir sohbetten sonra, maaşın cazibesi ile, kısa bir süre denemeye karar vermiş olarak kapıdan çıkıyordum. Bu “maliyet muhasebesi de ne ola ki” diye kendi kendime söylenerek bir kaç gün sonra işe başladım. İlk gün izlenimim yaş ortalaması 45 olan bir bölümde 22 yaşında bir hiperaktif ne halt eder acaba idi. Allahtan bir kaç gün sonra, o sıralarda Almanya’daki ailesine ziyarete gitmiş olan sevgili dost Erdoğan Demir ve aile büyüğü birinin hastalığı nedeniyle izin kullanan, daha sonra Adnan Bey’in yerine muhasebe müdürümüz olacak olan sevgili Işık Cin ortaya çıktılar. Ama asıl eğlence sevgili Jale Polat’ın işe alınmasıyla başladı. Maliyet muhasebesi kavramı zaten zor, bir de üstüne Hollanda usulü Philips tarzı maliyet muhasebesi çal çal oyna bir sistemdi. Doğruya doğru rakamlardan nefret eden ben, her günü rakamlarla geçirmeye başlamıştım. Günler geçtikçe yaşı bizden büyük iş arkadaşlarımın aslında hınzır ve esprili yetişkinler olduğunu gördükçe işimi de daha keyifle yapmaya başlamıştım. Philips fabrikası o günlerde renkli televizyon yapımıyla piyasa lideriydi, henüz Sabancı ortaklığı ufukta değildi. Fabrikayı gezmek, bölümleri tanımak uzun zaman sürmedi. Hemen her bölümden keyifli dostlar edinmiştim. Gümüşsuyu’nda bulunan Genel Müdürlük, İzmit’te bulunan ampul bölümleriyle koordineli çalışıyorduk. Maliyet Muhasebesi ve resmi Muhasebe ekipleri arasında tatlı bir çekişme vardı. Bu çekişme öğle tatillerinde düzenlenen pis yedili turnuvalarında daha çok ortaya çıkıyordu. Bir süre sonra işleri abartıp Avrupa Kupası maçlarının TV den yayınlandığı günler gol toto oynamaya başlamıştık. Acemi şansım tutuyor ve sırt numarası 18, 15, 22 olan oyuncular ilk golü atıyor ben kasadaki tüm parayı alıyordum. Reklam ajansının renkliliğine karşın durağan, ama maddi yönden de bir o kadar rahat günler geçiriyordum. Memurlar sendikalı olamıyordu fakat sendikalılara tanınan yasal haklar, bizlere de aynen uygulanıyordu. Bu nedenle ay sonlarında yapılan depo sayımları, zul geleceğine keşke her pazar olsa diyorduk, çünkü saat ücretinin 4 katını mesai ücreti olarak almak pek hoş bir duyguydu. Tabii içimdeki uslanmaz reklamcı rahat durmuyor, Rasin Baba’yı arayıp gazete, TRT tarifelerindeki ve protokol listelerindeki değişiklikleri mutlaka benimle paylaşmasını istiyordum, ne işime yarayacaksa derken, ileriki yıllarda tekrar sektöre döndüğümde kendimi güncellemem hiç de zor olmamıştı. Hollanda’daki ana firma, yılda iki kez hesapların tarafsız bir firma tarafından denetlenmesini isterdi. Arthur Andersen adını ilk kez o zaman duymuş, “audit” yapan kişiler neye benzer ve ne iş yapar o zaman öğrenmiştim. Daha sonraki yıllarda, devletin ve özel sektörün en önemli konumlarına gelen Şaban Erdikler, Bülent Şenver  gibi islmlerle birlikte çalışmak çok keyifli idi. Hollanda muhasebesini anlamaya çalışırlarken takıldıkça, onları izlemek haince bir keyif verirdi hepimize.


Müziğiyle doğan çocuklar…

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın yolladığı mesajda ekli olan videoyu izlediğimde, bazı çocukların gerçekten müzikleriyle birlikte geldiklerine bir kez daha ikna oldum. Oğlum Emir’e hamileyken bir yerlerde okuduğum “doğmamış bebeğinize müzik dinletin önerisine uyup ona her fırsatta tınılarından rahatsız olmayacağı şekilde klasikleri ve sevdiğim jazz sanatçılarının eserlerini dinlettim. Tabii araya ruh halime uygun rock müzikler de eklemedim değil 🙂 Doğduktan sonra da odasına koyduğum radyodan, rahatça uykuya dalabilmesi için valsler ve yumuşak ritmli blueslar dinletmeye devam ettim. Müzik hep ilgisini çekti, minik elleri ve her an kıpır kıpır olan ayaklarıyla sanki ritm tutar gibiydi. Kendine ait minik teybinde seslerşi kaydeder, oyun oynarken söylediği şarkılara eşlik etmemizi beklerdi. Sonraları legolar ve kendin yap günlerine geçtik, arada üstün yetenekli kahraman figürlerini biriktirdiğimiz günler de oldu. Rahmetli büyük teyzemin gazete kuponları biriktirerek aldığı kalvye evde olay olmuştu. Nota konusunda hiçbir fikri olmayan oğlum kafasındaki müzikleri tıngırdatmaya başlamıştı. Babasının yardımıyla brikaç melodiyi ezbere çalar hale gelmişti. Birlikte oynadığı arkadaşlarından birinin ablasının gitar dersi alacağını duyunca pek heyecanlanıp o da bu işe soyunmuştu. Ne yazık ki 5 Nisan krizi sonrası ve kısıtlı bir bütçeyi idare ettiğim zamanlar olduğundan bu konuda pek hevesli olmamasını söylediğimde pek üzülmüştü. Ama ne ilginç ki, dersi alan kızcağız pek hoşlanmayıp vazgeçince gitarı Emir’e verdiğinde yeni bir yeteneğini fark etmiştim. Kendi kendine melodiler çıkarıyor ve bundan büyük keyif alıyordu. Önceleri her anne gibi oğlumun “aklı başında” bir eğitim alıp “düzgün bir işi” olması doğrultusunda çaba harcadım. Müzik olsa olsa hobisi olurdu. Okul öncesi gittiği yuvalarda arkadaşlarından hemen ayrılan bir hareketliliği ve yaratıcılığı olduğu konusunda öğretmenleri tarafından uyarılmıştım. O günlerde Emir’in, ilgisini çekmeyen konularda da zorlandığını farketmiştim. Bir süre sonra hiperaktivite teşhisi kondu. Önerilen ilaçları asla kullanmayacağımı belirttim. Birlikte vakit geçirirken nelere ilgisi olduğunu anlamaya çalıştım. Yaşıtlarının çoğu gibi o da bilgisayarda oyun oynamaya bayılıyordu. O günlerde sınırlı olan imkanlarımızla ona bilgisayar alındı. Sadece oyun oynamak değil, çizimler resimler de yapabileceği bir formül ararken, en iyi arkadaşlarından birinin programlama dili konusunda kendini geliştirdiğini web sitesi vs tasarladığını anlatmaya başlamıştı. Çalıştığım sektörden kaynaklanan bir şansım vardı teknolojiye yabancı değildim, Onunla bu konularda sohbet ediyordum. Arada bir “aman anne sen ne bilirsin” muhabbettleri de olmuyor değildi tabii. Web sitesi yapan arkadaşına 3 boyutlu çizimler konusunda destek olma kararı aldığında şaşkınlıktan küçük dilimi yutabilirdim. Okulda matematik özürlü olan bu küçük adam, aklımın almayacağı karmaşık grafik programlarını ustalıkla kullanmaya başlamıştı bile. Gitar merakımız da son hız devam ediyordu tabii. Okulda arkadaşlarıyla oluşturdukları grupla hafta sonları Beyoğlu’nda Laylaylom adlı stüdyoya gidip müzik yapıyorlardı. Artık kendine ait bir elektro gitarı vardı. Tam bu sıralarda can arkadaşım Sebla’nın annesi Ayten Hanım, rahmetli eşi Erol Pekcan’ın davulunu Emir’e verdi ve “onun müziğini sen yaşatmaya devam et” dedi. İlk günlerde kafa ütüleyen oğlum, yavaş yavaş rock müzikten jazz müziğe geçiş yaptı. Bilgisayarda müzik programlarıyla da içli dışlı olmaya başlamıştı. Programcı arkadaşı Ahmet’le müzik yazmaya başlamışlardı. Keyif alarak jazz çalarken, bilgisayarda da techno parçalar düzenliyordu. İlginç bir karışımdı oğlum, techno dinleyen, stüdyoda rock çalan, jazz tınılarını geliştiren. Lise son sınıfta olması nedeniyle derslerinden bunaldığı sıralarda müzik en büyük kurtarıcısı olmuştu. Artık hayalinde sadece müzik vardı ve sanırım müziğinde de hayalleri olmaya başlamıştı. Üniversite sınav sonucu tabii hüsrandı. 12 yaşından itibaren çalışmaya alıştırdığım için artık ciddi bir şeklide iş öğrenmesi ve harçlığını çıkarması gerektiğini konuştuğumuzda çok mutlu olmasa da, her gün düzenli olarakbir dostumuzun şirketinde işe gitmeye başlamıştı. O günlerde çok yoğun tempolu bir işim vardı. Uzun süreli yolculuklar nedeniyle evden ayrı kaldığım zamanlarda aklım oğlumda oluyordu. Part time işler, müziği, animasyonları vaktinin çoğunu alıyordu. Yeniden ÖSS deneyeceği için teyzesinin desteğiyle dersaneye yazıldı. Orada tanıştığı bas gitarist arkadaşıyla jazz çalacakları grubu oluşturdular. Haftalarca süren ekip kurma çalışmaları, günlerce provalar sonunda sahne almaya başladılar. Özel toplantılar, küçük jazz klupleri derken Erol Pekcan’ı anma gecesinde “Yılın Ümit Veren Jazz Sanatçısı” olarak AKM sahnesine çıkan Emir ve ekibi yollarına hızla devam ettiler. İstanbul Jazz Festivali Genç Jazz kapanış konseri verecek grup seçildiler. Bu arada müzik programlarını da büyük bir ustalıkla kullanmaya başlayan oğlum içindeki müziği besteleriyle bizlerle paylaşmaya başladı. Atatürk için bestelediği “Yüzyılın Lideri” isimli eseri özel televizyonlarda gösterildi. Emir artık hayalindeki müziğin peşine düşmüştü, Roxy Müzik Günleri’nde ilk ona kalan tek Jazz grubuydular. Bir yandan besteler yaparken, diğer yandan prodüktörlüğe soyunmuştu. Stüdyosu kendi gibi genç müzisyenlerle dolup taşıyordu. Üniversite maceramız açık öğretimle devam ediyordu. Lise Defteri adlı dizide yan rollerden birine seçilmişti Sebla’nın kızı ve “kardeşim” dediği birlikte büyüdükleri Cemre sayesinde. Diziden kazandığı parayı stüdyosunu geliştirmeye harcıyordu. Bir süre sonra ilk büyük işini aldı Axess’in yaz aktivitelerini yapacak grup seçilmişlerdi 2 ay boyunca Çeşme ve Bodrum’un seçkin plajlarında verilecek akşamüstü partilerinde çaldılar. Perküsyon çalmaktan da büyük keyif aldığını farkeden Emir, bu konuya daha çok eğilerek kısa sürede kendini geliştirdi. İşin show tarafının daha fazla olduğu bu yeni enstrüman, oğluma bir yıldır okuduğu Berklee College of Music’in de yolunu açtı. Devamı da başka bir yazı konusu olsun.


24 Kasım Öğretmenler Günü

Her yıl bir günlüğüne hatırlayıp, hamasi konuşmalarla gönüllerini kazandığımız öğretmenlere, bu yıl da yeni bir düzenleme yapılacağını sanmıyorum. Eğitmli eğitimsiz bütün anne babaların, her geçen gün demokrat olmak adına, şımarıklığın zirvesine çıkarttıkları tatminsiz çocuklarını adam etme gayretiyle, sabahtan akşama didinen öğretmenlere, yine verilen kuş kadar maaşın iyileştirilmesi yönünde çaba harcanmak yerine manasız söylevler verilen bir gün geçirilecek. Ben kendi adıma, yakın çevremedeki öğretmenleri ziyaret ederek onların, tatlı dilim ve güler yüzümle gönüllerini almayı planlıyorum. Özellikle Atatürk’ün ilk kadın öğretmenlerinden olan Refet Angın’ı ziyaret etmek listemin başında. Yaklaşık on yıl önce tanıdığım bu değerli insanı uzun süredir görmemiştim. Geçtiğimiz günlerde bir gazete haberinde, sağlığının pek iyi olmadığını okudum. Umarım kısa sürede iyileşir ve yeni nesillere yol göstermeye devam eder. Daha sonra listemde üniversite hazırlık dersanelerinde öğretmenlik yapan kızkardeşim var. Eğer vakti varsa onunla da yemek yemeyi planladım. Tabii arkadaşlarım ve dostlarım olan öğretmenlere de mutlaka telefon veya e-posta yoluyla günlerini güzelleştirecek mesajlar yollayacağım. Teşekkür ederim hepsine, çabaları, özverileri, bunca sıkıntıya karşın, amaçlarından yılmayıp, gelecek kuşakları eğitmeye devam ettikleri için.


Sayfalar:1...5455565758596061