Geçtiğimiz günlerde Friendfeed’de paylaşımı yapılan bir etkinliğe gözüm ilişti. İlk düşündüğüm şey ” çok saçma ve çok yanlış ” olduğuydu. Gençlere kariyerleri ile ilgili önerilerde bulunulacak bir toplantıda, katılımcıların sigara ve içki firmalarından olması bir tek beni mi rahatsız etti diyedüşündüm. İlgili feedin altında pek çok kişi ne güzel bir program olduğundan söz etmişti.
Etkinlikte konuşacak isimler pazarlama alanında çok başarılı kişiler olabilirler saygım sonsuz, ama temsil ettikleri alanlar, insan sağlığını tehdit eden ve iletişimi yasalarla sınırlandırılmış sektörler. Bağımlılıkların genç yaşta başladığı düşünülürse, rahatsızlık boyutu daha da artıyor.
Eğitim ve danışmanlık firmalarının lobicilik faaliyetlerine aracılık etmek yerine, gençlere örnek olacak kişileri daha titizlikle seçmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Kırışıklarıma, Revitalift ile savaş açtım …
Bir buçuk ay kadar önce Fikri Mühim‘den keyifli bir paket ulaştı eve. Heyecanla açtıktan sonra görüntülemek aklıma geldi, fotoğrafa bakınca anlarsınız zaten 🙂
Hemen kullanmaya başladım. Bir kaç gün sonra cildimde beni memnun eden bir düzelme başladı. Kullandığım bir üründen memnun kaldığımda, her rastladığıma anlatmaktan hoşlanan biriyim. Kızlarla ilk toplantımızda, bende bir değişiklik olduğunu söyleyip, kendime ne yaptığımı sordular. Hoşuma gitti, çünkü hiç biri gereksiz iltifatlarla vakit harcayacak tipler değiller 🙂 Hani uzun süre görmezsiniz birini, yolda rastlaşırsınız “a ne hoş görünüyorsun, kilo mu verdin” denir ya, öyle de değildi söyledikleri. Hatta aralarından en hınzır olanı “aşık oldun sen, anladım” bile dedi. İşte tam zamanıydı ve hemen ekledim “evet aşık oldum, ama Revitalift’e” dedim ve anneleri için harika bir ürün keşfettiğimden bahsettim. Tanıyanlar bilir yaşıtımdan çok genellikle yarı yaşımdadır arkadaşlarım. Bende gördükleri değişikliğin, kısa bir süredir kullandığım; Revitalift isimli, yüz ve boyundaki kırışıkları, ciltteki hasarların el verdiği oranda toparlayan, bu harika krem nedeniyle olduğunu anlattım.
Kolay satın alınabilir ve rahat erişilebilir olması hepsinin içini ferahlattı. Hemen hemen her büyük zincir mağazada bulabilirsiniz siz de L’oreal ürünlerini. Doğrusu alım gücü olmadığı zamanlarda, Sevil Mağazaları, Boyner, Tekin Acar gibi satış noktalarına girmek, bir kadın için azaba dönüşebiliyor. Asla ulaşamayacağınız onlarca markanın, yüzlerce ürünü üstünüze çöküyor. Tamam kabul ediyorum, görüntü ve kokular çok baştan çıkarıcı, ama ruhumda travma yaratıyorlar.
Teşekkürler Fikri Mühim, teşekkürler Revitalift…
Tribute to MJ : This is it …
Bu akşam yine dostlarla vakit geçirip, keyifle sohbet edip, sonrasında da sevgili Duygu Kutlu ve Warner Bross’un konuğu olarak Michael Jackson’ın “This is it” adlı filmini izledim. ” This is it” MJ’in ölümünden önce hazırlandığı, son konser dizisinin provalarından oluşturulan bir belgesel. Dünya ile aynı anda gösterime giren ve sadece iki hafta gösterimde kalacak bu muhteşem film beni çok etkiledi. Bir anda, sanki bütün ömrümü yeniden yaşadım film boyunca. Michael Jackson; çocukluğum, gençliğim, anneliğim ve günümüz. Jackson 5 ile tanıyıp sevdiğim bu ateş parçası çocuk, yıllar içinde görüntüsünü tepeden tırnağa değiştirse de, müziğiyle hep kalbimdeki yerini korudu.
Yıllar önce Diana Ross’a benzeme hayaliyle çıktığı estetik yolculuğunda geldiği noktada, bir yaratığa benzemesine rağmen kendinizi müziğine kaptırıp, danslarıyla mest oluyorsunuz. Bir müzik devinin nasıl çalıştığını, devasa sahnelerde o muhteşem konserlere nasıl hazırlandığını, ne kadar titiz ve kırılgan olduğunu, hemen her sahnede hayranlıkla izleyebilirsiniz bu filmde. Ekibiyle uyumu, mükemmellik takıntısı, olağanüstü enerjisi ve tabii o müthiş yeteneği.
Filmin başında dansçıların seçimi için başvuran gençlerle yapılan röportaj gözlerimi yaşlarla doldurmaya yetti. Bu garip, ama olağanüstü yetenekli adam dünya üzerinde ne kadar çok kişinin hayatına değivermişti müziğiyle. Beat it, Thriller, Bille Jean, Smooth Criminal, Heal the world, History … Bu melodilerle büyüyenleriniz, dans edenleriniz, aşık olanlarınız vardır mutlaka. Kaçırmayın bu filmi, bir an önce izleyin. Sadece 15 gün gösterimde kalacak. Bütün dünyada aynı şekilde gösterime giren bu filmle ilgili bilgilere buradan, MJ’in müziklerini toplu halde bulabileceğiniz linke de şuradan ulaşabilirsiniz.
İyi seyirler…
Hayal et! Hak et! Yaşa! Ve Fame …
Bu sabah erken saatlerde Cinebonus GMall’da bir öngösterime davetliydim. İtiraf etmeliyim ki, 80 de Alan Parker yönetiminde çekilen Fame’den sonra pek de eğlenerek izleyeceğimi sanmıyordum. Hem merak, hem de Emir’e olan özlemim belki ona benzeyen yetenekli gençleri izlersem azalır diye düşünerek gittim. Az sayıda sinema eleştirmeniyle ve huzurla izledim filmi. Fame yarın vizyona giriyor, mutlaka vakit ayırıp izleyin, çocuğunuz, yeğeniniz, değer verdiğiniz öğrenci bir yakınınız varsa ona da izletin. Hem göze, hem kulağa hitap eden çok hareketli, hemen her sahneyi benim gözyaşlarıyla izlediğim, ama sizlerin de tüyleri diken diken izleyeceğiniz bir film Fame. Müzik ve danstan hoşlanmayan birini bile, oturduğu yerde ritm tutmaya zorlayacağından eminim. Haloween partisinin olduğu sahne ve mezuniyet töreni sahnesindeki gösteriler olağanüstü. Sanırım filmi bir kez daha izleyeceğim.
Film süresince, bir daha dünyaya gelirsem kimsenin bana engel olmasına izin vermeyeceğimi düşündüm. Yeteneğimin köreltilmesi yerine geliştirmeye ve daha mutlu biri olmaya karar verdim. Finale doğru genç oyuncu Kay Panabaker‘ın söylediklerini bir kağıda yazıp saklayacağım. “Başarı kendini iyi hissetmektir. Başarı işini severek yapmaktır. Başarı keyiftir.”
Oyuncuların çoğunu dizilerden ve pek çok filmden hemen hatırlayacaksınız. Gençlerin tamamı kariyerinin bir yerlerinde zaten müzikle ve dansla uğraşanlardan seçilmişler. Aralarından bir kaç tanesini önümüzdeki yıllarda başrollerde göreceğimden eminim.
Soğuk ve disiplinli dans öğretmeni Ms. Kraft rolünde Bebe Neuwirth var. Onu Fraiser, Cheers ve son zamanlarda Law & Order: Trial by Jury dizilerinde canlandırdığı ilginç karakterlerden hatırlayabilirsiniz. Gerçek bir dansçı olan sanatçının yaşına rağmen vücuduna inanamadım. Bir diğer öğretmen Ms. Fran Rowan’i, egzantrik rollerin kadını Megan Mullally canlandırıyor. Will & Grace dizisiyle gönlümde taht kuran bu ufak tefek kadının, yetenekli bir komedyen olması yanında müthiş bir sese sahip olduğuna da Fame filminde tanık oldum. Sanırım Will & Grace dizisindeki cırtlak sesli Karen yanılttı beni 🙂 Öğrencilerine sanatlarını öğretirken, hayatlarına da dokunan drama öğretmeni Mr. James Dowd rolünde Charles S. Dutton var. Dutton’ın yaşam öyküsü sanki filmdeki Malik’in öyküsü gibi. Genç yaşta yolu islahaneye düşen, ama sonra Yale’de okuyan sanatçıyı, My Name is Earl ve House M.D gibi dizilerde canlandırdığı yardımcı rollerden hatırlayacaksınız. Ve işini cidiye alan piyano öğretmeni Mr. Martin Cranston rolünde, Fraiser dizisinin efsanevi oyuncusu Kelsey Gramer var. Bir çok kişinin katlanamadığı, ama benim çok sevdiğim bir diziydi ve uzun yıllar sürmesiyle de ünlenmişti. Tabii o tiplemenin Cheers dizisiyle ortaya çıktığını hatırlatmakta da yarar var 🙂 Gençleri de filmin linkinden tarar bulursunuz artık 🙂
Film bitince uzun süre kalkmadım yerimden ve oğlumu düşündüm, onun için dua ettim. Uzun uğraşılarla kazandığı bursla okuduğu Berklee‘den alnının akıyla mezun olmasını diledim. Bu kadar duygusallık yeter.
Bu filmi de listenize alın, mutlaka izleyin, pişman olmazsınız.
Detaylar için : http://mugecerman.posterous.com/fame-yllar-sonra-yeniden
İstanbul Modern’de bir WOMM uzmanı: Emanuel Rosen…
13 ekim salı İstanbul Modern’de, Digitalage tarafından düzenlenen bir seminere katıldım. Konuk, WOMM-Ağızdan ağıza pazarlamanın en önemli isimlerinden biri olan Emaneul Rosen idi.
Rosen bizlere, etkili ve başarılı buzz uygulaması için 7 ana madde gerektiğini anlattı. Bunlar:
– Görsel fırsatlar oluşturmak,
-Yayılmayı sağlamak için fırsatlar sunmak,
-Kişilere konuşabilecekleri bir şeyler vermek,
-İnsanlara kendilerini ifade edebilme ve yaratıcı olma şansı vermek, hatta bunu teşvik etmek,
-Kitle iletişim araçlarını mutlaka kullanmak,
-Ve en önemlisi mutlaka iyi bir hikayeye sahip olmak
Hemen her bölümde en önemli maddenin “insanlara konuşacakları bir hikaye vermek” olduğunu belirtti Rosen. “Güzel şeyleri önemsediğimizi” ve bunun da markaların işini kolaylaştırabileceğini ekledi. Aldığım notlardan biri de “laf ola buzz yaratmak” yerine, satışları arttırmak odaklı çabalar harcanmasıydı. Sadece virale bel bağlanmaması gerektiğini de “Viral is just a part of story-Viral hikayenin sadece bir parçasıdır” cümlesiyle belirtti.
Bölüm sonlarında, bizlerden, anlattığı temel stratejilere örnekler vermemizi de istedi Rosen. Salonda bulunanların verdiği örneklerden pek de hoşnut kaldı.
Özel etkinliklerin buzz konusunda en büyük yardımcı olduğunu da belirten Rosen, Lance Armstrong’un bileklik kampanyasını bir kaç yerde örnek verdi. Konunun uzmanı ve bu konuda aktif olarak çalışan arkadaşlarım daha detaylı aktaracaktır, benden bu kadar , aldığım notlar da en az ruh halim kadar karışıkmış. İçinden çıkarsam metni yeniden düzenlerim 🙂
Kahve aralarında birçok eski dostla karşılaşmak da ayrıca pek hoştu.
Teşekkürler Digitalage, konusunda uzman kişileri dinleyebildiğimiz etkinliklerin daha sık yapılabilmesi dileğiyle…
Whirlpool Mutfak Sanatları Akademisi’nden bir TT geçti :)
Geçtiğimiz günlerde sevgili Ufuk Özgül’den 12 ekimde Whirlpool Mutfak Sanatları Akademisi‘nde düzenlenecek İtalyan Mutfağı eğitimine katılmam için hoş bir davet aldım. Heyecanla beklediğim eğitim dün akşamdı, erkenden yola çıktım Maslak yönü olunca istikamet, risk almaya gelmez diye düşündüm. Tabii metronun İTÜ Ayazağa çıkışını hatırlayınca çocuk gibi sevindim. Whirlpool Mutfak Sanatları Akademisi harika bir mekan yaratmış. Buraya girip bu kütüphaneyi, eski yıllardan kalan objeleri, ve tabii o mutfağı ve malzemeleri gören her kadının aklı başından gidiyordur eminim.
Global Tanıtım’ın en güler yüzlü ekip üyesi sevgili Ufuk Özgül ve Yemekname’nin mimarı Devletşah‘la kapıda karşılaştık, hemen arkamızdan da Ayşem Öztaş ve eşi geldiler. Tabii heyecanla Ayşem’in iyice belirginleşen karnı ve hamileliği ile ilgili sohbetler ettik. Biraz sonra da Mutfak Sırları iklisi Nilay ve Bora katıldılar aramıza. Bir süre daha trafik nedeniyle ulaşamayanları bekleyip, herkes tamamlanınca bizleri eğitimin verileceği muhteşem bölüme aldılar. Yukarıdaki satırlarda da belirttiğim gibi bu mutfağı görüp de mutlu olmayacak pek az kadın vardır herhalde 🙂 Öğretmenimiz Gabriele Sponza ise film karesinden fırlamışçasına yakışıklı ve zarfi biriydi. Seçilen menü pek leziz görünüyordu, tabii benim yüzgeçli ve kanatlıları yiyememe sorunum dışında 🙂 İlk olarak tatlımızı hazırladık, bekleme süresi nedeniyle ilk sırayı ona vermişti Gabriele Üstadımız. Armut tatlısı için armutlarımızın çekirdekli kısmını çıkartıp, kırmızı şaraba yatırarak içine ömrümde ilk kez gördüğüm minik deniz yıldızı kılıklı kuru ananas, karanfil ve vanilya çubuğu ekleyerek fırına verdik. Bir yanda da parça çikolataları maskarpon peyniriyle karıştırıp erittik ve armutların içine koymak üzere kenarda donmaya bıraktık. Daha sonra kırmızı soğanı ince ince dilimleyip, balzamik sirke, bal ve sızma yağ ile karıştırdık, salatalık ve çeşitli yeşillikleri de ekleyince ellerimizle iyice sosa bulanmasını sağladık ve tabaklara alıp üzerini de parmesanlarla süsledik. Açlıktan mideniz guruldarken yemek hazırlamak çok da zor değilmiş 🙂 Salatalarımızı şaraplarımız eşliğinde yedik. Kallavi oranda hazırladığım için artanı eve götürmek üzere sakladım. Sonra sıra geldi ömr-ü hayatımda yapmaktan hep kaçındığım Risottoya. Tam bir törendi hazırlık ve ocağın karşısında geçirdiğim vakit, bana neden risotto yapmaktan kaçındığımı tekrar hatırlattı 🙂 Ama alnımın aklıyla başardım. Gabriele’nin gösterdiği şekilde tabağı neredeyse dik tuttuğumda yerinden kımıldamadı bile, tadı da pek lezizdi. Hatırlayacağım en önemli not, yaptığımız hiç bir risottonun diğeri ile aynı olamayacağıydı. Sıra deniz ürünlerine gelince mutfağımı NOA‘ya armağan edip kokudan en az rahatsız olacağımı umduğum köşeye kaçıp, fotoğraf çektim. Şarabımı yudumlayarak arkadaşlarımı izledim. Sonra sıra tatlımızı sunmaya geldi; önceden hazırladığım çikolatayı armutların ortasına yerleştirip üzerlerine taze nane yapraklarını da süs yapınca tatlım yenmeye hazır hale geldi, NOA hemen mideye indiriverdi 🙂 Ben ise eve götürmek üzere onları da paketledim. Devletşah’ın risottosu da pek lezizdi ve evde olmayacakları için onunkini de aldım, hatta biraz önce hem anneme hem kendime ziyafet çektim 🙂
Teşekkürler Whirlpool Mutfak Sanatları Akademisi; Gabriele Sponza ve ekibine, özellikle bizlere malzeme taşıyan, dağınıklarımızı toplayan Gabriele’nin “Aslanları” na çok teşekkürler ve Global Tanıtım sizler müthiş bir ekipsiniz, harika bir etkinlikti çok güzel vakit geçirdim, uzun süredir yüzümde bu kadar huzurlu bir ifade görmediğini söyleyen dostların yalancısıyım.
Taking Woodstock 16 Ekim’de sinemalarda…
12 Ekim pazartesi sabahı güne güzel bir film izleyerek başladım. D Productions tarafından gerçekleştirilen öngösterim daveti geldiğinde, film hakkında hiç fikrim yoktu. Yolladıkları bülteni ve linkleri inceleyerek epey bilgi sahibi oldum.
Film gerçek bir hikayeden yola çıkarak çekilmiş. Beni en etkileyen yanı o muhteşem organizasyonun alt yapı hazırlıklarıydı. Gerçi filmde bu kısımlar oldukça hafif geçiştirilmiş ama eminim kalabalık etkinlik düzenleyen herkes filmi izlerken aynı duyguya kapılacaktır. Böyle büyük bir etkinliği düzenlemek, o ekibin içinde yer almak, katılımın beklediğinden fazla olması karşısında heyecanlanmak, olumsuz hava koşullarına rağmen her anı eğlenceye çevirebilecek konuklar… özetle müthiş bir olayın parçası olmak. 1995 sonu ve 2001 yılları arasında, böyle müthiş etkinlikler düzenleyen bir ekibin parçası olmakla hep gurur duyuyorum. Camel Trophy seçmeleri, H2000, Prodigy, Garbage ve daha nice konserler, 6-7 bin kişi katılımlı şirket piknikleri, Off-Road yarışları, Beach Soccer etkinlikleri gibi bir sürü müthiş organizasyon. Hepsinde yürek çarpıntısı hissettiğim zamanlar oldu. H2000 sırasında yağan yağmura rağmen, oğlum da dahil gözleri ışıldayan gençleri görmek eminim tüm ekibin çektiği çileleri unutturmuştur. 9 Haziran gibi bir tarihte yapılacak piknik öncesi, günün erken saatlerinde başlayan Nuh Tufanı kıvamındaki yağmura rağmen gelen, gösteri çadırında binbeşyüze yakın konuktan “hiç bu kadar eğlendiğim bir piknik olmamıştı, iyi ki yağmur yağmış” cümlelerini duymak inanın pek çok şeye değerdi. Tanıdığım öğrencilere hep böyle işlerde yarım zamanlı çalışmalarını öneriyorum. Kalabalıklar içinde çözeceğiniz sorunlar ve alacağınız teşekkürleri pek çok şeye değişmeyeceksiniz. Filmde konser alanını gençlere kiralayan oyuncunun bir cümlesi hatırlattı bunu, sorun olup olmadığını soran gence verdiği cevap hemen hemen şöyleydi “sorun mu ne sorunu, iki gündür bana edilen teşekkürü ömrümce görmedim bu kasabada, gençler ne kadar mutlu baksana”
Film ile ilgili pek çok eleştirmen ve blog yazarı uzun uzun yazacaklardır. Ben sadece bana hissettirdiklerini yazmak istedim. Firmadan gelen basın bültenini paylaştığım posterous yazımdan detaylara ulaşabilirsiniz. Oyuncuların hepsi çok başarılı, başrollerdekilerden hiç de aşağı kalmayan, hatta bazen onlardan oyun çalan yan rollere de dikkat derim.
Bir de önemli not eğer çıplakla, homoseksüel ilişkilerle ve siyonizmle ilgili takıntılarınız varsa bu filme giderken hazırlıklı olun. Yönetmen çok ustaca işlemiş olsa da homofobik olanları, çıplak insanlardan rahatsız olanları huzursuz edecek sahneler var.
İki farklı etkinlik ve iki ayrı kurum felsefesi
Dün iki ayrı etkinliğe gittim. Hem içerikleri, hem de düzenleyenleri farklıydı. Tabii kurum felsefeleri de. Birinde etkinliği düzenleyen ev sahipleri “aman bu iş de olsun bitsin” ruhundayken, diğerinde ise ev sahiplerinde, “yapılan etkinliğe inanmak ve orada bulunulduğu için memnun olmak” duygusu ağırlıktaydı. Birinde “kim kime dum duma” havası varken, diğerinde sizi gördüğü için sevinen, her konuk ile tek tek ilgilenen ev sahipleri vardı. Birinde verilen işi ucundan tutarak yapan mutsuz çalışanlar vardı, diğerinde ise çalıştığı kuruma ve temsil ettiği markalara saygılı, yaptığı işten keyif alan çalışanlar.
Özetle işini sevmek ve yaptığına inanmak her ne kadar kişisel çaba gibi görünse de, kurumların çalışanlarına hissettirecekleri duygulardır aynı zamanda.
59 milyon işsiz, 90 milyon aç, 50 bin ölü bebek …
IMF toplantıları için yapılan protesto olaylarının gölgesinde kalan acı gerçekler var aslında. Küresel kriz nedeniyle 90 milyon insanın aşırı yoksulluk içinde yaşayacağını, 59 milyondan fazla insanın işsiz kalacağını, Afrika’nın Sahra
altındaki azgelişmiş bölgelerinde 30 bin ile 50 bin bebeğin ölebileceğini, 900 milyon insan hâlâ temiz sudan yararlanamadığını ve 1 milyar insanın yoksulluk çemberini bir türlü kıramadığını söylemiş Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick .
İçim acıdı rakamları gördükçe. Dünyanın bir bölümü, gözü dönmüş bir şekilde semirip obezleşirken, diğer bir bölümünde küçücük bebelerin açlıktan ölmesi nasıl içimize siner hale geldik, ne zaman çatladı ar damarlarımız.
Neler yapılır diye kafa patlatan bir sürü insan var, iyi niyetli projelerle zor durumda olanlara yardıma çabalıyorlar. Kişisel tasarruflarla destek olmaya çalışsak da, toplumların büyük kesimi, vurdumduymaz bir şekilde hem doğal kaynakları harcamaya hem de para harcamaya devam ediyor. İnançlarıyla siyaset yapanların bile, önüne geçilemez bir hırsla değişime uğradıklarını görüyoruz. Kendi elimizle hazırlıyoruz sonumuzu. Dünya Bankası başkanının söyledikleri öngörü değil, ürkülmesi gereken gerçekler aslında. Açlık ve susuzluk yüzünden çıkacak savaşların ayak sesleri Afrika’dan gelmeye başladı bile. Tarıma uygun arazileri erozyona, içilebilir su kaynaklarını kurak topraklara dönüştürüyoruz hızla. “Amaan filanca yıla kadar çok var” deyip sırtımızı dönmek kolay kolay olmasına da, içimize siniyor mu olanlar, biraz olsun denesek destek olmayı yapılanlara. Aç, susuz, işsiz insanlara daha yaşanabilir, kendimize de daha huzurlu bir dünya verebiliriz belki.
Rakamsal veriler için kullandığım linkler:
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalHaberDetay&Date=07.10.2
009&ArticleID=957933
http://www.ntvmsnbc.com/id/25007152/
Fotoğraflar için kullandığım linkler:
http://www.wefa.org/uelke-izlenimleri/afrika.html
Yeni dalga Googlewave
Günlerdir ortalık kaynıyor her köşeden Googlewave logosu fırlıyor, hepimizde bir telaş “davetiyen var mı fazla, bana da yolla” diyoruz. Sağolsun John Serra dostum yolladı hemen davetiyeyi, ama gel gör ki mübarek eposta ile değil de, eski sistem posta yolunu izleyerek geldi sanırım, bir hafta sürdü bana ulaşması. Tabii o arada yaratılan heyecan “dalgası” yatıştı, merakım kalmadı.
Googlewave dalgası, bana reklamcılık yaptığım yıllarda yaşanan bazı durumları hatırlattı. Büyük çabalarla kampanyası hazırlanacak yeni bir ürün gelir ajansa. Aylarca çalışılır heyecanla ve son dakikalara yaklaşılır. Ajans hazırdır, ama müşterinin saha ekibi henüz market raflarına ürünü yerleştirememiştir ve gerek duyup bu bilgiyi ajansla paylaşmamıştır. Bir anda düğmeye basılıp TV, basın ve billboardlarla kampanya başlatılır. Beklenti zirveye çıkmıştır. Herkes gaza gelip marketlere koşar, ama ürün ortalıkta yoktur. Aradığı ürünü bulamayan tüketici, gerekmese bile muadilini alır eve döner.
Bu müşterilerin bir diğer türü de, sadece bir şehirde ve bir semtte mağazası olanlarıdır. Kendine güvenleri o kadar tamdır ki, ajansın uyarılarını asla dinlemez, devasa bütçeler harcayarak filmler çektirir, yeri göğü donatır markasıyla. Sonrası hüzün… Gelen talepleri karşılayamaz ve yine rakipler kazanır.
Biraz önce gelen wave davetiyemle sayfaya girmek için heyecan bile duymadım. Onu beklerken, daha önce üye olduğum diğer yerlerdeki profillerimi güncelledim, yeni bir iki yeri keşfettim, hem zaten iletişimde olmak istediklerimle rahatça bağlantıda olduğumu da fark ettim.
Biraz zaman geçsin ilgilenirim “yeni dalgayla”, şimdi de o heyecanla beni beklesin 🙂