:::: MENU ::::

Yaşadığınızı hissedin…


Uzun zamandır yazmak gelmiyordu içimden. Hastalar, hastaneler ve cenazeler üçgeninde yaşarken bazen sadece akışa bırakıyorum kendimi. O an nasıl davranmak kendimi iyi hissettiriyorsa onu yapmaya gayret ediyorum. Tabii sorumluluklarım el verdiğince. Biraz önce Friendfeed’de sevgili Alemşah Öztürk‘ün bir soru yazdığını gördüm.

“Size yaşadığınızı hissettiren şey ne?”

Bir an düşündüm gözlerimi kapatıp. Ne çok şey geçiverdi saniyeler içinde aklımdan. Evladım, güneş ve deniz, seyahat etmek… sanırım özlem nedeniyle düşünüvermiştim bunları. Sonra derin bir nefes aldım, hem de yeni öğrenmeye çalıştığım şekliyle diyaframdan uzun bir nefes. Sağduyumla bir kez daha düşündüm ve fark ettim ki bana yaşadığımı hissettiren şeyler işte tam da bu ikili,
“Nefes almak ve düşünebiliyor olmak”
Nefes almadan ne kadar dayanabilirsiniz, bir düşünün. Aynı cümlede kullandığım bu iki eylem olmadan hayatımız da olamaz. Nefes alın, fırsat buldukça derin derin içinize çekin havayı ve sonra yavaş yavaş verin dışarıya, yaşadığınızı hissedin. Bütün bu eylem sırasında aklınızdan geçenlerin, düşüncelerinizin ne kadar yoğun ve net olduğuna inanamayacaksınız.
Nefes alabilmek ve düşünebilmek…
Derin derin nefes alın ve düşünün, sonra da yaşadığınızın ayırdına varın, hazır zaman varken, anın tadını çıkarın, yaşayın.

Not.Yazıda kullandığım görsel, google aramasıyla bulduğum şu adresten alınmıştır.


Kayıplarımızdan çıkaracağımız kazançlarımız… Yeniden

Bu sabah erken saatlerde, sevgili Burak Dönertaş’ın “Korkular kuşanırız…” başlıklı yazısını okudum. Dört yıla yakın süredir tanıyorum onu,  zor zamanlarda bir telefonla yardımıma koşan dostlarımdan biridir. Yine böyle zor zamanlardan birinde anlatmıştı bana yaşadıklarını ve kayıplarını.  Zordu kabullenmek, hem de her biri başlıbaşına çok zordu yaşadıklarının. O kayıplardan birine dayanarak yazmıştı bu sabah, ders alınası bir yazıydı. Blog yazısına yazdığım yorumda ” Yaşamadan öğrenilmeyen dersler bunlar ne yazık ki. Birileri yazsa da, anlatsa da, kendimiz yaşamadıkça unutuyoruz. Kaybetmeden, sahip olduklarımızın farkına varamıyoruz. Arada sırada dertleşerek paylaştıklarımızı, belki birilerine rehber olur diye yazmak, ruhumuza da iyi geliyor” demiştim. Sonra uzun süre önce yazdığım bir yazıyı hatırladım. Kendi kayıplarımdan çıkardığım dersleri anlatmaya çalıştığım bir yazıyı. “Kayıplarımızdan çıkaracağımız kazançlarımız “ başlıklı yazımı yeniden paylaşmak istedim. Belki birilerine rehber olur diyerek.

“Yarım saat önce Friendfeed’de bir başlık vardı sevgili Üstad Ferruh Mavituna eklemiş, altında da gençlerin yorumları var. Oradaki kısıtlı alana hissettiklerimi ve yaşadıklarımdan aldığım dersleri sığdırmam mümkün değildi. Palahniuk’ un “Invisible monsters” kitabından bir cümleyi alıntılamış Üstad Mavituna. Konu değil beni üzen, genç dinamik insanların, ne kadar maddi değerlere önem verdiğini ve kaybederse ilk aklına gelen şeyin “utanç” duygusu olduğunu görmekti.
Yaşadım ben bunları. İşimi kaybettim, çalışarak kazandığım paramı da, bana ait olmayan borçları ödemeye harcamak zorunda kaldım. Parasız kalınca kiramı ödeyemez duruma düştüm. Evden ayrılıp birilerinin yanında yaşamak zorunda kaldığım için bütün eşyalarımı  dağıttım. Hiç kolay değil hazmetmek.  Herşeyini kaybetmekten ne anladığınız çok önemli. Parasal gücünüzü, işinizi, bunlara bağlı olarak oturduğunuz evi, eşyalarınızı kaybediyorsunuz. İnanın bir şey olmuyor. Eğer aileniz, sizi seven dostlarınız varsa, çaresiz hissetmenize izin vermiyorlar. Önceleri çok ağırınıza gidiyor, uzun süre yalnız kalmak istiyorsunuz. Uzun uzun yürüyüşler yapıyorsunuz, kimseye göstermeden katılana kadar ağlamak için. Bazen boğulacak gibi oluyorsunuz, nefes almakta da . zorlanıyorsunuzAma hayat devam ediyor. Sağlıklıysanız her şeye yeniden başlayabileceğinizi biliyorsunuz. İşte o noktada soruyorsunuz kendinize “ben ne istiyorum aslında?”. Bunca yıl şan, şöhret, ünvan, para hepsine sahiptin, sana daha farklı ne hissettirecek bunlar. Ve sonra yeni bir “ben” keşfettim, her zamankinden daha güçlü daha hırslı, ama bu kez hayata dört elle sarılmaktı hırsımın nedeni. Başardım da, kolay olmadı çok uğraştım, üzüldüm, bunaldım, çok hasta hissettim kendimi, hatta depresyona da girdim. Sonra “dur” dedim ve kendime yeni bir hayat çizdim, daha çok mutlu olduğu şeyleri yapacak, daha basit yaşayacak, varsa yer, yoksa yemez biri olmaya karar verdim. Daha az eşyaya sahibim, dünya üzerinde daha az yer kaplıyorum ve  çevreye daha az zarar vermeye çabalıyorum. Küçük şeylerle mutlu olmayı çok iyi başarıyorum.  Akıllı ve başarılı bir evlada sahip olduğum için, beni seven ve düşünen dostlarım, sağlam duruşlu ve güçlü olmamı sağlayan bir ailem olduğu için her gün şükrediyorum. Her yeni gün benim için yeni bir macera, beni mutsuz eden ve üzen hiç bir olayın veya kişinin yakınında uzun süre geçirmiyorum. Kendime mutlaka kısa da olsa nefes alabileceğim zamanlar yaratıyorum. Korkmayın; kayıplar her zaman yıkım demek değildir. Bazen kendinizi bulmanıza yardımcı olur. Bir arkadaş demiş ki ”Kaybetmek için herşeye sahip olmak gerekmez mi ?” Hayır, gerekmez, sahip olduğun en önemli şeyleri; aklını, yüreğini ve umudunu kaybedersen kork, dünyevi şeyleri kaybedersen, gerçekten daha “hür ve güçlü” oluyorsun. Utanç duygusunu ise; dürüst davranmayanlara, hırsızlara ve döneklere bırakalım.
Hepinize daha huzurlu, daha sağlıklı, daha özgür bir yaşam diliyorum.”
Hayatlarınızı; tüketim ekonomisi çarklarına kapılarak değil, doya doya yaşamaya çalışın. Eninde sonunda hayatlarınız birkaç koliye sığıyor, bedeniniz de portakal sandığı gibi bir tabuta.
Hoşça kalın, sağlıkla kalın…


Yoksulluk… Yazan Gizem Nur Koç

Dünyamızda fakir insanlar çoktur. Bizim elimizden geldiğince onlara yardım etmemiz gerekir. Bizim aile gelirimiz yüksek ise bir kısmını bağışlayabiliriz. Çoğu kişi aile geliri yüksek olmasına rağmen bencillik yapar. 

Mesela biz sınıfça doğudaki bir okula yardım yaptık. Bizim yardımımızdan sonraki resimlerini gördüm ve gözlerinin içi gülüyordu. Diğer kişiler de yoksullara yardım edip onları mutlu edebilirler. Okula gitmeyen çocukların okula gitmesine katkı sağlayabilirler. Böyle yardımlar yaparak onların o küçücük yaşlarında çalışmamalarına da yardım etmiş olurlar. Bizlerin yardımları sayesinde o çocuklar bugünlerimizin doktoru, öğretmeni vb. gibi meslek sahipleri olabilirler. Onlara yardım edip onların da bizim sahip olduğumuz imkanlara sahip olmalarını sağlamalıyız.

Bu duyarlı satırların sahibi Gizem Nur Koç, 11 yaşında pırıl pırıl bir kız çocuğu.  Çiftlik İlköğretim okulu 5 B sınıfında okuyor. Unicef sayesinde, 23 nisanda bu blog onun.

Teşekkürler Gizem Nur, yazdığın ve paylaştığın için.                                                                                  Yolun ve bahtın açık olsun.


Gurur veren bir evlada sahip olmak…

Uzun yıllar o hep Muge Cerman’ın oğluydu. Beni tanıyanlar ondan söz edecekleri zaman ismini anımsayamazlarsa Müge’nin oğlu derlerdi. Yıllar geçtikçe kişiliği gelişti, hem iyi bir evlat, hem de iyi bir müzisyen olarak hatırlanmaya başlandı. Artık ben Emir Cerman‘ın annesiyim. Gurur duyuyorum oğlumla, yeteneğini fark edip, kalbinin sesini dinleyip, dünyanın en prestijli okullarından birinde Berklee College of Music’te burslu okumaya hak kazandı. Ona güvenenlerin yüzü kara çıkmasın diye, gündüzünü gecesine katarak çalışıyor. Kendisine tanınan şansın bilincinde olduğu için; planlarında, projelerinde hep imkanı olmayan yetenekli gençlere kaynak yaratmaya çabalıyor. Geçen yıl Berklee yöneticilerini ikna ederek İstanbul’da da yetenekli öğrenciler seçmelerine getirdi ve tabii onlara kaynak sağlamak için yapılan konserde de sahne aldı ve çok emek verdi. Son üç aydır da dünya çapında bir etkinlik için hazırladığı projeye yoğunlaşmıştı. 18 nisan günü bu projenin ilk adımını gerçekleştirdi arkadaşlarıyla.

Rhythm of the Universe ; farklı ülkelerden gelen öğrencilerden oluşan, her öğrencinin, ülkesini tanıtacağı ve ülkesindeki yetenekli müzisyenlere kaynak sağlayacağı bir projenin adı.
80 ülkeden genç ve yetenekli müzisyen dün Boston’da bir salonda toplandı. Her biri konusunda en iyi olan bu gençler; neşe ve coşku içerisinde projenin ilk adımı olan, Emir’in bestesine söz yazma aşamasını tamamladılar.

80 ülkeden öğrenciyle tek tek ilgilenip projeyi anlatan ve katılımlarını sağlayan oğlumu tebrik ediyor ve hepsine bundan sonrasında başarılar diliyorum. Yolları uzun ve zorlu, ama onlar kararlı, bu işi başaracaklar.
Henüz projenin detaylarını tam olarak paylaşmıyorlar, ama fikir edinebilmeniz için aşağıya bir link ekledim.
Yolun ve bahtın açık olsun oğlum, seninle gurur duyuyorum.

Rhythm of the Universe


Karacaoğlan der ki…

karacaoglan-kimdir-hayati-ve-siirleri-gelgez-1

Sabahları uyanınca günlük işlere başlamadan Saatli Maarif Takvimine bakarım. Çocukluktan kalma bir alışkanlık. O gün neler olmuş? Hava durumu hakkında bir not var mı? Ders alınabilecek bir deyiş var mı?
Bu sabah da aynı şeyi yaptım, gördüm ki en sevdiğim halk ozanlarımızdan Karacaoğlan’ı anma günüymüş bugün. Hem dizelerinin bir kısmını yeniden okumak, hem de hakkında detaylı bilgiye ulaşmak için azıcık dolaştım internet sayfalarında.
Çeşitli rivayetler var hakkında; 17. yüzyılda Karacaoğlan’ın Güney Anadolu’da Toroslar yöresinde yaşadığından tutun da, Belgratlı olduğuna kadar. Şiirlerine bakılırsa en akla yakını tabii Toroslar.

“Vatanımız Adana, Maraş,
Çukurova ilimiz var.”

Ortaokulda bir öğretmenim sayesinde çok sayıda şiirini okuma şansı bulduğum, ama çoğumuzun

“İncecikten bir kar yağar,
Tozar Elif, Elif deyi…
Deli gönül abdal olmuş,
Gezer Elif, Elif deyi…”

dizeleriyle tanıdığı bu usta halk şairini analım.
70 lerde Ersen ve Dadaşlar ın severek dinlenen

“Karac’oğlan der ki kondum göçülmez
Acıdır ecel şerbeti içilmez
Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm”

sözleriyle hatırlayacağınız parçası da, çok kişinin Karacaoğlan şiirleri peşine düşmesini sağlamıştır.

Yaşadığı topraklara hayran, dürüstlüğe tutkun, haksızlığa katlanamayan ünlü ozanın en sevdiğim ve her devir için güncel olan dizlerinden birini daha sizlerle paylaşmak istedim.

“Bu dünyada adam oğluyum dersin,
Helâli, haramı durmayıp yersin,
Yeme el malını er geç verirsin,
iğneden ipliğe sorulur bir gün.

Gökte yıldızların önü terazi,
Ülker ile aşar gider birazı,
Yarın mahşerde de sorarlar bizi,
Hak mizan terazi kurulur bir gün.”

Alıntılar yaptığım ve bilgileri aldığım linkleri de listeliyorum, antolojisine göz atmak isteyebilirsiniz. Yaşadığımız dönemde bile etkisini kaybetmeyen dizeler bunlar.

http://www.siraze.net/antoloji/karacaoglan/index.htm
http://siir.gen.tr/siir/k/karacaoglan/karacaoglan.htm
http://www.turkuler.com/ozan/karaca.asp

 

Görsel kaynağı: https://www.gelgez.net/wp-content/uploads/2017/01/karacaoglan-kimdir-hayati-ve-siirleri-gelgez-1.jpg


Bu kadar sevgisizlik ve nefret insanı hasta eder

Kendi sevgisizliklerini, mutsuzluklarını, yoksunluklarını başkalarını üzmekle gidermeye çalışanlar beni hep şaşırtmıştır. Yaşadıkları hangi ağır travma bu denli kötü düşüncelerle yoğrulmalarına neden olmuştur acaba diye düşünürüm. Sevgi dolu kocaman bir ailede yetiştiğim için hep şükrederim. Misafirimiz hiç eksik olmazdı. Bayram yemeklerimiz, yılbaşı ve doğum günlerimiz hep coşku ile kutlanırdı. Akrabalar, yakın aile dostlarının olmadığı yemek masaları hüzün verirdi sanki. Bunca yoğun duygularla yetiştiğinizde; hayata bakışınız da farklı şekillenmiyor. İnsanları mutlu etmeyi, güzel duygular hissetmelerini, sevinçleri ve kederleri paylaşmayı öğrenmişseniz, bu sizin yaşama biçiminiz oluyor.
Güne neşeli başlamanın, ilerleyen saatlerde yaşayacağımız zorlukları az da olsa hafiflettiğine inanıyorum.  Okul yıllarından kalma bir alışkanlıkla, akşam kaçta yatarsam yatayım sabah en geç altıda uyanmış olurum. İki yıl önce friendfeed sosyal ağını kullanmaya başladığımda, sadece yabancı ülke kullanıcılarının birbirine günaydın deyip, iyi günler dilediğini fark ettim. Her sabah uyanır uyanmaz önce kendime, sonra da belki birilerine moral olur diye günaydın mesajları yazmaya başladım. Bir süre sonra, pek çok arkadaşımın mesaj altında toplanıp günü selamladığı bir eğlenceye dönüştürdük bu işi. Bu mesajlarım yüzünden nelerle suçlanmadım ki. Şizofren yaşlı kadın, ilgi manyağı, yalaka, çıkarcı ve daha neler neler. Hani eski bir deyiş vardır “kişiyi nasıl bilirsin” diye sormuşlar dervişe, cevap “kendim gibi” olmuş. Sanırım burada da durum böyleydi, insanlar karşılıksız sevgi ve dostluktan öyle yoksun kalmışlar ki, bir selamın ardında bile çıkar arıyorlardı.  Benzer durum,  doğum günü mesajları ile de devam etti. Doğum günleri benim için çok önemlidir, çünkü annem, anneannem ve teyzelerim bana ve kardeşlerime çok güzel kutlamalar yaptılar çocukken. Hemen hemen bütün dostlarımın doğum günleri kayıtlıdır, gücüm yettiğince onları mutlu edecek armağanlar hazırlamaya çalışırım. İş yerlerimde de çok önem verirdim ve mutlaka her doğum günü olan için bir kutlama yapılmasını organize ederdim. Sevgili Mehmet Cihangir‘in, friendfeedde bana doğum günümde bir kutlama yorumu açmasıyla o kadar mutlu olmuştum ki, ben de doğum gününü bulabildiklerime sanal kutlamalar yapmaya başladım. Onları tanıtan bir iki cümle ve varsa blog adreslerini yazıp, özenle fotoğraf da ekliyordum. Bir süre sonra takma isimli nefret timleri yine ortaya çıktı, bu kez de kutlama mesajlarına takmışlardı. Alay ve hakaret içeren başlıklar açarak beni üzmeye çalışıyorlardı. Bir başka türü de yorum yazdığım yerlerde bana hakaret ederek kendini tatmin ediyordu. Üzülmemek mümkün değil, ama onlar için daha çok üzülmem gerektiğine karar verdim. Bu kadar sevgisizlik ve nefret insanı hasta eder, yazık.
Yaşamam gereken zorluklara, halletmem gereken sorunlara, benden ilgi bekleyen aile büyüklerime ve dünyanın diğer ucunda okuyan oğluma harcayacağım enerjiyi  boşa tüketmemem gerek.
53 yıldan fazla süredir, ailemden gördüğüm gibi sevgi ve dostluk vererek yaşadım, bundan sonra da öyle yaşamaya devam edeceğim.
Hayatın bana ne sürpriz hazırladığı meçhul, üzüntüyle vakit kaybetmeye değmez.
Sevgi ve ışıkla kalın…


Siyamlı prensesim artık yok

Güzel gözlü siyamlı prenses kızım artık yok.    

Bir süre önce başlamıştı durumu ağırlaşmaya, önceki akşamüstü, minicik kalan bedenini sarıp veterinere giderken, hem gözyaşlarına boğuldum hem de evimize ilk geldiği günü hatırladım. Elim kadardı, kocaman masmavi gözleri vardı. Koyu kahve olan kulaklarının ve kuyruğunun ucu ile patileri dışında, bütün bedeni, sütü fazla gelmiş bir fincan sütlü kahve gibiydi. Önceleri  mama beğenmeyen küçük hanım, kuru mamaya alışınca başka şey yemez olmuştu. Lazer kaleminin ışığını kovalamayı, kendini taratmayı, kalorifer peteği üzerinde uyumayı, güneş geldiği saatlerde cam içinde uzanmayı severek geçivermiş tam 15 yıl.
Kucağımda uyuyuşu, tüyleri taranırken çıkardığı ses, sinirlenince çıkardığı yoğun siyam sesi artık yok. Ona ait eşyaları toplarken içim acıdı, sokaktaki kedilere yanaşamadım bu sabah. Artık acı çekmiyor tek tesellim bu, zor olacak ama alışacağım buna da.
Huzurla uyu siyamlı kızım.


Hastalar, hastaneler, cenazeler…

Daha önce de pek çok kez yazdım, aile büyüklerimin çoğu hasta. Bu nedenle vaktimin çoğu, hastanelerde ve muayenehanelerde geçiyor. Geçtiğimiz 10 gün yine yoğunlukla böyle geçti. Tam artık isyan etmeye başladığımda, 2 gün arayla toprağa verdiğim iki eski arkadaşımın cenazeleri, hayatı ciddiye alarak değil, eğlenerek yaşamam gerektiğini hatırlattı bana. Her ikisi de kalp krizinden öldüler, hayatı çok ciddiye almışlardı. Birisi anne, diğeri babaydı. Arkalarında gözü yaşlı eşler ve çocuklar bırakarak gittiler. İyi eğitimli, başarılı hayatları olan insanlardı. Ailelerine iyi bir hayat vermek için canlarını dişlerine takmışlardı. Her ikisinin de kalbi yaşadıkları strese daha fazla dayanamamıştı. Biri “ben biraz uzanayım, içim bayılıyor sanki” diyerek ölüme yürümüştü, diğeri ise telefonda konuşurken fenalaşmış bulunduğu yere yıkılıvermişti. Yaşadıkları sürece sevgi dolu dostlardı, acı çekmeden ve sevdiklerine de çektirmeden bu dünyadan göçüp gittiler. Eşleri de arkadaşım olduğu için onları anlatan yazılar yazmak için izin istedim, her ikisi de “şimdilik yazma, belki bir süre sonra” dediler, ben de saygı duydum ve isimlerini bile yazmadım.
Hayatı ciddiye almamamı hatırlattınız bana dostlarım, ikiniz de nur içinde yatın.


Bilim, gözlem yapmakla başlar

Çevrenizdeki çocuklara, gençlere;  hayata daha kolay hazırlanmaları, gözlem yeteneği ve sorumluluk duygusu kazanmalarına yardımcı olacak bir projeden söz etmek istiyorum. Bu projenin adı “İlk teleskobum“.  Friendfeed  paylaşımlarıyla tanıdığım ve takipçisi olduğum sevgili Nurcan Ötügen Gök sayesinde haberim oldu bu projeden. 70 lerin başları; Michael Crighton ve Daniken kitaplarıyla merak sardığım bilim kurguyla geçen yaz tatillerinde, Saros Körfezindeki yıldızlı gökyüzüne hayran hayran bakıp astronot olmayı düşlediğim yıllardı. İmkanlar sınırlı olduğu için teleskop sahibi olamadım, tabii astronot da olamadım 🙂

Gelecek nesillerin ise bizden daha çok şansları var bu konuda. Onlara;  bilim dünyasına katkıda bulunabileceklerini fark etmeleri, gözlem yeteneği ve sorumluluk duygusu kazanmaları için bir şans verin; gökyüzüne, dolayısıyla doğaya olan ilginin ve merakın artırılması için bu projeyi destekleyin. Buraya tıklayarak proje hakkında bilgi alıp dostlarınızla paylaşınız lütfen.


Alzheimer denen menhus illet

Adını söylemek bile sıkıntı verirken, hastalığın kendinin sıkıntı vermesi kaçınılmaz. Menhus bir illet bu, henüz bilim insanları da nedenini tam anlayabilmiş değiller. Tedavisi ise uzunca bir süre mümkün görünmüyor. Şu aşamada ancak hastalığın ilerlemesi önlenebiliyor, biraz da olsa hastanın yaşam kalitesini iyileştirme konusunda çabalar var.
90 ların sonuna doğru eşimin eniştesinde başlayınca tanıştım bu hastalıkla. Daha önceleri filmlerde, dizilerde mizah unsuru olarak kullanılan belirtileri yakınlarınızda görmenin hiç de eğlenceli olmadığını yaşayarak öğrendim.

Hem iyi, hem de kötü oldu hastalığı tanımam, büyük teyzemde başladığını fark edip anneme ve küçük teyzeme uyarıda bulunduğumda konduramadılar böyle birşeyi ablalarına. Nihayet ikna olduklarında ise hastalık üçüncü aşamaya geçmişti bile. Bir kaç yıl içinde de hızla ilerleyip teyzemin ölümüne sebep oldu. Ne acı ki aynı senaryoyu üçüncü kez izliyorum. Bu kez anneciğim hasta. İkinci aşamada yavaşlattık ama üçüncü aşamaya da yakında geçeceğiz sanırım.
Önceleri haksızlık gibi geliyordu bu durum bana. Öyle ya hayat dolu insanların gözümün önünde köşe yastığına dönüşmesini içime sindiremiyordum. Yapabildiğim tek şey biraz daha iyi vakit geçirmelerini sağlamaya çalışmaktı. Gün be gün bakışlarının donuklaşıp, algılarının azalmasını izlemek hiç de kolay değil. Aynı soruyu üst üste onlarca kez duymak, hep aynı anıların gülümseyerek defalarca anlatılması, okul yıllarında ezberlenmiş şiirin bir kaç gün arayla tekrar tekrar söylenmesi, basit günlük işlerin bile yapılmasının unutulması içinizi acıtıyor. İleri safhalarda sizi gördüklerinde gülümsüyorlar, sadece emin olamıyorsunuz, acaba tanıdı da mı gülümsedi, yoksa her yabancıya gülümser gibi mi gülümsedi.

Beyin denen makinenin dişlileri aksak ritmle çalışmaya başlayınca olanlar bunlarla sınırlı değil tabii. Hastalığın ilk dönemlerinde ilaç kullanılmadığı zamanlarda aşırı sinirli, gergin ve hatta saldırganlaşabilen yakınınızı tanımakta zorlanıyorsunuz. Ağırınıza gidiyor, üzülüp perişan oluyorsunuz sizi tehdit olarak görebilmelerini sindiremiyorsunuz. Hatta paralarını çaldığınızı, onları aç bıraktığınızı ve hatta öldürmeye çalıştığınızı söyleyebiliyorlar.
Enişte ve teyzede yaşanan sıkıntıları annemde en aza indirdik. İlaçla yavaşlattığımız için gerginlikler hafif atlatıldı. Tabii paralarını olmadık yerlere saklayıp “sen mi aldın” diye sorma ritüeli bir kaç kez yaşandı.
Şimdilerde bir köşede oturup, eski günlerde 10 dakikada çözdüğü bir gazete dolusu bulmacayı tüm gün uğraşıp başaramamasını görmek durumundayım. Yemek yemesi, su içmesi, ilaçlarını kullanması hep takip etmem gereken eylemler. Dalıp gidiyor başka alemlere, su içmek yemek yemek gibi şeyler aklına bile gelmeyiveriyor.
Ailelerinizdeki yaşlıları iyi takip edin lütfen. Basit ipuçlarıyla hastalığı yakalamak mümkün. Belki kondurmak istemeyeceksiniz ama uyanık olmanızda, hem sizin hem de hastanızın açısından yarar var. Ne yazık ki hastalığı görmezden gelen bazı ailelerin yaşadığı tatsız olaylarda, hastanın başını alıp gitmesi ve kayıplara karışması sonrası yaşanan üzüntüler hoş değil. Savaşmak için yapılacak fazla şey yok, genetik bir hastalık bu, çevrenizdeki belli yaşın üzerindekilere; aktif sosyal yaşam, düzenli egzersiz ve açık havada bolca yürüyüş önerin. Özellikle emekliye ayrılan erkekler mutlaka daha önceki yıllarda bir hobi edinmeliler, böylece boşluk ve işe yaramama hisleri yaşanmayacak ve alzheimer, demans gibi hastalıklarla yüzyüze gelme olasılıkları azalacaktır.
Ve tabii en önemlisi; bu hastalıkla tek başınıza savaşmaya çalışmayın. Mutlaka yardım alın. Hastanın kendisinden çok, yakınlarının desteğe ihtiyacı oluyor. Tanıdığınız birinin, zaman içerisinde size bir yabancı gibi bakması, sizi hırsızlıkla suçlaması, hatta kendisini öldürmekle tehdit ettiğinizi söylemesi, daha ilerleyen zamanlarda aynada kendine selam verir hale gelmesi, çok da kolay katlanılacak durumlar değil.
Bu linki de elinizin altında bulundurmanızda yarar var.  http://www.alz.org.tr


Sayfalar:1...44454647484950...61