:::: MENU ::::

“HAYIR” hem de gönülden

Uzun süre neler değişecek, hangi anayasa maddelerinde nasıl iyileştirmeler yapılacak diye paylaşılan olumlu, olumsuz çokça yazı okudum. Ekonomik istikrar (sanki var da, cari dış açık ürkütücü rakamlara ulaşmış) bozulacak diye telaşlanan iş çevreleri, yandaşlar, besleme basın organları heyecanla savunuyorlar. Acaba bende mi bir terslik var diye düşünmeye başlarken, geçen gün okuduğum Ali Sirmen yazısıyla gönülden “HAYIR” diyeceğim. Rastladığım herkese okutuyorum, kağıda bastığım bu yazıyı.   
Lütfen sizler de okuyun ve RTE’nin kendi ağzından çıkan sözlerle, neden “HAYIR” demeniz gerektiğini görün.
Cumhuriyet Gazetesi yazarı Sayın Ali Sirmen’in yazısından alıntıdır.
“Son zamanlarda, artık “evet mi hayır mı?” sorularından bıkmaya başlamıştım ki, Mine cumartesi günkü gazetelerden birinde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bir açıklamasını okudu ve hemen buyurdu:
– Her şeyi açık açık anlatıyor. Sen de bunu yaz da herkes görsün!
Bir köşe yazarı, karısı yaz deyince, yazmaktan başka ne yapabilir ki? Ben de yazıyorum.
Bakın Tayyip Erdoğan perşembe günü katıldığı iftar yemeğinde ne demiş:
“İnanın ayaklarımızda pranga var. Biz prangaları çözemediğimiz sürece, sizler belki dışarıdan zannediyorsunuz ki, parlamentonun yüzde 65’ine sahipsin çöz de git! Neyi çözüyorsun?
Türkiye’de parlamentonun da, yürütmenin de üzerinde bir yargı gücü var. Seni engelliyor. Ben bugün vali ataması yapamıyorum. Seni engelliyor. Atadığım valiyi geri iade ediyor aynı anda. 23 kere bir müdürü geri iade ediyor (geri iade ediyor denmez ama üslup Başbakan’ındır aynen koruyorum A.S.) Ben bir yürütme ve hükümet olarak, istediğim müdürü istediğim yere atayamazsam, istediğim valiyi istediğim yere atayamazsam, bu ülkede ben nasıl icrai faaliyet yapacağım? Halkın karşısına o mu geliyor, ben mi geliyorum?.. Yarın beni siz yargılayacaksınız, vatandaş yargılayacak. İyi yaptın kötü yaptın diye bana diyecek olan kim. Onlar halkın karşısına çıkmıyor ki, ben çıkıyorum halkın karşısına. Hesabı veren ben, ama gelip bana zulmeden de o. Bu böyle yürümez. Onun için bu anayasa değişikliğine evet istiyoruz.”

***
Tayyip Bey’in 23 Nisan 2010 yılında koltuğunu sembolik olarak küçük bir çocuğa bırakırken söyledikleri de şuydu:
– Artık mühür sende, ister asarsın, ister kesersin!
Tayyip Bey’in bu iki konuşması 12 Eylül’de anayasa referandumunda neden hayır oyu vereceğimi gayet iyi açıklıyor.
Görüyorsunuz Tayyip Bey kendi sözleriyle açıklıyor ki, 12 Eylül oylamasının asıl gerekçesi kendi astığı astık, kestiği kestik yönetiminin önündeki yargı engelini kaldırmak. Tayyip Bey’e bu açık sözlü konuşmasından dolayı çok teşekkür ederiz. Bütün aldatmacaların ardında, gerçek niyetin ne olduğunu şimdiye dek hiç kimse, bu kadar net bir biçimde anlatamamıştı.
Teşekkürler Tayyip Bey! “Hayır”ın en güzel en açık gerekçesini bizzat siz verdiniz. “


Dostlarınız varsa; doğum günlerinizde yaşlanmaz, gençleşirsiniz

Bu yıl Emir’in kısacık da olsa yaptığı İstanbul ziyaretiyle başladı doğum günü kutlamalarım 🙂 Gabriel’le beraber verdiler ilk hediyemi. Harici hardisk alamadığım için pek hayıflandığımı bildiğinden, armağanı bu konuda seçmişler.
3 eylül sabahı, teyzemin erkenden ve sessizce hazırladığı sürpriz kahvaltıyla da devam etti kutlamalar 🙂 Öğle saatinde de sevgili Neva Kip‘le aylardır uğraşıp denk getiremediğimiz öğle yemeğinde buluştuk. Keyifli sohbet yanında Nişantaşı Kantin’in leziz menüsüyle pek güzel vakit geçirdim. Hediyelerim de bonusu oldu.  

Sonra Rumeli Caddesi’nden eğlenceli bir yürüyüşle, metro yardımıyla Astoria’ya gittim. Kendime bir kız filmi armağan etmek istedim. Buldum da, “Going The Distance” sabun köpüğü gibi, ama arada kahkahalarla güleceğiniz sahneleri olan bir romantik komedi. Başrollerde Drew Barrymore, Christina Applegate, Ed adlı dizide ilgimi çeken ve He’s Just Not That Into You ile sevdiğim aktörler arasına katılan Justin Long ve Its always sunny in Philadelphia dizisinde keyifle izlediğim Charlie Day var. Rahatça izleyip, bolca kahkaha attım. Eve dönerken bir dönem birlikte çalıştığım reklamcı arkadaşlarım aradı, doğum günümde sevdiğim bir program hazırladıklarını, kimseye söz vermememi söylediler.

4 eylül sabahı doğum günü kızı olarak, sabah erkenden Friendfeed’deki kutlamaları görüp, zırıl zırıl ağladıktan sonra, susmayan telefonları cevaplayarak duş yapıp, giyinip çıktım evden.
Denize olan aşkımı bildikleri için bir tekne ayarlayıp, boğaz turu ve Riva’ya kadar uzanmayı planlamışlar. Gel gör ki allahın umdurmadığını peygamber sopayla kovalarmış. Trafik ışıklarında yavaşlayıp durduklarında, arkalarındaki su damacana servisi yapan minibüs, bütün hızıyla çarpmış bizimkilere. Kızların her ikisi de sarsıntıda boyunlarını zedelemişler. Arkadaşımın arabası volvo olduğu için onda neredeyse hiç hasar yokmuş, ama minibüsün önü haşatmış. Kağıt  kürek işlerinden sonra hemen Amerikan Hastanesine gidip boyun röntgeni çektirmişler. Birine hemen boyunluk takılmış, diğerinin bir de mr çektirmesini istemişler. Boyunluk takılanı, bir taksiye atladığı gibi benim beklediğim yere geldi. Görünce şaşırdım, sonra da neden telefon etmediler diye kızdım. Üzülmemi istememişler. Birlikte gideceğimiz arkadaşları telefonla aramışlar bildirmişler, bana ille de kendi gelip haber vermek istemiş. Sarlıp, koklaşıp ayrıldık, başka bir zaman aynı turu yapmak üzere sözleşip.    
Bendeniz de ne etsem diye bakınırken, gelen Taksim otobüsüne atıverdim kendimi. Keyifsiz olduğum, enerjimin düştüğü zamanlarda yaptığım gibi Beyoğlu-Tünel turu planladım hemen. Taksim’e çıkılır da Kızılkayalar’a uğranıp arsızlık yapılmaz mı? Tam o sırada “Can Dostum” esprili kutlama telefonuyla arayıp, nerelerdesin demesiyle yanımda bitivermesi arasındaki zaman 2 dakikayı geçmemiştir. Bolca kahkahalı sohbet sonrası kendisini toplantıya götürecek kişileri beklerken, Starbucks’ta sohbete devam etmeye karar verdik. Onu katılacağı toplantıya yolcu ettikten sonra, ben de Tünel’e doğru yürümeye başladım. Yoğun lodos nedeniyle nem oranı iyice yükseldiği için, sık sık klimalı mekanlara girip, sanki alışveriş edecekmiş gibi serinliyordum 🙂 Tünel’deki Starbucks’a attım kendimi, wifi hizmetinden yararlanarak gelen mesajları ve tebrikleri cevaplarken yine zırıldadım, oradakiler de anlam veremediler, ama bulaşmadılar da 🙂 Sonra Cadım aradı, programım olmadığı için “haydi Kadıköy’e gel” teklifini ikiletmedim. Tünel’den Karaköy’e uzadım ve ilk vapurla harika bir deniz gezmesi yaparak planlanan eğlencenin minisini gerçekleştirdim 🙂 Mutad cumartesi ziyaretini gerçekleştiren Wind Spirit’i görünce hemen görüntüledim sevgili Olcayto Cengiz için 🙂 Kadıköy’de evet-hayır yarışmasının son aşamaları oynanıyordu. Meydanda geç saatlerde yapılacak toplantı duyuruları, parti araçlarının devasa kolonlarından yükselen sesler, gürültü kirliliğine tavan yaptırmıştı.

Hemen oradaki Starbuck’sa sığındım ve Cadıyı beklemeye başladım. Bir de sürprizle geldi Cadım, Isparta’dan düğün nedeniyle ziyarete gelen tonton anneannesini de getirmişti yanında. Deniz kenarına gitmenin daha eğlenceli olacağında hepimiz hemfikir olup yola döküldük. Balon’un altındaki sahilde kurulu mekana yerleştik, içeceklerimiz ve gıdalarımızla sohbeti derinleştirdik. O kadar eğlendim ki saatin farkına bile varmadım. Cadı’nın annesi de işlerini bitirip bize katıldı. Harika bir kadın, güçlü, kararlı, bilinçli, iyi eğitimli ve eğlenceli. Üç nesil bir aradayken, hem aile terbiyesi ve görgüsü, hem de genlerin etkisini rahatça görebiliyor insan. Bu keyifli sohbet ve üçü de nev-i şahsına münhasır kadınlardan ayrılmak zor olsa da, son Beşiktaş vapurunu kaçırmamak için hızlıca iskeleye yürüdük.
Akşam saati gökdelenlerin görüntüsüyle çirkinleşmemiş İstanbul panoramasının verdiği hazla, önce Beşiktaş’a, oradan da eve vardım.
Günün yorgunluğunu atmak için hemen bir duş alıp köşeme çekildim. Dostlardan gelen mesajları, yazılan güzel dilekleri okudukça yüzümdeki gülümseme ağzımı ensemde fiyonk olabilecek hale getirdi 🙂
Teşekkürler dostlarım, güzel dilekleriniz, yüreklendiren notlarınız ve sevginizle bir yaş daha yaşlanmak yerine, gençleştim inanın.


Friendfeed kullanıcı profili araştırması

Oğlum Emir ve arkadaşlarının gelişi telaşı, sonraki hayhuy derken Friendfeed Kullanıcı Araştırmasını detaylı inceleyememiştim. Sevgili Uğur Özmen’in yazısı sayesinde kendimi sıralamada görünce, hem sizlerle paylaşmak, hem de başta sevgili Mustafa Duran ve araştırmaya katılanlara teşekkür etmek istedim.
Friendfeed Kullanıcı Profili araştırması; kullanıcıların internette geçirdiği süreden, eş zamanlı kullanılan sosyal medya platform bilgilerine, kullanım nedenlerinden, kişilere kadar pek çok noktaya değiniyor.
Hemen her katılımcının Facebook hesabının olduğu, Twitter’ın Facebook’a oranla daha çok tercih edildiği, sosyal medya kullanıcılarının sıkı birer blog takipçisi olduklarının da belirlendiği araştırmaya göre; video izleme oranlarında erkekler ve kadınların yüzdeleri neredeyse başabaş.
Takip edilen paylaşımlar arasında Pazarlama %44.3 ile başı çekiyor. Onun ardından  %41.5 oranı ile sosyal medya ve 32.4 ile sinema geliyor.
Araştırmaya göre kadınlar ve erkeklerin takip ettikleri konularda ilk hemen hemen aynı ; Pazarlama, Sosyal Medya ve Tasarım.
Araştırmaya katılanların % 56 sı marka/kurumların hesaplarını takip ederken, % 44 etmiyor. Kadınların marka takip etme oranı erkeklere göre daha fazla.
Friendfeed’de öncelikli olarak takip edilenlerin başında sevgili Uğur Hocam var. Bendeniz de erkeklere göre altıncı, kadınlara göre beşinci sırada takip ediliyorum.
Friendfeed’de paylaşımlarından en çok yararlanılan listesinde Mustafa Duran bayrağı kapmış durumda, onu yine Uğur Hocam izliyor. Bendeniz de; erkeklere göre altıncı, kadınlara göre dördüncü sırada yer almışım.
Teşekkürler Pazarlama Dünyası, teşekkürler oy verenler; bu gri havada içimi aydınlatan bir araştırma inceledim sayenizde.


Markalar ve insanlar

Markanıza, ürününüze ne kadar özen gösterirseniz gösterin, ne kadar şık ambalajlar web siteleri ve ilanlar hazırlarsanız hazırlayın, iyi bilgilendirmediğiniz, kurum kültürü aşılayamadığınız bir eleman bile bütün çabanızı yerle bir edecektir.
Uzun yıllardır “Doğa” markasının imza attığı hemen her ürünü gönül rahatlığıyla kullanırım. Özellikle ekinezya çaylarının tutkunuyum. Neredeyse bir yıldan fazla süredir Levent, Etiler civarındaki satın alma noktalarında bu ürün dışında her ürünleri var. Arada başka markaları, aktardan aldığım işlenmemiş ekinezya bitkisini demlememe rağmen aklımın bir köşesinde hep o ürün var.  
İnternet üzerinden kendilerine ulaşıp derdimi anlattım, ürünü nerede bulacağımın bilgisini rica ettim. Genç bir hanım kızımız filanca bölümden falanca beyin beni arayacağını söyleyerek telefon numaramı istedi. Ne arayan var, ne soran diyerek ertesi gün tekrar aradım. Yine aynı minvalde bir konuşma ve yine sizi arayalım cümlesine “ben sadece ürünü bulabileceğim bir mağaza adı istiyorum” demem üzerine beni beklemeye alıp, bir süre sonra da telefonu kapattılar.
Son 15 dakikadır siteyi inceledim. Belli ki markayı yaratanlar, emekleri boşa gitmesin diyerek epey uğraşmışlar, ama en önemli detayı, yani “insan” faktörünü atlayıvermişler. Dr. Feryal Menemenli’nin çabaları, emeği ve girişimlerine çok yazık oluyor.
http://www.doga.com


“Gün Işığında” Berna Sağlam Naipoğlu

Sevgili Berna Sağlam’ı onbeş yıldan uzun süredir tanıyorum. Gerek Vakko’da çalıştığı yıllarda, gerekse kendi şirketi adına yaptığı başarılı işleri hep takip ettim. 90 ların sonlarında “Yılın En Başarılı İş Kadını” ödülünü kazandığını bildirmek ve törene davet etmek üzere bürosuna uğradığımda, sıcacık gülümsemesi ve içtenliğiyle kalbimi kazanmıştı. Zaman içerisinde, özel günlerde mesajlaşarak sürdürdük dostluğumuzu. Geçen yıl ilk kitabını yayınladı Berna Sağlam, kitabın adı “Gün Işığında”. Dünya Gazetesinde yazdığı köşe yazılarından derlemelerin yer aldığı kitabını okuyamamıştım.
Geçtiğimiz hafta oğlum Emir, yabancı arkadaşlarıyla beraber, bir rastlantıyla ofisine toplantıya gittiğinde, zarif bir davranışla beni hem hüzünlendiren, hem de gururlandıran bir yazıyla imzalayıp kitabını yollamıştı. Hiç vakit kaybetmeden okumaya başladım ve bir nefeste okuyuverdim.
Su gibi okunuveren bir kitap, kah gülümsüyorsunuz kah boğazınıza bir yumru oturuyor. Önsözle başladım duygulanmaya, hemen her yazıda hem eğlendim, hem de tanıdık çok şey buldum.
Hayata dört elle bağlanan, hem kendisini, hem de çevresini mutlu etmeye çalışan insanlardan Berna Sağlam.
Minik dokunuşların hepimizin hayatını ne kadar iyi yönde etkileyeceğini tekrar hatırlatan, hayatın kendisinin değil de, birilerinin yaptıkları nedeniyle zorlaştığını anlatan yazılardan büyük keyif aldım okurken.
Kendinizi mutsuz, yalnız, ve huzursuz hissettiğiniz zamanlarda okumak üzere edinmenizi öneririm “Gün Işığında” isimli kitabı.

“İnsan veya hayvan; bir canlının gözündeki ışık, en paha biçilmez değerlerden biridir. Özellikle, bu ışıkta küçücük de olsa bir katkınız olduğunu biliyorsanız.”

Yukarıda yaptığım alıntıyı sevdinizse, yolunuz kitapçıya düştüğünde raflarda arayın “Gün Işığında” yı.


Sayılı gün çabuk geçer derler, doğruymuş

17 ağustosta geldi Emir ve arkadaşları İstanbul’a. Hem yeni projesi için görüşmeler yapmak hem de kısa da olsa İstanbul’u solumak istemişlerdi. Çok gönlüme göre olmasa da epey vakit geçirdik birlikte. Onların heyecanlarına, coşkularına tanık olmak, neşelerini paylaşmak benim de ruhuma çok iyi geldi. O kadar alıştım ki Gabriel denen şirin velete, tamam dese evlat edinebilirim. Emir’le kardeş olsalar bu kadar benzer huyları, alışkanlıkları vs. Dominik Cumhuriyeti’nde bir kardeşi var artık oğlumun 🙂 Çok eğlendirdiler beni şu kısacık sürede.

Bu sabah yolcu ettim ikisini Atatürk Hava Limanı’ndan. Hüzünlü değil, sadece uykusuzduk üçümüz de. Sabaha kadar deliler gibi gülüp eğlenip, araya bir de tavla turnuvası bile sıkıştırıverdik. Güle güle gidin evlatlarım, yolunuz ve bahtınız açık olsun. Güzel günler bekliyor sizleri, kıyısından köşesinden de olsa mutluluğunuza ortak olmak güzeldi.


Efsane İstanbul: Bizantion’dan İstanbul’a – Bir Başkentin 8000 Yılı

25 ağustos günü Emir ve Berklee’de birlikte okuduğu yabancı arkadaşlarını, Sakıp Sabancı Müzesi’nde “Efsane İstanbul: Bizantion’dan İstanbul’a Bir başkentin 8000 yılı sergisine götürdüm. Aslında planımız tarihi yarımadaya geçip Topkapı, Ayasofya, Yerebatan üçlemesi yapmaktı, ama sabah saatlerine katılmaları gereken bir toplantı konulunca, biz de programı değiştirdik.    
Sahil yolundan eğlenceli bir yolculukla vardık Sakıp Sabancı Müzesi’ne. Çocuklarım öğrenci oldukları için 3 er lira ödeyerek gezdiler Köşk’teki daimi el yazmaları ve müze bölümündeki İstanbul sergisini.
Atlı Köşk’ün kısa süre öncesine kadar birilerinin evi olduğunu öğrenmek, Jason ve Gabriel’i oldukça etkiledi. Girişten başlayarak köşkün içine girene kadar fotoğraf makinalarını ellerinden bırakmadılar. Hem köşkte hem de müze bölümünde fotoğraf çekmek yasak olduğu için sırt çantalarımızı vestiyere bırakarak önce köşkün içini gezdik, avizelerin ihtişamı, tablolar ve el yazmalarına hayran kaldılar. Sonra müze bölümüne geçtik. Önce şehrin 8000 yıllık tarihini özetleyen bir video izledik. Emir’in de; doğup büyüdüğü, aşık olup adına besteler yaptığı şehri, yüzyıllar öncesinden başlayarak yeniden keşfetmek epey hoşuna gitti. Sergilenen objelerin çoğunu, gerek Arkeoloji Müzesi, gerekse Mozaik Müzesi’nde belki de defalarca görmüş olmama rağmen, özel düzenleme ve açıklamalarla tekrar incelemek, benim de çok hoşuma gitti. En çok etkilendiğim bölüm ise “İstanbul’un Kubbeleri” oldu. Hem sunum hem de yerleştirme olarak çok keyifliydi. Yaşadığınız şehri yeniden keşfetmeniz, tarih derslerinde anlatılanları can kulağıyla dinlememiş olsanız da; hazırlanan videolar ve özenli anlatımlarla İstanbul’a yeniden aşık olmanız mümkün bu sergide. İtiraf etmeliyim ki Bizans dönemi yapımı olan bir kolye epey ilgimi çekti. Eğer güvenlik görevlileri adam adama savunma yapar gibi dolaşmasalardı hemen görüntüleyecektim 🙂 Bu güzel gezinin tek rahatsız edici yanı, dirayetsiz öğretmenleri ve anneleri tarafından getirilmiş 4-6 yaş grubu anaokulu öğrencilerinin dikkat dağıtıcı gürültüleriydi. Enerjilerinin doruğundaki veletlerin bağırarak konuşmaları, koşuşmaları diğer konukları da en az benim kadar rahatsız etti. Belki de müze yönetimi böyle durumlar için özel bir gün veya saat belirleyip sadece çocukları almalı. Ya da diğer konukları uyarıp, onların turu tamamlamalarından sonra içeri girerlerse daha rahat edebileceklerini söylemeliler. Bu küçük pürüze rağmen  Sakıp Sabancı Müzesi gezimiz hepimiz için çok keyifliydi. Terastaki manzara gerçekten ömre bedel, ne kadar güzel bir şehirde yaşadığınızı bir kez daha hissedebiliyorsunuz.

Çıkışta, hemen önümüzden geçen klimalı yeşil otobüse el sallayıp durdurduk ve Ortaköy’e doğru yola çıktık. Püfür püfür esen rüzgarla gevşeyip, deniz kenarında otururken, acıktığımızı fark edip yol kenarına sıralanmış renkli kabinlere doğru yürüdük. Emir ve ben kumpir yedik (yıllardır Maya isimli kumpirciden alırım, iki güleryüzlü hanım sahipleri, her zaman zariftirler, tavsiye ederim) Jason ve Gabriel ise tercihlerini waffledan yana kullandılar, taze meyvelerin rengarenk sunumuna bayıldılar 🙂

Deniz kenarında karnımızı doyurup, kedilerle oynadık. Boğaz turu yaptırmak istedik konuklarımıza, ama saati epey geçti, biz de Ortaköy’de oyalanmaya karar verdik. Ortaköy Camii gezildi, fotoğraflar çekildi, sonra Emir’in akıllarını çelmesiyle nargile içip tavla oynamaya karar verdiler. Şeftali aromalı tütün pek hoşlarına gitti, ben de her iyi ev sahibinin yapması gerektiği gibi, tavla da ikisine de yenildim 🙂


Keyifle izlediğim, eski ve yeni yabancı dizi filmler

İzlemekten keyif aldığım filmleri listelemiştim daha önce, şimdi de sırada diziler var. Kronolojik bir sıra yok, aklıma geldikçe, bir yerlerde rastladıkça yazdım. Koyu renkli isimlere tıklayarak diziler hakkında detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.
İyi seyirler 🙂

Extras, TNT kanalında rastlantıyla izlemeye başlayıp, Rick Gervais’nin hınzır oyunculuğuna kapılıp gittiğim, yer yer gözümden yaşlar gelerek güldüğüm dizidir.
Monk, emekli polis, taze dedektif yüzlerce takıntısı ve fobisi olan Adrian Monk’un başından geçenler, sıkılmadan izlenen bir dizidir.
Dead like me Digiturk paketi sahibi olduğum zamanlarda takip ettiğim bir diziydi, başroldeki genç oyuncunun bıkkın oyunu, yan karakterlerin renkliliği ve konunun ilginçliğiyle sürüklerdi.
How i met your mother, sadece Barney karakteri için bile izlenebilecek, sabun köpüğü, ama eğlenceli dizidir.
Will&Grace, Digiturk kazanımlı dizilerdendir. Burada da Jack Mc Farland ve Karen Walker karakterleri, başrol oyuncularından rol çalarak kalbimi kazanmışlardır.
The Big Bang Theory, sevgili Devletşah ve Barış Özcan sayesinde dvd ye yüklenmiş tam sezon izleyip Sheldon ve Wolowitz karakterleriyle kahkahalar atmamı sağlamış dizidir.
The IT Crowd, blog yazarı dostlar sayesinde izlemeye başlayıp, müdavimi olduğum İngiliz dizisidir.
What about Brian, sabun köpüğü vakit geçirmeliklerdendir. Yakışıklı başrol oyuncusunu şimdilerde Samantha Who’da izliyoruz.
Samantha who? amnezi geçiren başrol oyuncumuzun, karakteri de değişmiştir uyandığında. Gülmek ve eğlenmek için izlenilir.
Chuck, Zach Levi’yi Digiturk zamanında Less Than Perfect dizisinde gözüme kestirmiştim, cnbc-e Chuck tanıtımlarına başladığında keyifle izleyeceğimden emindim. Öyle de oldu, hatta bir de Morgan karakteri kattı hayatıma 🙂   
Friends, Efsane dizidir. Digiturk hala ekmeğini yer bu dizinin.
Joey, Friends’in Joey’i aynı rüzgarla yürüteceiğni düşünen yapımcılar için hayal kırıklığı olan dizidir. Ama keyfiniz yokken sizlere iyi vakit geçirtmeye yarayabilir.
Gilmore Girls, cnbc-e de bir rastlantıyla izlemeye başlayıp, son bölümüne kadar keyifle izlediğim ender dizilerdendir. Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle izlediğim ve bölüm bittiğinde de uzun süre kendimi iyi hissettiğim bir dizidir. Bunaldığınızda izlemenizi öneririm.
Gossip Girl, başrolde New York kaymak tabakasının hayatları olan, sabun köpüğü dizilerden, şimdilerde Kanal D ekibi de bu dizinin taklidi Küçük Sırlar’la rating alıyor.
Ugly Betty, başrol oyuncusu America Ferrera ile ödüller kazanan eğlenceli dizi
Northern Exposure, TRT de yayınlandığı yıllarda izleyip de tutkunu olmayan yoktu. Bir yerlerden bulabilsem yine keyifle izlerim.
Man in trees, bir rastlantıyla yolu Alaska’ya düşen ve orada kendine yeni bir hayat kurmaya çalışan işkolik, büyük şehirli genç kadının hikayesi. Anne Heche’nin çizdiği karakter pek eğlenceli.
Brothers&Sisters, sevgili Handem sayesinde tutkunu olduğum bir dizidir. Başrollerdeki bütün oyuncular tanıdık. Sally Field, Rachel Griffits, Callista Flockhart, Rob Lowe, Ron Rifkin ve daha pek çoğu.
Less than perfect, yine Digiturk kazanımlı bir dizi. Taşradan gelip büyük bir tv şirketinde çalışmaya başlayan Claude Casey karakterinin başından geçenler. Yan rollerdeki Zach Levi’yi gözüme kestirmiştim. Tabii Eric Roberts, Andy Dick ve Patrick Warburton unutulmamalı.
Ally Mc Beal, 2000 yılında yaptığım Boston ziyareti sırasında bir iki bölüm izlemiştim. Canım Niloshum “kaydedeyim de izle, tam senlik bir dizi” demişti istememiştim. Yıllar sonra cnbc-e de yayına girince kaçırmadan izlerdim.
The Practice, yine 2000 yılı Boston ziyareti sırasında izlediğim ve sevdiğim avukatlı dizidir. Hatta Ally Mc Beal ile karşılıklı ziyaret bölümleri bile olmuştu 🙂
Charmed, cadılar, büyücüler vs minvalli bir eğlenceliktir.
Who’s the boss, en uzun süre yayınlanan dizilerdendir. Aile dizisi olması her evde rahatlıkla izlenmesini sağlamıştı.
The Golden Girls, bir zamanların efsane dizisidir. TRT seslendirmesiyle gönüllerde taht kurmuştu.
The Mentalist, sevdiğim bir dizi. Digiturkum veya adsl bağlantım olmadığına hayıflanıyorum bazen.
The Guardian, avukatlı dizilere olan sempatim nedeniyle izlemeye başladığım ama kısa sürede yayından kalkan bir diziydi.
Ghost whisperer, hayaletlerle ve esrarrengiz olaylarla ilgili filmleri sevenler için biçilmiş kaftandır.
Miss Match, kısa ömürlü bir dizi daha başrol oyuncusu olan Alicia Silverstone’u sevmesem de, her bölümdeki ünlü ve ilginç konuk oyuncularıyla eğlenceliydi.
Roswell, bilim kurgu sevenler için en esrarengiz isimlerden biridir Roswell. Bu dizide oynayan genç oyunculardan Katherine Heigl’in yıldızı daha sonra hızla parlamıştır. Jenerik müziği olan ve Dido’nun seslendiriği “Here with me” hala en sevdiğim parçalardan biridir.
Dawson’s Creek, tekrarlarında bile oynadığı kanallara rating yaptıran ünlü gençlik dizisidir. Ve tabii yine KanalD yapımcıları Kavak Yelleri olarak bilinen dizi için yaratıcı senaryo diyerek dolaşırlar.
One tree hill, bir başka gençlik dizisi, basketboldan hoşlananlar için hoşça vakit geçirilebilen bir yapımdı.
Desperate Housewives, umutsuz değil, tamamı mutsuz ev kadınlarının hayatlarını inceleyen ödüllü dizi.
Lipstick Jungle, Başrolde yine New York var. Güzel kadınlar, şık giysiler, bolca entrika seviyorsanız izleyin.
Boston Legal, avukatlı dizilere ve Boston’a olan tutkum nedeniyle severek izlediğim bir dizidir. Başrollerden birinde ünlü Kaptan Kirk’ün, anlamsız estetik ameliyatlar ve alkol tedavileriyle mutasyona uğramış görüntüsü hoş olmasa da izlemesi keyifli bir dizidir.
Seinfeld, bir televizyon efsanesi. Sıradan insanların günlük konuşmaları, başlarından geçenler üzerine yapılmış en eğlenceli dizidir. Kramer karakteri hala en sevdiğim karakterdir.
Yes Minister, Emret Bakanım adıyla oynardı ekranlarda. Ailece pek severdik.
Arrested Developement, absürd komedileri seviyorsanız işte bu dizi tam size göre.
Scrubss, hastane ve doktor dizilerini tiye alan eğlenceli yapım. Başrol oyuncusu Zach Braff umut veren bir oyuncu.
Eureka, SciFi kanalının müthiş kazanımlarındandır. Değerli dostlarım Süleyman Sönmez ve Seda İrengü Özmen sayesinde bütün sezonları izleyebilmiştim.
Six Feet Under, Cnbc-e sayesinde gecenin kör saatlerinde izlediğim ve tutkunu olduğum çılgın dizidir.
ER, en uzun süreli hastane dizisi. Pek çok oyuncuyu beyazperdeye kazandıran efsane dizi.
Grey’s Anathomy, doktorlar, hastalar, aşklar, kaçamaklar, entrikalar vs. vs. Hiç düşmeyen tempoyla ve ilginç karakterlerle izlenmeye devam edilen dizi.
Buffy the vampire slayer,vampirli dizilerle tanışmam bu sayede oldu. Favori karakterim Spike’dır.
Angel hemen hemen aynı kadronun buluştuğu bir başka vampir ve esrarengiz olaylar dizisi daha.
Fraiser, televizyon tarihinin efsane komedilerinden biridir. Seveni de, nefret edeni de çoktur. Niles ve Daphne karakterleri başrol oyuncusundan daha sevimli gelirler bana.
Two & a half man, tam vakit geçirmelik bir dizi. Hiçbir şey düşünmeden izleyip, yer yer kahkahalar atacağınız bir eğlencelik. Charlie Sheen kendisini oyunuyor sanırım 🙂
Just shoot me, hemen her bölümünde güldüğüm, eski ama izlersem hala güleceğim bir dizidir. Tabii ki favori karakterim, David Spade’in canlandırdığı Dennis Finch’tir.
Suddenly Susan, Brooke Shileds’in eğlence garantili dizisidir. Vicki rolündeki Kathy Griffin her daim favorimdir. Lost’ta izlediğimiz Nestor Carbonel ile de ilk tanışma bu dizideki Küba’lı fotoğrafçı rolüyle olmuştu.
Murphy Brown, Candice Bergen’in efsane dizisidir. Modern kadının yaşadığı sorunları esprili bir dille işlerdi.
Sex&The City, hakkında söylenecek bütün sözlerin söylendiği dizidir. İki de sinema filmiyle devam ettirildi.
The Good Wife, yine sevgili Handem sayesinde bulaştığım bir dizi. Kocası tarafından aldatılan ama metanetini korumak zorunda olan bir kadının hikayesi.
Parenthood, sanırım oyuncuları sevdiğim için izlemeye başladım, ama hayatın içinden bir dizi olduğu için de sevdim.
Dirty Sexy Money, usta oyuncularla ve zengin atmosferiyle izlenmesi kolay bir dizi.
It’s Always Sunny in Philadelphia, absürd komedilerin eski bir örneği. Danny De Vito’nun varlığı bile dizinin uzamasını sağlayamamıştı.
Providence, aile dizisi tadında sıkılmadan izleyebileceğiniz dizidir. Başrol oyuncusu Melina Kanakaredes şimdilerde CSI NY ile ekranlarımızda
Two Guys, a Girl and a Pizza Place, Ryan Reynolds’ın delikanlılık günleri 🙂 Boston şehri yine başrolde.
Pushing Daisies, fantastik dizi seviyorsanız bu diziyi de sevebilirsiniz.
Kitchen Confidential, keyifli bir diziydi çabuk kalktı yayından. Bradley Cooper ‘ı Alias’ta gözüme kestirip, bu dizide daha da sevmiştim.
Mad about you, Helen Hunt ile tanışma ve tabii başrolde aslında New York var.
King of Queens, sıradan insanların sıradan hayatlarını ti ye alan dizi, eğlenceliktir.
Lie to Me, müthiş oyuncu Tim Roth’a yeniden hayran olduğum dizi, izleyin.
Mork & Mindy, Robin Williams ile tanışmam bu diziyle olmuştu yetmişlerde. O dönem bilim kurguya meraklı herkes gibi ben de, “Nanunanu” diyerek Mork selamı vermeye bayılırdım 🙂
The Persuaders, Kaygısızlar adıyla TRT de fırtınalar estirirdi. Jenerikte çalan müziği hepimiz çok severdik.
Beauty and the beast, Linda Hamilton’un Sarah Connor olmadan önce, Aslan Adam’ın sevgilisi olduğu günlerdir 🙂 Aslan Adam halinin Ron Perlmann’ın gerçek halinden daha çekici olduğunda hemfikir olan çok kişi vardı.
Perfect strangers, “Ama Kuzennn” cümlesiyle asla aklımdan çıkmayan ikisi de birbirinden sakar ve sarsak karakterlerle eğlendiğim ve uzun süre izlediğim dizidir.
Alf Müşfik Kenter’in müthiş seslendirmesi ile sevdiğimiz uzaylı yaratık
Rich man poor man, Nick Nolte’yi tanıdığım dizidir, o dönem yayınlandığı akşamlarda kimse evden çıkmazdı.
Moonlighting, Bruce Willis hınzırıyla ilk karşılaşma, tabii rahmetli Alev Sezer’in seslendirmesi sayesinde çoğumuzun aklını başından almıştır 🙂
Dempsey and Makepeace, her bölümde itişip kakışan, ama birbirlerinden de vazgeçemeyen İngiliz kadın dedektif ile Amerikalı hınzır polisin hikayesidir.
The young Indiana Jones Chronicles, Indy’nin çocukluğunda yaşadığı maceraları konu alan bir diziydi çok keyif alarak izlerdim.
Married with children, yayınlandığı saatte izlemeye çalışıp kahkahalar attığım diziydi. Dizi bittikten sonra hala yıldızı parlayanlar, dizinin annesi ve kızıdır 🙂 Şimdilerde rtük tarafından takibe alınan Türk Malı’nın da atasıdır.
Wiseguy, Ken Wahl, Ray Sharkey kızların gözdesiydiler. Mafya içine sızan bir polisin hikayesiydi.
Lace, Betamax video günlerinden kalma bir dizi 🙂 Annem yüzünden izlediğim ilk pembe dizidir 🙂
Dynasty, Joan Collins’in kıyafetleriyle, mücevherleriyle o dönem kadınlarının aklını aldığı, anneme ne zaman uğrasam ekrana kilitlenmiş olarak bulduğum dizi.
Dallas, hey gidi Jr hey.
Murder she wrote, Agahta Christie romanlarını ortaokul yıllarında okuyup tüketen birine, Angela Lansburry’nin canlandırdığı karakter hiç de yabancı gelmiyor izlerken. Her bölümde sevilen oyuncuların canlandırdığı ilginç karakterler olurdu, nedendir bilinmez “Cinayet Dosyası” adıyla yayınlanırdı.
Charles in charge, Charles İş Başında adıyla yayınlanırdı akşamüstü saatlerinde. Eğlenceli zaman geçirme ve nasihat verme kıvamındaydı.
Air Wolf, Jan Michael Vincent aşkına izlerdim Hava Kurdu dizisini. O dönemin sabun köpüğü kıvamında aksiyonlarındandı.
The A team, Mr.T’nin her helikoptere bindirilişinde Murdock karakterinin yaptıkları beni pek eğlendirirdi. 🙂
Wish me luck İkinci Dünya savaşı sırasında iki genç kadının şartlar nedeniyle zoraki casus olmaları ve başlarından geçenleri anlatan ilginç bir diziydi.
Seagull Island, listedeki tek geceyarısı dizisi, ödüm patlayarak izlerdim her bölümü 🙂
Adını, ya da oyuncularından birini hala hatırlayamadığım, İkinci Dünya savaşı sırasında geçen, hınzır esprilerle bezenmiş bir İngiliz dizisine de hayrandım, belki yakınlarda ne olduğunu bulur eklerim.


17 ağustos 1999

11 yıl geçti unutmadık, bütün aksi yönde çabalamalara rağmen de unutturmayacağız.
Sizlerle Sets Turan dostumun, geçen yıl yazdığı blog yazısını paylaşacağım. Sayfasından doğrudan kopyalayıp ekledim, okuyun ve sizler de listelerinizle paylaşın lütfen.

17 Ağustos 1999 – deprem güncesi

17 agustos 1999 sabaha karsi.. annemin “deprem oluyor uyan” cigliklarina uyaniyorum sersem sepet. televizyon ile akvaryumu tutun bir sey olmaz dedigimi hatirliyorum.. sonrasinda geri uyudugumu..

keyfim ve uykumun kactigini hatirliyorum, herhalde 1 saat gecmis. su icmek icin uyandigimda ailemi gordum balkonda, istanbul’da, kadikoy’deki evimizin balkonunda.. elektrik yok, eski bir pilli radyo bulmuslar.. radyo’da aglamakli bir dj duydugumu hatirliyorum.. “tum sehir yikildi, biz mahsur kaldik radyoda, yasayan varsa bize ulassin telefonla.. sehir tamamiyle yikildi” diye kendini tekrarlayip duruyordu.. babam ara ara bunu dinleyip sonra kanal aramaya basladi. ben de oturdum yanlarina.

ilk duyduklarim avcilarin tamamiyle yikildigi, istanbul’un yerlebir oldugu idi fisilti gazetesinden, bazi insanlar apartman bahcesine inmisti, bakiyorlardi oradan binadakilere, digerlerine siz de inin kalmayin binada diyorlardi ve konusuyorlardi. gun aydinlanmadan kipirdamanin cok dogru olmadigini dusundugumu hatirliyorum. sehir ne durumda bilmiyordum, telefonlar calismiyordu, ulasamiyordum.. ve ulasilamiyor.

gun aydinlandiginda tahsis araci ile avcilara gectim. hala anlamaya calisiyordum hasarin boyutlarini, gecerken gordugum bir cok semt duruyordu yerli yerinde.. peki ya duyduklarim. endise yerini yavas yavas rahatlamaya birakiyordu. avcilara ulastigimda devam eden calismalari gordum, yikilan binalar. insanlarin konusmalarini duymaya basladim tekrar. izmit yikildi, yalova yikildi diyorlardi. bu konusmalar arasinda “istanbul cok ucuz atlatti” laflarini hatirliyorum hasbel kader..

gunun aksaminda bir helikopter izmit’e jenerator birakacak, sonrasinda yalova’ya inecek, donuste oradan yaralilari getirecek. izmit’e yaklastigimizda idrak edebildim boyutlarini. bolgesel aydinlatmayi ve calismalari hatirliyorum.. donup kalmisken gozumden inen bir damla yasi.

hep kesik kesik sahneler.. birbiri ile baglamakta cok zorlaniyorum zaman zaman. kimi zaman da bir film gibi izleyip sicradigimi bilirim. geceler boyu uyuyamadigimi.

yalovaya inisimizi hatirliyorum. hastane kurulmaya calisiliyordu, sahra hastanesi, insanlar etrafta, hala aglayanlar, askerler ile konusmaya calistigimi hatirliyorum, neler olup bittigini, durumu ogrenmeye calistigimi. etrafi dolasip anlamaya calistim bir sure.. daha vakit gecenin basi. ustu basi toz duman icinde insanlari goruyorum kosusturan, aglayanlari goruyorum bolca etrafta.. yeni gelen ekipler ne yapmalari gerektigini anlamaya calisiyorlar.. afet koordinasyon yazisi hatirliyorum yarim yamalak, bir a4 ciktisinda. kurulan cadirlar.

gecenin ilerleyen saatlerinde askerler ile cikiyoruz.. ses dinleme ve arama yapacagiz diyorlar. bir askeri kamyon ile yoldayiz, siteler mevkii dedikleri bir yere gidiyoruz. elimizde fenerler, baretler. metal cubuklar ile insaat demirlerine vuruyoruz, duyan var mi diye bagiriyoruz 1 dakika boyunca. sonra herkes enkazin belirli yerlerine dagiliyor.. dinliyoruz.. acaba bagiran veya bir yere vurarak bize ulasmaya calisan var mi diye.. gunun ilk isiklarina kadar devam ediyoruz.. tek bir ses duymadan, kimseye ulasamadan..

tekrar stad bolgesine donuyoruz, gecici cadirlar kurulmus kismen, hala insanlar hareket halinde, saate aldirmaksizin bir kesmekes.. ne yapacagimizi anlamaya calisiyorum hala, dostlar ile konusuyorum, neler oldugunu anlatiyorlar, az cok fikir sahibi olmaya basliyorum.. neler yapabilecegimizi konusuyoruz.. ceset torbalamak, gida dagitmak, enkaz altindan ceset cikartmak, gecici yerlesimler kurmak, denetim\denetleme gibi bir cok adim var yapilmasi gereken, ekipler organize ediliyor gonullulerden.. bir ekibi alip gida dagitmak icin cikiyorum yalova’nin biraz daha sayfiye bolgesi olan bir mintikayi veriyorlar gida dagitimi icin..

kamyon dolusu yiyecek ile ulastigimizda baska bir grup gordugumu hatirliyorum.. insanlar aracin etrafinda toplanmis, gidalari havaya atiyorlar ve insanlar kapisarak alt alta ustuste almaya calisiyorlar.. kamyondan atlayip ustlerine kostugumda yanimdakilerin zor tuttugunu hatirliyorum.. araclarindaki gidaya el koyduktan sonra insanlari siraya sokup her birine elimizde olan erzaklardan ufak paketler dagittik.. sadece 1-2 gun yetecek kadar gida dagitiyorduk ama devaminin yolda oldugunu soyluyorlardi.. dua eden teyzeler, tesekkur eden gencler vardi.. bir kismini yardimci olarak yanimiza alip devam ediyorduk mahalleler icerisinde dagitima..

gunun baslangici ile basladigimiz gida dagitimi oglen aracin bosalmasi ile son buldugunda tekrar geri donduk stada.. enkazdan ceset cikartilmasi gerekiyor dediler. stad yakinlarinda 5 katli bir bina oldugu soylendi.. tamam diyerek yanima 4 kisi alarak yola ciktim. sicak vurmaya baslamisti ve garip bir koku vardi havada.. cigerimi yakiyordu. sonraki gunler daha da agirlasacagini o an kestirememistim. yolda giderken baska bir ekip gorduk.. yardima ihtiyaclari olup olmadigini sordugumda “vucudun ust kismini bulduklarini, belden asagisini da bulduklarinda baska bir enkaza gececeklerini, sorun olmadigini” soylediler.. gayet sakin ve duragan bir sekilde soyledikleri sey algimi zorlamisti. daha kotu sahneler de gormus olmama ragmen anlam veremedim uzun bir sure. kolay gelsin diyerek devam ettik..

5 katli binaya ulasmistik ama 1.5 katli bir ev vardi yol kenarinda, yaninda baska bir 4 katli bina.. bakkala sorarak teyid ettik ve donup binaya tekrar goz gezdirdigimizde kot farki yuzunden goremedigimiz gercekle yuzlestik. 5 katli bina oldugu gibi yikilmis, 4 katin ustune oturmus, 4. katin yarisi ile en ust kat yol seviyesine inmisti.. aglayarak bir adam geldi yanimiza, 50’li yaslarinda herhalde. annem iceride kaldi, naasini alabilirsek defnetmek istiyoruz dedi buruk bir sesle.. siz acsinizdir diyerek gidip ellerinde olan domatesler ve salataliklar ile bir tepsi yapip yanimiza getirdi.. hic birimizin bir lokma yiyecek hali yoktu. enkazda calismaya basladik, oglenden hava kararana kadar gecen vakitte surekli olarak calistik fakat naasa ulasamadik.. hava kararmaya yuz tuttugundan ve aydinlatma olanaklari kisitli oldugundan ertesi gun devam edecegimizi soyleyerek tekrar stad mevkiine donduk..

sivil kiyafet ile denetleme yapilacagini ogrendim, ustumde silah bulunmasinin iyi olacagini soylediler. tedbiren bir silah aldim. yine anlam veremedim. boyle aci dolu bir ortamda neyi denetleyecegiz, niye silah.. daha bunlari dusunmeme firsat kalmadan bagiris cagiris duyduk ilerimizdeki bir sokaktan.. orada ne oldugunu ogrenemedik, gittigimizde sakinlesmisti heryer. gecici cadirlarin oldugu bolgeye gittik once, kalin musambalar gondermisti birileri, yardim amacli.. cadirlarin altina sererek toprak ile temasi kesmek ve yalitim saglamak icin kullaniliyordu. birinin bu yardim amacli musambalari askeriyeye ait olmayan, stadin uzagindaki depolardan calip satmaya kalktigina sahit olduk.. zaten parasi olmayan, evi barki yikilmis insanlara satiyorlardi.. linc edilmesi icin birakmayi cok istedim o an.. oracikta linc etmeyi.. tutuklandigi gibi uzaklastirildi bolgeden.. anlamaya baslamistim neyi denetledigimizi.. kepengi acik bakkalar gorduk.. fahis fiyatla (karton sigara fiyatina tek paket) sigara satan, gida malzemelerini, suyu fahis fiyatla satan.. malzemeler halka dagitilmak uzere alindi bir kismindan, dukkan icerisinde olanlar olmasa da dukkanin onune karaborsa amaci ile cikarttiklari depolara aktarilirken sahislarin da bir kismi alikonuluyordu.. yuruduk kilometrelerce belkide, insanlari dinleyerek, konusarak, ogrenerek yuruduk.. tekrar geri dondugumuzde geceyarisina geliyordu saat. ustumuz basimiz perisan, enerjimiz bitmis haldeydi ve daha bir lokma yememistik. yiyememistik..

tekrar ses dinleme, bu sefer baska bir mevkiiye gittik, yalova’dan siteler mevkiine giderken sag tarafta kaliyor diye hatirliyorum gittigimiz yeri hayal meyal.. siteler mevkiine girdigimizde gecenin karanligi yuzunden binalarda cok hasar olmadigini sanip fenerleri actigimizda hemen hemen tum birinci katlarin bina altinda kaldigini, koca koca binalarin sarsinti etkisi ile 2-2.5 metre birbirinden uzaklastigini gordugumu hatirliyorum.. buradaki manzara da pek farkli degildi.. yine saatler suren arama tarama. yine bir umut bekleyisler ve yine umutsuzca donus.. bu sefer gittigimiz bolgede calisma yapan kurtarma ekibini hatirliyorum. hayatta kalan bir depremzedeyi kurtarmaya calisiyorlardi, santim santim bina parcalarini temizleyerek, santim santim ilerleyerek. cok duramadik orada, aramamiz gerekiyordu.

gun agarirken stada dondugumuzde cay buldugumuzu hatirliyorum, ustu basi toz toprak icinde asker bir cocuk cay getirdi agabey cok yorgunsunuzdur diyerek.. cayin iyi hissettirdigini hatirliyorum, beyaz onlukluleri ve biraz daha duzene kavusmus oldugunu. daha once ceset cikartma calismasi yaptigimiz binaya birilerinin yonlendirilmesini istedigimi hatirliyorum.. eger kimse gidemezse haber verilmesini ekleyerek.. balikesir tugayinin gelecegini duymustum, bir grup vardi, bolgeye 2 buyuk cadir, bir yemekhane cadiri ile geldiklerini hatirliyorum. astsubay bir genc ile tanismistik orada, yarin gecici yerlesimlere erzak ve malzeme goturecegim, civar bolgeyi dolasacagim, merkezde herkes, yakin bolgeye bakan cok fazla olacagini sanmam bu karmasada dedi, gidelim dedim.. once biraz dinlenelim dedik ama 1 saat bile duramadik yerimizde, ustumuzde sera gibi bir cadir, altimizda naylonlar ile 1 saat kadar uzanabildik toz topragin icinde, yorgunluktan uyuyamiyorduk ve yapilmasi gereken cok sey vardi. 1 saat ya gecti ya gecmedi sozlesmis gibi kalkip yurumeye basladik, bir askeri kamyon alip yalova icerisindeki askeri depolara gittik.. malzemeleri araca yuklerken bir binbasi geldi, gerektigi kadar alin gibi bir soz sarf ettigini hatirliyorum.. ve astegmen cocugun gozlerinden yaslar akarak bagirislarini.. bu ortamda “gerektigi” ne demek, satmak icin almiyorum bunlari insanlara dagitacagim, kendi anneme babama malzeme vermedim daha durumlari iyi oldugu, daha fazla ihtiyaci olanlar oldugu icin diye haykirislarini. binbasinin once kizginlasip sonra gozleri dolarak sarilisini izledim.. alin ne gerekiyorsa sozu ile beraber kamyonu yukledik.. yalova cikisi, yonumuzun denize ters oldugunu hatirliyorum, yasli mi yasli bir teyze, bir de amca. ufak kulubeleri de yikilmis depremde, dag basinda bir baslarina tarla ortasinda kalmislar.. yiyecekleri var, barinak ise agac dallarini catarak ustune gerdikleri bir ortu. elde olan imkanlarini cikartiyorlar, ortuler, silteler, bir cadir kuruyoruz onlara kendi olanaklari ile, amca israrli.. daha fazla ihtiyaci olanlar vardir diyerek cadir vermemizi reddediyor.. onlari merkeze goturmemizi de.. taslardan ufak bir ocak hazirlayip biraz cira birakiyoruz ama amca yine reddediyor.. bizim burada odunumuz var yakariz biz onunla.. yutkunuyoruz.. ellerinde olan az erzaklarindan bize ikram ediyorlar acsinizdir diyerek.. yine acligimizi unutmusuz, yiyemiyoruz bir lokma bile.

tekrar donuyoruz sehre dogru, yine erzak dagitimi, kurulan, adini cadirkentler koydugumuz gecici cadirlara gidiyoruz, cadirlari saglamlastiriyoruz elimizden geldigince, ne kadar saglam olabiliyorsa. naylon ile destekliyoruz malzememizin ve gucumuzun el verdigi kadarini.. vakit ogleni gecerken ceset torbalamaya gidiyoruz.. cesetler torbalanmazsa salgin hastalik bas gosterecek, ekipler icin asilar geliyor, yeni gelen insanlara asi yapiliyor hastaliga karsi, ne asisi oldugunu bile bilmiyorum.. ceset torbaliyoruz.. kara kara torbalar, bedenler, bedenler, bedenler. havanin karardigini biliyorum ama orada ne kadar kaldigimizi kestiremiyorum.. tek kelime etmeden gecirdik saatleri..

tekrar stad, bu sefer stadda nefes alamadigimi farkediyorum, astegmen genc gel ailemin yanina gidelim dedi, ailesinin evinin onunde cimlik bir alan var, herkes o cimlik alana yerlesmis, annesi gorur gormez sariliyor oglunun boynuna, opuyor, kokluyor. ikisinin de gozleri yasli.. evden alinacak esyalar oldugunu ve korktuklarini soyluyor. gidip alalim dedigimde astegmenin bakislarini hatirliyorum.. sonrasinda da yan yatmis merdivenleri karsimda gordugumu.. nasil bir cesaret, niye yaptik bilmiyorum ama ayakta durabilmek icin duvara tutunmak zorunda kalacagimiz kadar egilmis binada 2. kattaki evlerinden annesinin ihtiyaclarini alip geri donuyoruz.. ustumuzu degistiriyoruz yan yatmis evde kapali bir yer bulmanin rahatligi ile. dus almak ise hayal.. en fazla yuzumuze bidonlardan akitarak carptigimiz bir avuc su. geri dondugumuzde annesinin bizim icin buldugu cayi iciyoruz, bir bardak, bir bardak daha derken dinclestigimi hatirliyorum.. sonrasinda cimlere uzanmis, basimin altinda baretim ile uyudugumu. geldigimden beri ilk ve son uykum buydu zaten.

yakalasik 2 haftam gecti bu duzende, kimi gun ceset torbalayarak, kimi gun sahra hastanesi kurarak, erzak dagitarak, naas arayarak.. golcukten bir binbasi ile sohbet etmistik, hasarlari uzerine, ne durumda olduklari uzerine.. balikesir tugayi gelmisti, yerlesmisti.. yemeklerinin guzel oldugunu, askerin moralini yuksek tutmaya calistiklarini hatirliyorum. depolar duzene kavusmustu, her gun gelen yardimlarin depolarda duzenli istiflenisini ve giris cikislarin duzene koyulusunu gormustum.. ustumde en son astegmenin evinde giydigim askeri kamuflaj, palaskam, ona takili ekipmanim ve bir tanede beyaz baretim. ustum basim toz toprak, ceset kokusu.. dinlenmem gerektigini soylerek beni evime gondermeye karar vermislerdi, en azindan gecici olarak, 1-2 gun bile olsa.. migdemde bozulma ve yanma vardi, atesim de yuksekti son 1-2 gun. ne kimlik, ne para, hic bir sey yoktu uzerimde. sadece kiyafetler.. bir de gorev karti. deniz otobusune gittik astegmen ile. paraniz yoksa binemezsiniz demesi uzerine askerlerin gisedeki gorevliye kizdiklarini ve azarladiklarini hatirliyorum.. sonra geriye donen 3-4 ekip ile deniz otobusunun ust katini bize verdiklerini. ilk basta iyi niyet sanmistim, kokuyorduk.. ceset kokuyorduk hepimiz.. kamuflajim, palaskaya takili ekipmanlarim, baretim.. deniz otobusunde soguk sandovic ve cay verdiklerini hatirliyorum.. yine yiyemedim ama caya sevindim.. istanbul’a indigimizde insanlarin garip gozlerle bakip uzaklastiklarini hatirliyorum..

dolmuslarin arkasinda yer alan kampanya afislerini gormustum.. sehir garip gelmisti.. dolmuscunun param yok sozume karsilik ne parasi diye sitemini hatirliyorum.. gozu gorevli kartimda.. ustumde kurumus kan izleri olan kamuflajimda.. baretimde.. onun yaninda yari uyuklayarak yari uyanik annemin evine ulastigimda annemin bembeyaz yuzunu, ustunu cikart cabuk diyisini hatirliyorum. apartman boslugunda soyunup eve girdikten sonra dusta agladigimi ve bana 1 hafta gibi gelen uykumu.

talimat uzerine hastaneye giderek tahlillerimi yaptirip saglam oldugumu ogrendikten sonra, -doktorun ishale ilac olarak verdigi kolayi saymazsak..- tekrar dondum yalova’ya. yunan gezici hastanesi gelecekti ve kurulum yapilacakti.. tum depolari gezip son durumu gordukten sonra askeri yerleskeleri dolanip yunanistandan gelen doktor dolusu 2 katli otobusu karsilamistik, onlara sahra hastanesi kurmus, bolgede gezerek calisma yapabilmeleri icin arac ayarlamistik.. 2. gidisimde 3 gun kaldim. yine uyumadik ama daha anlasilabilirdi benim icin.

aradan 10 yil gectikten sonra meren’in blogunda okudugum yazi uzerine paylasmak istedim bunlari.. 10 yil once oradayken, yine ses dinlemesine giderken bir asker cocuk anlatmisti.. “agabey adam yataginda uyurken bina cokmus.. adam uyanmis ve tavanin kendine dogru geldigini gormus.. gozunu kirpmaya korktugunu soyledi o an.. duvar burnuna 5 santim kala durmus.. tavana delik acarak cikartmislar adami.. sabah kendisi anlatti, bu adam nasil uyur bir evde tekrar, ben delirirdim herhalde..” diyerek oradaki bir yasanmisligi.. okudugumda bunun aklima gelmesi ile beraber corap sokugu gibi geldi gerisi. paylasmak istedim.. biraz olsun aklimdan cikar, uzaklasir belki diye.

hic sanmiyorum..

yardim etmek icin oradaydim.. bugun bile kare kare hatirliyorum oradaki bir cok sahneyi.. birebir yasayanlarin hatirladiklarini tahayyul etmek cok zor..


Maslow’dan

“İnsanlar başlangıçta stresle baş edemeyecek kadar dayanıksız iseler, stres onları alt edecektir. Ama tam tersine, başlangıçta stresi kaldıracak kadar güçlü iseler, aynı stres onları daha da güçlendirecek hatta, sakinlik ve sessizlik bile sağlayacaktır.”
Abraham Maslow


Sayfalar:1...42434445464748...61