1992 yılında Birleşmiş Milletler aldığı bir kararla, 3 Aralık gününü “Uluslararası Engelliler Günü” olarak ilan etti. Bu kararın ardından; BM İnsan Hakları Komisyonu, 5 Mart 1993 tarihli ve 1993/29 sayılı bildirisi ile üye ülkelerce 3 Aralık gününün “engellilerin topluma kazandırılması ve insan haklarının tam ve eşit ölçüde sağlanması” amacıyla tanınmasını istedi. O günden beri, 3 Aralık “Uluslararası Engelliler Günü” olarak bilinmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre; dünya nüfusunda 500 milyon engelli yaşıyor. Türkiye’de nüfusun yüzde 8.5 milyon kişi engelli. Tabii bu rakamlar kayıtlı olanlar. Nüfusa kaydedilmemiş engelli sayısı hakkında kimsenin fikri yok ne yazık ki.
Geçen yıl, metrobüs duraklarında engellilere uygun sistem olmamasına dikkat çekmek için düzenlenen bir eyleme katılmıştım. İnsanlarımızın duyarsızlığı kanımı dondurmuştu. O günden bu yana pek değişen bir durum yok. Engelli asansörleri çoğunlukla sağlam insanlar tarafından kullanılıyor, bozuk olanların tamiri nedense öncelikler arasında değil.
Kaldırımlar sağlam insanların bile zorlukla kullanacağı durumda,tekerlekli sandalyenizi caddeden yürütmek zorunda kaldığınızda da yoldan geçen araçların sözlü tacizine uğruyorsunuz.
Ulaşım araçlarına tekerleki sandalye ile binmek mümkün değil, restoranlar, sinemalar vs. gibi sosyal alanlarda yabancı markalar dışında engelliler için hayatı kolaylaştıracak çözümler üreten neredeyse yok.
Engelli dostlarımızı senede bir gün düşünmek gibi gelse de, kamuoyunun toplu halde dikkatini çekebilmek adına 3 aralık Uluslararası Engelliler Günü’nün olabildiğince duyurulması gerek.
Haydarpaşa Garı
Tarihi bir binayı daha yakıp kül ettik. Hepimiz suçluyuz sahip çıkmadık. Hazırlanan projeler, planlar gözümüze sokulduğu halde olmaz sandık, aldandık, bir kez daha. O koca bina cayır cayır yanarken benim de içinm yandı. Çocukluğum, gençliğim, hatırlalarım kül oldu gitti.
Söylenecek çok şey var ama benim gücüm yok. Umarım bazı arkadaşlarımın umduğu gibi aslına uygun şekilde restore edilir. Bugüne dek hangi tarihi yapıyı aslına uygun yapabildikse…
Artık o güzelim silueti sadece fotograflarımızda ve eski Yeşilçam filmlerinde görebileceğiz.
Yazık, çok yazık…
Tarihçe için buraya tıklayınız.
Yakmaya neden olan projelerle ilgili haber linklerine buradan, buradan ve buradan ulaşabilirsiniz.
Öğretmenler Günü
24 kasım Öğretmenler Günü’nü bu yıl; annem ve kızkardeşim başta olmak üzere, tanıdığım ve değer verdiğim bütün öğretmenlere armağan etmek istedim.
Bana emeği geçen, hayatta olan ve olmayan öğretmenlerim hepinize teşekkür ederim. İyi bir insan olmayı önce ailemden öğrendim, sonra üzerine kendi kişiliğimi inşa ederken, sizler yol gösterdiniz bana.
Yaşadıkları zorluklara rağmen öğrencilerine ışık olmaya çalışan bütün öğretmenlere teşekkürler, yarınlar için umut olacak gençler sizlerin desteği ve rehberliğiyle yetişecekler.
Öğretmenler Günü hepinize kutlu olsun.
Başkalarının “çöp”lerini yüklenmeyin
Etrafımızda o kadar çok mutsuz ve huzursuz insan var ki, bana hep usta yazar Aydın Boysan’ın “Leke Bırakan Gölgeler” adlı kitabında okuduklarımı hatırlatıyor. Çevrenizde sevgisiz, saygısız, huzursuz birileri varsa aşağıya alıntılayacağım bölümü sıklıkla aklınıza getirin. Başkalarının çöplerini yüklenmeyin.
“Bir gün bir taksiye atladım ve hareket ettik. Sağ şeritte yol alırken, siyah bir araba park ettiği yerden aniden yola, önümüze çıktı. Taksi şoförü sert bir şekilde frene bastı, kaydı ve diğer arabaya çarpmaktan milim farkıyla kurtuldu. Diğer arabanın sürücüsü camdan başını çıkartıp bağırmaya ve küfretmeye başladı. Taksi şoförü ona gülümsedi ve içten bir şekilde el salladı. Ve gerçekten çok arkadaşçaydı.
Sordum: ‘Neden bunu yaptınız? Adam neredeyse arabanızı mahvedip ikimizi de hastaneye gönderecekti.’
Taksi şoförü bana, şimdi artık ‘Çöp Kamyonu Kanunu’ dediğim şeyi öğretti.
Şoför, pek çok insanın çöp kamyonu gibi olduğunu açıkladı.
“Her tarafta çöp dolu olarak dolaşıyorlar; kızgınlık, öfke ve hayal kırıklığı dolular.
Çöpleri biriktikçe onu bırakacak bir yere ihtiyaç duyuyorlar ve bazen sizin üzerinize bırakabilirler.
Kişisel almayın. Sadece gülümseyin, onlar için iyi şeyler temenni edin ve yolunuza devam edin.
Onların çöpünü alıp işyerinize, evinize veya sokaktaki diğer insanlara dağıtmayın.”
İşin ana fikri şu ki, başarılı insanlar çöp kamyonlarının günlerini mahvetmesine ve ellerine geçirmesine izin vermezler.
Hayat; sabahları pişmanlıklarla uyanmak için çok kısa,
Dolayısıyla “Size iyi davranan insanları sevin, iyi davranmayanlar için dua edin, ve o insanları hayatınızda tutmayın.”
Her sabah uyandığımda, önce; sağlıkla nefes alarak uyandığım için, aklım başımda olduğu için, 5 duyumu sağlıklı oarak kullanabildiğim için, seven ve sevilen biri olduğum için, bana iyi ve saygın bir insan olmayı öğreten bir aileye sahip olduğum için, başımın üzerinde bir çatı olduğu için, karnım doyduğu için, gurur veren başarılı bir evlada sahip olduğum için, dünyanın en güzel şehirlerinden birinde yaşadığım için şükrediyorum. Gün içerisinde de ne zaman aklıma gelse, teşekkür edip, şükrediyorum. Mutlu olmak, cenneti bulmak bir adım ötemizde, şükretmeyi bilen herkesin dünyanın en mutlu ve zengin insanları olduğuna inanıyorum.
Sevgi ve ışıkla kalın…
Yazıda kullandığım görsel, Bebek-Anadolu Hisarı-Emirgan arasında sefer yapan motorlardan birinden tarafımdan çekilmiştir.
Kader değiştirilebilir mi?
Bu cümlenin sorulduğu mesajı aldığımda “değiştirilebilir” diye düşündüm, hemen verilen linke tıkladım ve seçimimi işaretledim. Benim gibi düşünen pek çok insan, sadece işaretlemekle kalmamış, yaşadıklarından örnekler de vermişlerdi. Karşıt düşüncede olanlar da kendi deneyimlerini ve fikirlerini paylaşmışlardı, onları okumak yerine olumlu düşünceleri olanları okumayı tercih ettim.
Bu ilginç çalışma; Fikri Mühim ekibinin, Çağan Irmak’ın 19 kasım tarihinde gösterime girecek olan “Prensesin Uykusu” adlı yeni filmi için hazırladıkladıkları bir “ağızdan ağıza pazarlama” kampanyasıydı. Bir filmin vizyona girmesi öncesinde uygulanan ve katılımın rekor seviyede olduğu böyle keyifli bir çalışma için Renan Tavukçuoğlu şahsında bütün Fikri Mühim ekibini kutluyorum.
Dün öğle saatinde de filmin öngösterimi vardı. Değerli eleştirmen Attila Dorsay ve Çağan Irmak’ı bir köşede sohbet ederlerken görünce, kendilerinden izin alarak fotoğraflarını çekiverdim.
Büyük bir keyifle izledim filmi; konusu, oyunculuklar, Redd grubunun müzikleri bir bütün olup sarıp sarmalayıverdi beni. Film süresince Aziz ve Neşet karakterlerinin başına gelenlere kahkahalarla gülerken, aynı anda gözlerimden süzülen yaşlara da engel olamadım. Sizleri bilemem ama, sinema benim için eğlence demek. İzlediğim film; içimi daraltıp, ensemi karartıp, süngümü düşürmemeli. İzledikten sonra umut dolmalı içim, “evet ya, hayat güzel işte” demeliyim. Paramın karşılığı olmasından çok daha öte birşey, dört elle hayata tutunma duygusu vermeli..
Prensesin Uykusu‘ndan çıktığımda, tam da bu hisler içindeydim. Gösterime girdiğinde ıskalamamanız gereken bir film yapmış Çağan Irmak ve bütün ekip. Aziz, Neşet, Kahraman Amca, Hacer Ana karakterlerini saygıyla selamlıyorum, müthiş performansları için. Kadrodaki herkes harika, ama bu dört kişinin yeri ayrı. Işıl Yücesoy’un sedye ile hastaneye getirildiği kısacık sahnedeki bakışı da ödüllük bir bakıştı. Daha fazla söz edip, uyanınca okunması gereken bir masal olan bu filmin keyfini bozmak istemem.
Son olarak söylemek istediğim şey ise, Aziz’in deftere yazdığı paragrafın ders gibi okunması arada sırada.
“Kader değiştirilemez, değiştirilirse kader olmaz diyenler var. Olmasın varsın. Hiç bir şeyin değiştirilmeyeceği bir dünyada yaşamak ne umutsuzca olurdu öyle değil mi? Başına gelmiş kötü bir olay, öyle bir gün gelir ki olması gerektiği için olmuş ve daha iyi bir şeye neden yaratmıştır. Bilemezsin.”
10 Kasım
Atatürk’ü yok sayanlara, adını ve yaptıklarının izlerini silmeye çalışanlara inat, sözlerini ve öğrettiklerini paylaşmaya devam.
“Büyük olmak için hiç kimseye dalkavukluk etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın.
Memleket için gerçek ülkü ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin.
Herkes sana karşı çıkacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır, fakat sen buna dayanıklı olacaksın, önüne sonu gelmeyen engeller çıkacaktır.
Kendini büyük değil; küçük, zayıf, kimsesiz ve araçsız kabul edecek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanmış olarak bu engelleri aşacaksın.
Bundan sonra da sana “BÜYÜKSÜN” derlerse bunu söyleyenlere güleceksin!. ”
Mustafa Kemal Atatürk
Kahramanım Davut Topcan’a…
Bir rastlantıyla bulmuştum blog yazılarını, kimbilir ne ararken, yine oradan oraya atlayıp zıplarken, satırları beni ekran karşısına çakıvermişti. Bir nefeste beş altı blog yazısını okuyup, kahraman ilan etmiştim onu. Friendfeed’de, Twitter’da yazılarını paylaşıp, daha çok kişinin ondan feyz almasını sağlamaya çalışmıştım. Bir süre sonra bloguna gelen ziyaretçiler üzerinden durumu fark edip Friendfeed’de boy göstermişti.
İlk katıldığı Likemind bugün gibi aklımda; hastalığın izlerini, gözlerindeki hayat ışığı ve coşkusuyla yok eden enerjisine, onunla tanışan herkes hayran kalmıştı. Ekstrem sporlara tutkun, demir at hayranı, hızlı sürücü ve daha çokça kelime ile tanımlamak mümkündü onu.
Sık sık görüşüp, kafasındaki projeleri konuştuk, güldük eğlendik. “Kanser hastalarını hastalıktan önce etraflarındaki umutsuzluk havası öldürüyor abla, kendilerini o kadar yalnız hissediyorlar ki” demişti.
Bu konuda yapmak istediklerine bir an önce başlamak, onlarca hastaya umut olmak istemişti. “Herşeye rağmen yalnız değiller”, “Dancer of Cancer” isimli iki zorlu projeyi hayata geçirdi kısa sürede.
Ona destek olan firmalar ve dostlarıyla, Türkiye’yi dolaşıp kanser hastalarına umut vermeye, onlara bu zorlu mücadelelerinde yalnız olmadıklarını anlatmaya başlamıştı. Dans projesi de işin bir başka ayağı idi. Hastalığa yakalanan ve tedavi olanların hayat kalitesini yükseltmek ve sosyal hayatta daha kolay yer almalarını, gelecek günlere daha umutla bakmalarını sağlamak istiyordu. Gezdiği yerlerden, tanıştığı hastalardan haberleri ve videoları paylaşıyordu bizlerle. Yol hikayeleri de ayrı eğlenceliydi.
Bir süre sonra menhus illet yine yakasına yapıştı, tekrar kemoterapi almaya başladı. Tedavi süresince de çalışıp, paylaşmaya devam etti. Blogu, projeleri, işi, dans aktiviteleri vs derken günler geçip gidiyordu. Kemoterapi bitince yine yollara düştü, yine umut olmaya çalıştı birilerine. Bütün bunları yaparken aslında sağlık sorunu olmayan birçok insana da örnek oluyordu. Hatta arada sırada rastladığım, genç ve sağlıklı arkadaşların yazdığı “ay çok sıkıldım, öf çok daraldım” minvalli feedlere onu örnek gösteriyordum. Hastalığı ilerlemeye başladığında, tedavisine ailesinin yanında devam etmek istedi ve Manisa’ya taşındılar. Oradan da yazıyor ve bizleri bilgilendirmeye devam ediyordu.
29 ağustos günü yazdığı yazıyla hastalığın başka yerlere de sıçradığını öğrenmiştik. Umutlar tükenmiyordu, hep birlikte bir mucize beklemye başlamıştık. İstanbul’a gelip tekrar hastaneye yattığında ziyaretine gittim. Epey zayıflamıştı ama şakalarımıza gülüp, hınzır cevaplar vermeye devam ediyordu. Bizlerden kitabı ile ilgili destek istemişti. Arkadaşlarımız hemen organize oldular ve araştırmalara başladılar. Onunla hayatında bir kez bile karşılaşmamış bir dost yazıların düzeltmenliğini üstlendi, bir bölümü matbaa araştırmalarını, sevgili dost Burak Dönertaş’ta kapak çalışmalarını. Matbaa aşaması pek çetrefilli olduğundan onun hemen görebilmesi için taslak kitap hazırlanıp bastırıldı, emeği geçen bütün arkadaşlara teşekkürler.
Kitabı aldığında ne kadar mutlu olduğunu bizlere çektikleri video ile görüntülediler. Ziyaretine gittiğimde sohbet ediyor, şakalaşıyordu. Gözlerinde umut vardı.
Sonra bir gün, yeni bir mesaj yazdı “kan gerektiği ile ilgili” hemen herkes tanısın tanımasın onun için seferber oldu. Toparlanıp hastaneye gittiğimde o coşkulu, heyecanlı genç adam yoktu artık. Gözlerindeki umut ışığı sönmüş, yerine bitkin bir bakış gelmişti. Yine de bana gülümsemeye çalıştı, fazla konuşamadık, çünkü ağrıları için verilen morfin nedeniyle uyukluyordu. Anneciği yine umutla; iyileşeceğini, Manisa’ya gideceklerini, hatta beni de keyifle ağırlayacaklarını anlatıyordu. Havanın kararmasını bahane edip, müsaade istedim ayrıldım yanlarından.
Onun için hala bir mucize umudumuzu yitirmemeye çalışıyoruz dostlarla, gelen haberler umut kırıcı olsa da, mucizelerin sadece filmlerde ve masallarda olmamasını diliyoruz.
Haydi bre çılgın çocuk, haydi bre David Paşa; bir gayret daha, kafa tut şu menhus illete yine, yenersin onu, çeker gider bedeninden, daha önce başardın, yine yapabilirsin.
Ama yetmedi dualarımız, dileklerimiz, Davut bu kez savaşı kazanamadı, akşam saatlerinde kaybettik. Ruhu huzur bulur umarım. Ailesinin ve dostlarının başı sağolsun.
Sevgi… Osho’dan
(Kitaptan alıntıdır)
İlk ve öncelikli şey kendine karşı sevecen olmaktır.
Katı olma; yumuşak ol.
Kendine özen göster.
Kendini affetmeyi öğren. Yeniden ve yeniden ve yeniden ve yeniden … yetmiş
yedi kere , yediyüz yetmiş yedi kere..
Kendini affetmeyi öğren. Sert olma, kendine karşı çatışmacı olma.
O zaman çiçek açacaksın.
Ve bu çiçek açma sayesinde başka bazı çiçekleri cezb edeceksin.
Bu doğaldır.
Taşlar taşları çeker; Çiçekler çiçekleri çeker.
Ve o zaman zarafeti olan, güzelliği olan, rahmeti olan bir ilişki vardır.
Ve öyle bir ilişki bulabilirsen ilişkin ibadete dönüşecek,
sevgin seni kendinden geçirecek
ve sevgi aracılığıyla Tanrı’ nın ne olduğunu bileceksin…
. . .
Bir kez varlığının en derinine indiğinde gözlerine inanamazsın:
O kadar çok coşku, o kadar çok mutluluk, o kadar çok sevgi taşıyordun…
ve sen kendi hazinelerinden kaçıyordun.
Bu hazineleri ve onların tükenmezliğini bilerek, ilişkilerin içine,
yaratıcılığın içine girebilirsin.
İnsanlarla, sevgini paylaşarak onlara yardımcı olacaksın.
Sevginle insanlara değer katacaksın; onların saygınlığını yok
etmeyeceksin.
Ve hiçbir çaba sarfetmeden onların da kendi hazinelerini bulabilmeleri için
bir kaynağa dönüşeceksin.
Ne yaparsan yap, ne üretirsen üret, mümkün olan her şeyin içine
sessizliğini, huzurunu yayacaksın.
Ancak bu temel şey hiçbir ailede, hiçbir toplumda, hiçbir üniversitede
öğretilmez.
İnsanlar azap içinde yaşamaya devam eder ve kanıksanır.
Herkes mutsuzdur, o yüzden sen de mutsuzsan hiçbirşey olmaz; sen bir
istisna olmazsın.
Fakat ben sana diyorum ki;
Sen bir istisna olabilirsin.
Sadece doğru yönde çaba sarf etmemiş durumdasın..
Osho
Yiyin efendiler, yiyin; patlayıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin!
Aşağıdaki satırları ve şiiri okuyunca, yaşananlar hiç yabancı gelmedi, sizlerle paylaşmak istedim.
“İhtikar, vurgun, hırsızlık, suiistimal gittikçe yayılmıştı. Toplum inim inim inlerken, çalıp çırpıp çeşitli vurgunlarla zengin olanlar, devletin imkanlarını suistimal edenler çoğaldıkça çoğalıyordu. Tevfik Fikret’in ifadesiyle, devletin ve milletin her şeyi yağmalanıyordu. Zavallı Rübab-ı Şikeste şairi şaşkınlık, hiddet ve nefret içindeydi. Eline kalemini aldı ve çok kısa bir süre içinde ülkeyi ve milleti perişan bir hale getiren İttihat ve Terakki yöneticilerine, soyguncu ve vurgunculara karşı ‘Yağma Sofrası’ anlamına gelen, meşhur Han-ı Yağma adlı şiirini yazdı.”
Han-ı Yağma (Tevfik Fikret)
Bu sofracık, efendiler, ki -iltikama muntazır
Huzurunuzda titriyor- şu milletin hayatıdır;
Şu milletin ki muztarib, şu milletin ki muhtazır,
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun, hapır hapır.
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler! Pek açsınız, bu çehrenizde bellidir;
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı, kim bilir?
Şu nadi-i niam, bakın, kudumunuzla müftahir,
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hakk da elde bir!
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı zi-safa sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Bütün bu nazlı beylerin, ne varsa ortalıkta say:
Haseb, neseb, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı, yok zarar,
Gurur-ı ihtişamı var, sürür-ı intikamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar;
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar.
Yiyin efendiler, yiyin, bu han-ı can-feza sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Verir zavallı memleket, verir ne varsa; malını
Vücüdunu, hayatını, ümidini, hayalini;
Bütün ferag-ı halini, olanca şevk-ı balini
Hemen yutun, düşünmeyin haramını, helalini.
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın gider ayak:
Yarın bakarsınız söner, bugün çıtırdayan ocak;
Bugünkü miğdeler kavi bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı pür-neva sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!…
Unilever Türkiye Sürdürülebilirlik Raporu 2009
Geçtiğimiz günlerde, Unilever’den Kurumsal İletişim Müdürü Ebru Şenel Erim imzalı bir mektupla gelen paket ile ilgili paylaşımda bulunmuş, ekinde gelen “Sürdürülebilirlik Raporu 2009” ile ilgili detayları yazacağımı belirtmiştim.
Sizlere bu rapordan ilgimi çeken bazı noktaları aktarmak istiyorum.
Unilever Türkiye; en başta kirliliği üretmemek, daha sonra kaynağında ayırıp geri kazanmak felsefesiyle çalışıyormuş. Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi’nin 10 temel ilkesi çerçevesinde şekillendirilen rapora göre, Unilever Türkiye’nin sürdürülebilirlik hedefleri de sıralanmış.
Bu hedefler:
-Yıkama sırasında tüketilen suyun azaltılmasına önderlik etmek
-Ürünlerinin hayat döngüsü sırasındaki karbon izini azaltmak
-Paketlerine ve çevresel konulara ilişkin tüketicilerine verdiği taahhütleri yerine getirmek
-Sürdürülebilir kaynak kullanımında liderlik etmesiyle bilinen ürünler tasarlamak
-Tüketicilerin çevre konularında duyarlı olmaları için onlarla ilerişim kurmak ve onlara ilham vermek
-Tüketici alışkanlıklarının bu başlıklar altında gelişmesini sağlamak
olarak belirlenmiş.
Unilever Türkiye Sürdürülebilirlik Raporu 2009’dan bazı satırbaşları da şöyle sıralanıyor:
• Sürdürülebilir bir gelecek için tasarlanan Unilever Türkiye Merkez Binası, ‘Türkiye’nin ilk yeşil ofisi’ olarak LEED sertifikasını almaya hak kazanmış. Yeşil ofiste standart bir ofise oranla, yıllık ortalama %30 daha az elektrik ve %40 daha az su harcanıyormuş.
• OMO, ‘Sudaki ayak izim’ projesi ile bireyleri bilinçli su kullanımına yönlendiriyormuş. Buna göre çamaşır sırasında ön yıkama yapanlar, bir yıl boyunca ön yıkama yapmadığı takdirde, sudaki ayak izimizi yaklaşık bir Uluabat Gölü kadar azaltmak mümkünmüş.
• ’Yarının İzleri Projesi’ ile Türkiye genelinde 2008-2009 eğitim ve öğretim yılında 11 bini aşkın ilköğretim öğrencisi, küresel ısınma konusunda eğitilmiş
• Becel ve Türk Kardiyoloji Derneği işbirliği ile hayata geçen ‘Kalbini Sev Değerini Bil’ kampanyası ile kalp sağlığı konusunda bilgilendirme ve kardiyovasküler risk ölçümü yapılırken, kolesterol konusundaki bilinç iki katına çıkarılmış.
Yine aynı rapordan Unilever Türkiye’nin, sürdürülebilir bir dünya için neler yaptığını da madde madde görebiliyoruz:
– Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre dünyada toplam 2.8 milyondan fazla insan sağlıksız beslenme yüzünden ölüyor ve 2015 yılında tam 1.5 milyardan fazla insan aşırı kilolu olacağı belirlenmiş. Unilever Türkiye, buna dur diyebilmek için gıda portföyünden;
-37.000 ton şeker
-18.000 bin ton doymuş yağ
-3.640 ton sodyum (tuz)’u çıkarmış.
Unilever Türkiye; faaliyetlerindeki en büyük farkı, tüketici alışkanlıkların üzerindeki etkisi sayesinde ortaya koyacağını düşündüğü için;
– 7 fabrikasındaki karbon salımını yaklaşık 170 kg/ton azaltmış
– 650 tona yakın ambalaj azalımı sağlamış.
– Katı atık miktarında %62, kükürt dioksit emisyonunu %93, enerji tüketimini %50 ve su tüketimini de
%48 oranında düşürmüş.
2010 yılında bu hedeflerin ne kadarının hangi oranda tutturulduğunun, projelerin ne denli uygulandığının da takipçisi olmayı bizlere bırakmışlar. Bütün bu bilgileri Unilever’in buradan ulaşacağınız linkinden takip edebilirsiniz.
Doğal hayat ve sürdürülebilirlik için çabalayan Unilever’e ve ince düşünülmüş zarif armağanı hazırlayıp ulaştıran Dekatlon Buzz ekibine çok teşekkürler.