:::: MENU ::::

Sevginin endazesi olmaz

Vitrinlerin kırmızı kalpler ve balonlarla donatıldığı günlerdeyize yine. “Sevgililer Günü” alışveriş çılgınlığı dönemindeyiz. Sevginin metalaştırıldığı durumlardan hoşlanmam, çocukken de garip gelirdi. Sorarlar ya çocuklara “ne kadar seviyorsun beni, göster bakalım”, garibancık da kollarını omuzlarının elverdiğince iki yana açarak cevap vermeye çalışır “işte bu kadar” diyerek.
Sevginin endazesi olmaz, yüreğinizin büyüklüğüdür onun ölçüsü. Öyle zamanlar olur ki, sevginizi taşıyamayacak gibi olur yüreğiniz, o kadar yoğundur duygularınız. Bunları kelimelerle ifade etmekte bile zorlanırken, cisimlerle ifade etmeye çabalamak, olsa olsa ticarete yardımcı olur, sizin hislerinizi anlatmanıza değil. Karşınızdakinin beklentilerini karşılayacak bir hediye bulacağım diye çırpınmak yerine, duygularınızı kağıda dökmeyi deneyin, bütün açık yürekliliğinizle ama. Zor mu geldi hislerinizi anlatıvermek, bütün saflığı ve yoğunluğuyla sevginizi dile getirivermek… Tamam o zaman, siz de diğer milyonlarca insan gibi kolaya kaçıp, bir kırmızı gül alıverin. Ya da sarılın sevdiklerinize, sıkıca, gözlerinin tam içine bakın, ona iyi ve kötü günde yanında olacağınızı hissettirin, sevdiğinizin gözbebeklerinde kendinizi gördüğünüzde, bilin ki en güzel hediyeyi veriyorsunuz ve alıyorsunuz.
Birazdan, önce türkçesini sonra orijinal dilinde olanını okuyacağınız bu güzel satırlar, Oriah © Mountain Dreaming’e ait. Bu satırları yürekten söyleyebilecek ve uygulayabilecek insan sayısı arttığında, dünya gerçekten yaşanacak bir yer olacak.
Aşkla kalın, hayata ve onun tüm ifadelerine aşkla…

Davet
Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor
Neyi özlediğini,
Kalbinin arzuladığı şeye kavuşmanın hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini bilmek istiyorum
Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor
Aşk için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için
Bir aptal gibi görünme riskini göze alıp almayacağını bilmek istiyorum
Ay’ının etrafında hangi gezegenlerin döndüğü beni ilgilendirmiyor
Kederinin merkezine dokunup dokunmadığını, hayatın ihanetlerince açılıp açılmadığın, daha fazla acı korkusundan kapanıp kapanmadığını bilmek istiyorum
Saklamaya, azaltmaya ya da düzeltmeye çalışmadan benim ya da kendi acınla oturup oturamayacağını bilmek stiyorum
Benim ya da kendi neşenle olup olamayacağını, insan olmanın sınırlılığını hatırlamadan, bizi dikkatli ve gerçekçi olmamız için uyarmadan çılgınca dans edip coşkunun seni parmak uçlarına kadar doldurmasına izin verip vermeyeceğini bilmek istiyorum
Bana anlattığın hikayenin doğru olup olmaması beni ilgilendirmiyor
Kendi kendine dürüst olmak için bir başkasını hayal kırıklığına uğratıp uğratamayacağını; ihanetin suçlamasına dayanıp, kendi ruhuna ihanet edip etmeyeceğini bilmek istiyorum
Güvenebilir ve güvenilebilir olup olamayacağını bilmek istiyorum
Her gün sevimli olmasa da güzelliği görüp göremeyeceğini bilmek istiyorum
Benim ve kendi hatalarınla yaşayıp yaşayamayacağını;
Bir gölün kenarında durup gümüş Ay’a “Evet!” diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum
Nerede yaşadığın ya da ne kadar paran olduğun beni ilgilendirmiyor
Keder ve umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, yorgun, bitap da olsan, çocuklar için yapılması gerekenleri yapıp yapmayacağını bilmek istiyorum
Kim olduğun, buraya nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor
Çekinmeden benimle ateşin ortasında durup durmayacağını bilmek istiyorum
Nerede, kiminle, ne okuduğun beni ilgilendirmiyor
Diğer her şey bittiğinde seni ayakta tutan şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum
Kendinle yalnız kalıp kalamadığını, ve o boş anlarda sana arkadaşlık eden kendini gerçekten sevip sevmediğini bilmek istiyorum..
Oriah © Mountain Dreaming

The Invitation
It doesn’t interest me
what you do for a living.
I want to know
what you ache for
and if you dare to dream
of meeting your heart’s longing.
It doesn’t interest me
how old you are.
I want to know
if you will risk
looking like a fool
for love
for your dream
for the adventure of being alive.
It doesn’t interest me
what planets are
squaring your moon…
I want to know
if you have touched
the centre of your own sorrow
if you have been opened
by life’s betrayals
or have become shrivelled and closed
from fear of further pain.
I want to know
if you can sit with pain
mine or your own
without moving to hide it
or fade it
or fix it.
I want to know
if you can be with joy
mine or your own
if you can dance with wildness
and let the ecstasy fill you
to the tips of your fingers and toes
without cautioning us
to be careful
to be realistic
to remember the limitations
of being human.
It doesn’t interest me
if the story you are telling me
is true.
I want to know if you can
disappoint another
to be true to yourself.
If you can bear
the accusation of betrayal
and not betray your own soul.
If you can be faithless
and therefore trustworthy.
I want to know if you can see Beauty
even when it is not pretty
every day.
And if you can source your own life
from its presence.
I want to know
if you can live with failure
yours and mine
and still stand at the edge of the lake
and shout to the silver of the full moon,
“Yes.”
It doesn’t interest me
to know where you live
or how much money you have.
I want to know if you can get up
after the night of grief and despair
weary and bruised to the bone
and do what needs to be done
to feed the children.
It doesn’t interest me
who you know
or how you came to be here.
I want to know if you will stand
in the centre of the fire
with me
and not shrink back.
It doesn’t interest me
where or what or with whom
you have studied.
I want to know
what sustains you
from the inside
when all else falls away.
I want to know
if you can be alone
with yourself
and if you truly like
the company you keep
in the empty moments.
By Oriah © Mountain Dreaming,

Yazıda kullandığım fotografı Ekim 2017 de Burhaniye Artur’da çekmiştim.


Yeni denizlere yelken açmak…

Aşağıda okuyacağınız yazım, bu ayki Martı Dergisi’nde yer alıyor. Yazıma ve bu keyifli dijital dergideki birbirinden ilginç konulara Martı Dergisi yazılarına tıklayarak erişebilirsiniz. Yazımda kendi çektiğim fotoğrafların kullanılmasına izin verdikleri için, dergi yetkililerine huzurunuzda teşekkürü borç bilirim.

Yeni denizlere yelken açmak hayalim var. Denizci bir babanın genleri mi, yoksa maceracı ruhum mu bunu isteyen karar veremiyorum bazen. Babamla çıktığım deniz yolculuklarında geminin burnunun köpüklerle suları yararak ilerlemesini izlemek hep hoşuma gitmiştir. Güzel havalarda gemiye eşlik eden yunuslar, her daim yanıbaşımızda uçan martılar, güneşin denize aksi içime huzur ve mutluluk veren görüntülerdir. O yıllarda internet denen muhteşem çözüme sahip olmadığımız için yeni yerler hakkında bilgi alacağım kaynaklar kitaplar ve dergilerdi sadece. Bulabildiğim bütün kaynaklardan yararlanıp gideceğim rotada nereleri gezmem gerektiğini not ederdim. Daha önce oralara gitmiş birilerini tanıyorsam, ilgilerini çeken ve önerecekleri yerleri sorup yazardım unutmamak için. Yedi denizi gezen babam, hiperaktifin biri olduğundan ilgisi çabuk dağılır, sorduklarıma yarım yamalak cevaplar verirdi sanki, ya da belki araştırıp öğrenirsem daha kalıcı bilgim olacağını düşünürdü, kimbilir. Doğan Kardeş dergisi, Resimli Bilgi, henüz o yıllarda Turkiye’de basılmamış orijinal Brittanica ciltleri ve National Geographic dergileri özene bezene sakladığım kaynaklarımdı. İlgi alanımdaki ülkelerin fotoğraflarına uzun uzun bakar, hayallere dalardım.
Şimdilerde uzaklara gitmeyi daha da çok istiyorum. Sadece yeni yerler görmek değil isteğim, bu güzel ülkenin ve yaşadığım şehrin planlı şekilde çirkinleştirilmesine, tarihi eserrlerin yok edilesine tanık olmak canımı acıtıyor, karşı durmaya gücüm yetmediğinden kaçma isteğim artıyor.
Hem babamın işi dolayısıyla, hem de kendi işlerim nedeniyle Türkiye’de, Avrupa ve Amerika’da pekçok yeri gezme şansım oldu. Kıymetini bilmediğimiz, hor kullanıp zarar verdiğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Politik amaçlara ve ranta kurban edip yok ettiğimiz doğal güzelliklere, tarihi eserlere sahibiz. Yıllar önce Kavacık sırtlarındaki çirkinliği görüp gözyaşlarına boğulan Japon konuklarımın “siz ne vurdumduymaz bir milletsiniz, bu doğal ve tarihi zenginliğe sahip şehir bizim olsa, onu bir fanusa koyar asla zarar görmesine izin vermezdik” cümlesinin yarattığı utancı hiç unutmuyorum. O zamandan beridir ki İstanbul ile ilgili yıkıcı kararların protesto edileceği her eylemde gücüm yettiğince yer almaya çalışırım. Çarpık kentleşme konusunda bilgilendirebileceğim herkese derdimi anlatmaya çalışırım. Başarım tartışılır, çoğu zaman ellerim böğrümde gözlerimden yaşlar akarak izliyorum olan biteni, gücüm yetmiyor. En ağırıma giden de, bu güzel şehre 70 li 80 li yıllarda doğmuş insanların,  İstanbul’un tarihi dokusunu görmezden gelip, şehrin siluetini değiştiren gökdelenlere methiyeler yazması. Kadıköy’den vapura binip Beşiktaş’a giderken objektifime takılanlar, Avrupa ülkelerinde asla rastlayamayacağınız bir görmemişlik ve rant hırsı sonucu çirkinleştirilen binlerce yıllık güzelliğin yok oluşu. 46 iktidarıyla başlayan yozlaşma, 90 lardan sonra iyice hızlandı. Sanki taşralılar bu güzel şehirden intikam alıyorlar. Yaptıkları her eğreti bina, bu şehri biraz daha çirkinleştirmeye yarıyor. Yeniliğe, şehirlerin gelişmesine karşı değilim. Ama bu çalışmalar, tarihi bir şehrin en değerli varlığı olan silüetini değiştirerek olmamalı. Pek güzel manzarası var diyerek 50 lerin başında Hilton’a imar izni verilerek başlanan çirkinleştirme hamlesi, ilerleyen yıllarda hızlanarak 80 lerde Dolmabahçe Sarayı sırtına dikilen Sivasotel (evet bu ad ona daha çok uyuyor) ve İstanbul’un kalbine çirkin bir hançer gibi saplanan Süzer Plaza ile devam etmiştir. Tabii Taksim meydanı ve civarında altmışların sonları, yetmişlerin başlarında yapılan o zamanki adlarıyla Intercontinetal, Sheraton Otelleri, 80 lerden sonra yükselen Harbiye Orduevi kulesi de unutulmamalı. Yine 60 larda Tarabya’nın en güzel noktasına kondurulan eski Tarabya Oteli (şimdilerde daha da rezil bir görüntüyle İkitelli de camlı plaza şekline girdi ne yazık ki), Yeşilköy sahilindeki Çınar Oteli de yanlış yerlerde dikilen binalar. Yıldız sırtlarına Özal zamanı yapışan Conrad Oteli, ve çirkinliğinden dem vurduğumuz Karayolları binasına inat , son alamet dikiliyor şimdilerde Boğaz sırtına, Tabanlıoğlu projesi olan Zorlu kuleleri. Bunlara, arap zevki çirkinlik abidesi Sapphire’ı da ekleyince görüntü daha da çirkinleşiyor. Şehri yüksek binalarla yenilemek isterseniz, silueti bozmayacak yeni ve uzak alanlar seçersiniz. Beylikdüzü, Kurtköy vs. yerlerde yükselen binalara sözüm yok, çünkü tarihi eserlerin sırtına saplanan hançerlere benzemiyorlar. Amaca uygun şekilde “yeniliği” temsil edebiliyorlar. Paris bu konuda en sevdiğim örnektir. Tarihi şehir özenle korunur, duvara el ilanı bile asamazsınız. Nerede kaldı ki tarihi surlara eğlence yeri yapmak. Hiç mi akıllarına gelmemiştir Trocadéro ve Eiffel manzaralı rezidanslar yapmak. Ya da Roma da Colosseum manzaralı bir alışveriş merkezi inşa etmek isteyen hiç mi olmamıştır. Avrupa’nın pekçok şehrinde fazla çaba harcamadan tarihi filmler çekebilirsiniz. Çünkü doku aynen korunmuştur. İstanbul’da ise dönem filmi çekmek artık pek mümkün değil . Adalar’da çekilen birinci dünya savaşı dönemi dizisinde arka planda  asfalt yollar görmek beni epey rahatsız ediyor. Geçtiğimiz günlerde dostlarla sohbet ederken Ihlamur Kasrı’ndan kayıklara binilerek gezmeye çıkıldığını anlatan arkadaşımızı dinlerken, şimdilerde orada dikilen kuleler geliverdi gözümün önüne ve uzaklara yelken açmak fikri yeniden düştü içime.
Bunca gezi ve uzaklardan söz edince, bu ayki link paylaşımımı da gezginlere yol gösterecek blog adreslerinden seçtim.

Türkçe Gezi Blogları başlığı altında toplanmış 64 adrese bu linkten ulaşabilirsiniz http://ayamerdivenkurduk.biz/?p=2831
Listede olsalar da severek takip ettiklerimi ayrıca  yazdım sizler için.
http://www.cokokuyancokgezen.com/
http://www.binrota.com
http://www.azgezmis.com/
http://kuyruksuzucurtma.com/
http://www.gezijurnal.com/

Vurulduk Ey Halkım, Unutma Bizi

ugurmumcu
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık,
Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken
bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı
kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini,
yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük
Dövüldük, vurulduk, asıldık…
Vurulduk ey halkım, unutma bizi
Yoksullugun bükemedigi bileklerimize, çelik kelepçeler takıldı.
İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez,
İsteseydik, diplomalarımızı mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık.
Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık.
Yazlık kışlık katlarimiz, arabalarımız olurdu.
Yüreğimiz işçiyle birlikte attı, köylüyle birlikte attı.
Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma.
Bizleri yok etmek istediler hep.

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi.
Fidan gibi genç kızlardık; hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden.
Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında iskencecilerin acimasiz ellerine terkedildik.
Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla.
Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi,
taptaze inançlarimizi fırlattık boş birer eldiven gibi.
Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi.
Ölümcül hastaydık.
Bağırsaklarımız düğümlenmişti.
Hipokrat yemini etmis doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin
ütüsü bozulmamıştı daha.
Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk.
Vicdan sustu.
Hukuk sustu.
İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi.

Kanserdik; ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde.
Uydurma davalarla kapattılar hücrelere.
Hastaydık.
Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki.
Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık.
Önce kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attik
önlerine.
Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi.

Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük.
Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük.
Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük.
İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük.
Adana’da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi.
Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize.
Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara.
Mezar taşlarımıza basa basa, devleri yönetenler gizli emellerle,
başlarımızı ezmek
kanlarımızı emmek istediler.
Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi.
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk, komünist dediler.
Ülkemiz bağımsız değil dedik, kelepçeyle geldiler üstümüze.
Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız
bayrağımızı daha da dik tutabilmekti çabamız.
Bir kez dinlemediler bizi.
Bir kez anlamak istemediler.

Vurulduk ey halkım, unutma bizi.

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık.
Bir kadın eline değmemişti ellerimiz.
Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha
Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmus ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına.
Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç.
Mezar toprağı gibi taptaze,
mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.

Asıldık ey halkım, unutma bizi.

Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar,
ağabeyimiz, babamız yaşındaydılar.
Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı bütün olan bitenlere.

Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere
Bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük

Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına.
Batı uygarlığı adına, bizleri bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldürüldük ey halkım, unutma bizi.
Bir gün mezarlarımızda güller açacak
ey halkım, unutma bizi.
Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak
ey halkim unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz
simdi hep birlikteyiz

ey halkım, unutma bizi.

UĞUR MUMCU

Martı dergisi ocak sayısı yazım

Martı Dergisi, herkese yol arkadaşı olma amacıyla yola çıkan online bir dergi. Sevgili Yasemin Sungur önderliğinde keyifli bir ekiple hayata geçirilen, onlarca yazarın daha önce örneğine rastlamadığınız ilginç yazılarına erişebileceğiniz, rahatlıkla okunan bir dergi. Ocak sayısında yayınlanan yazımı aşağıya ekledim. Derginin aslına, Martı Dergisi yazılarına tıklayarak rahatça ulaşabilirsiniz.
“Merhaba  2011
Yeni bir yıla başladık, yeni umutlar, yeni heyecanlarla. Geçen yılın fotoğrafları henüz anılarımızdayken,
bu yıla ait olanları da istiflemeye başlayacağız hızla. Dilekler diledik; daha mutlu, daha sağlıklı, daha başarılı olmak için. Henüz üzeri işaretlenmemiş takvimlerimizle; yeni hatalar yapmadan, kargaşalar, üzüntüler yaşamadan daha başarılı olma şansı yakaladığımızı ve yeni bir başlangıç yapacağımızı düşünüyoruz.
Kocamış dünyamızı hızla kirletmeye devam ederken, bir yandan da nefes alacağımız çözümler üretiyoruz. Bir yandan savaşlarla birbirimizi yok etmeye çalışırken, diğer yandan ölümcül hastalıklara çareler arıyoruz. Karmaşık yaratıklarız vesselam. Bu karmaşıklığımız hayatın her adımını etkiliyor, rengarenk bir dünya oluyor bazen. Her ülkenin kendine özgü yöntemlerle, ama temelde daha güzel geçmesini dileyerek beklenen yeni yıl, ülkemizde de coşkuyla kutlandı yine. Sokaklar, vitrinler, alışveriş merkezlerinin dış cepheleri ışıklarla süslenmişti. Her yerde sevinç ve telaş kolkolaydı sanki.
Çocukların heyecanı görülmeye değerdi.
Her yıl yaptığım gibi kendime notlar hazırladım yine, hatırlamak ve uygulamak bazen zor da olsa, sizlerin de işine yarayacığını düşünüyorum.
İşte sihirli, öneriler:
-Kendinizi sevin, önemseyin.
-Egoist olmayı deneyin, kendinize daha çok vakit ayırın.
-Halinizden şikayet etmeyi aklınızdan bile geçirmeyin.
-Cahiller ve aptallarla tartışmayın, nefesinizi boşa tüketmeyin.
-Çok kızgın ve sinirli olduğunuz zamanlarda bile gülümsemeye çalışın.
Evet haydi şimdi yeni bir yılla beraber, daha güzel günlere doğru yola çıkalım hep birlikte.
Hepinize; önünüzde mutluluklar olan, arkanızda pişmanlıklar olmayan bir yıl dilerim.
Blog önerilerim:
Bu bloga hayran kaldım. http://laturcaenguatemala.blogspot.com/
Yıllar önce, BT dergisinde çalıştığı sıralarda tanıdığım, sevgili Beliz Kudat’ın yazdıklarını merakla okuyorum, sizlere de öneririm. Hayallerinin peşinden giden bu genç yazarı mutlaka takibe alın.
Bu blog çok eğlenceli: http://www.maddebagimlisi.com/
Çok yazarlı bloglardandır, pek severim, konuk da oldum bir ara. Sizler de ilginizi çeken bir konuda maddeleme yapıp konuk yazar olmak için başvurabilirsiniz. Hemen notlarınıza ekleyin.
Bu adreste de her konuda yenilikleri bulabilirsiniz http://trendhunter.com
Her kategoride uzunca vakit geçirmek benim çok hoşuma gidiyor. Yeni yerler, yeni ürünler, olağandışı araçlarla önce siz tanışın. Kesinlikle deneyin derim.

Söyleşi: Didem Altınbaşak Tulgan

Yeni yılda, blog yazılarıma yeni bir kategori ekleyerek devam ediyorum. Kendi alanında başarılı olmuş kadın girişimciler öncelikli olarak, yaptığı işe saygı duyarak başarıya ulaşan her isme sorular sorup, öğrendiklerimi sizlerle paylaşmayı planlıyorum.
İlk konuğum; bir rastlantıyla yolumuzun kesiştiği, Didem Altınbaşak Tulgan. Didem Hanım gülüşü gözlerinde başlayan, dinamik ve kararlı bir iş insanı, duygusal ve sevecen bir anne, iyi eğitimli bir üst düzey yönetici. Emek ve çaba ile, var olmayan bir pazarın yaratılabileceğini ispatlayan, geçen yıl Endeavor Türkiye, bu yıl da Endeavor global girişimcisi seçilen Rafinera markasının yaratıcısı. 2010’un son günlerinde, Rafinera ofisinde işine özen gösteren, geliştiren, bu genç ve başarılı kadın girişimciyle yaptığım keyifli söyleşi sırasında öğrendiklerimi, aşağıda sizlerle paylaşıyorum.
Didem Altınbaşak Tulgan’ı kendi cümlelerinizle anlatır mısınız?
– 1978 yılında İstanbul’da doğdum. Sırası ile St. Benoit Fransız Lisesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Johnson & Wales Universitesi mezunuyum. Evliyim ve 3,5 yaşında Nil adında bir kızım var. MBA’imi tamamladıktan sonra Türkiye’ye döndüm. Yaklaşık 5 sene ilaç sektöründe (Abdi İbrahim A.Ş.) ürün müdürü olarak çalıştım.  Rafinera’nın kurucu ortaklarından biriyim. İyi bir fikir olarak aklıma ilk geldiği andan bugüne kadar Rafinera’nın geçtiği tüm süreçlerde aktif olarak rol aldım. Şimdiki görevim de markayı ve operasyonu yönetmek.
Rafinera’yı nasıl kurdunuz?        
-İlaç sektöründe Ürün müdürü olarak çok yoğun bir tempoda çalışırken kızım Nil’e hamile kaldım. Hamileliğim çok kolay geçmedi, özellikle beslenme düzenimde çeşitli değişiklikler olması gerekti. O iş yoğunluğunda bu yeni beslenme düzenine ayak uydurmam oldukça güç, hatta imkansız gibiydi.
Hamileliğimin son safhasında işi bıraktım, Boston’a taşındım ve daha önce yurt dışında eğitimim sırasında da faydalandığım “meal plan” sistemleri tekrar hayatıma girdi, uymam gereken beslenme düzeni problem
olmaktan çıktı. Kızım doğduktan sonra bu tip bir sistemin Türkiye’de olup olmadığını araştırdım. Olmadığını görünce bu iş fikrini yakın çevreme açtım ve bir iş planı üzerinde çalışır buldum kendimi. Böyle bir sistemi Türkiye’ye en uygun hale getirmek ve aynen benim hamileliğimdeki gibi özel beslenme düzenlerine ihtiyacı olanların en arzu edeceği şekle sokmak için neler yapılabileceğine odaklandım.  Sonunda bu iş planından Rafinera ortaya çıktı. Rafinera’nın sunduğu kişiye özel beslenme planı servisini Türkiye’de sunan başka bir firma yok. Sağlıklı yemek veya ev yemeği tarzında servis veren firmalar olsa da, besin kalitesi, kişiye özel mönüler, beslenme uzmanı desteği gibi bütün bir servis sadece Rafinera ile mümkün. Yirminin üzerinde farklı beslenme planı ile; sadece kilo vermek isteyenleri değil, sağlıklı ve dengeli beslenmek isteyen herkesi hedefliyoruz. Kişiler ister kilo vermeyi, ister formda kalmayı, ister vejetaryen beslenmeyi veya hamileliğe uygun beslenmeyi hedeflesinler, kendilerine yaşam biçimlerine en uygun paketleri sunabiliyoruz.
Menülerde ne gibi yiyecekler var ve kişiye özel menüler nasıl hazırlanıyor?
-Beslenme planlarımızı hazırlarken önceliğimiz sağlıklı ve dengeli beslenme prensibi ile uyumlu olması. Kişilerin hedefleri ne olursa olsun amacımız onların sağlıklı beslenerek hedeflerine ulaşmalarını sağlamak. Bu ilk kriterimizden sonra, kişilerin hedeflerine göre belirledikleri plan dahilinde tamamen kendi tercih ve ihtiyaçlarına göre kendilerine özel mönüler oluşturup, dahil oldukları programdan keyif almalarını öncelikli tutuyoruz. Beslenme planları ile ilgili ilk karar, günlük mönünün tasarlanması
aşamasında veriliyor. Müşterilerimizden fiziki verilerini ve hedeflerini alıyoruz. Buna göre almaları gereken kalori ve bunların hem öğünlere, hem de besin gruplarına dağılımını hesaplıyoruz. Daha sonra servis edilecek öğün ne olursa olsun bu donelere uygun oluyor. Günlük servis aşamasında da yine müşterilerimizden aldığımız özel tercihler devreye giriyor. Sahip olabilecekleri besin alerjileri veya kesinlikle yemedikleri ürünler bizim için çok önemli bilgiler. Bu iki farklı bilgi grubu eşliğinde, müşterilerimizin günlük menüleri ve her öğünlerini teker teker çalışıp hazırlıyoruz.
Rafinera ekibini tanıyabilir miyiz?
-Konusunda uzman ve yeniliklere açık, harika bir ekiple çalışıyoruz. Onları isim isim tanıtayım sizlere:
İdil Şanal – Mutfak Şefi / Koordinatör
İstanbul’da doğdu. İstanbul (Erkek) Lisesi ve Koç Üniversitesi’ni bitirdikten sonra bir Halkla İlişkiler şirketinde çalışmaya başladı. Kısa bir sürede kurumsal hayat düzeninde pek de mutlu olmadığını fark ederek, her zaman tutkusu olan yemekle uğraşmak üzere ilk adımını attı ve Ulus 29’un mutfağında çalışmaya başladı. Yıllardır süregelen fazla kilo sorununa eğilmesi ve yemekle arasındaki aşk-nefret ilişkisini çözümlemeye başlaması, yine bu döneme rastladı. Yaklaşık 35 kg kilo verirken, yemek yemenin sadece lezzet ve hazdan ibaret olmadığını, insanın hayatla olan ilişkisinde çok daha büyük bir yeri olduğunu anlamaya başladı. Bu alanda ilerlemek için yurtiçi ve yurtdışında çeşitli eğitimler alarak farklı mutfaklarda çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönerek Rafinera ekibine katıldı.
Mine Öcalan – Diyetisyen
Konya’da doğdu. Beslenme ve sağlığa olan ilgisiyle Erciyes üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Beslenme ve Diyetetik bölümünden mezun oldu. Eğitimi sırasında farklı kurum ve sektörlerde yaptığı stajlardan edindiği bilgileri harmanlayarak Rafinera’da diyetisyenlik görevine başladı.
Toplumun bilinçlenmesi ve sağlıklı beslenmesi konusundaki hayallerini gerçekleştirmek hedefi ile Rafinera üyelerine kendileri için en uygun olan servisin verilmesi ve ihtiyaç duyduklarında onlara yol göstermek için heyecanla çalışıyor.
Sandra Franko – Müşteri İlişkileri Koordinatörü
İstanbul’da doğdu. Özel Alman Lisesi’ni bitirdikten sonra, bireylerle ilgilenmek ve onlara yardımcı olmak istediği için Koç Üniversitesi Psikoloji bölümünden mezun oldu. Farklı firmaların farklı departmanlarında faaliyet gösterdikten sonra edindiği tecrübe ile eğitimini birleştirerek Rafinera müşteri ilişkileri koordinatörlüğü görevini üstlendi. Rafinera üyelerinin isteklerini daha iyi anlayarak, onlara en iyi ve kaliteli hizmeti sağlayabilmek için sonsuz bir enerji ile çalışıyor.
—–  —– —-
Didem Hanım’la, markası Rafinera üzerine sohbetimiz bu kadar, gerçi çocuklarımız, eğitim vs üzerine de sohbet ettik onunla ama yazı uzamasın diye eklemedim. İleride bir başka başlık altında bu keyifli sohbetten yine alıntılar yaparım.
Rafinera  sistemi, size faydaları, beslenme paketleriyle ilgili detaylara mavi  renkli yazılara tıklayarak ulaşabilirsiniz Rafinera Bireysel Paketler.
Söyleşide kullandığım görseller ve detay dosyası için, iletişim ajansı Communication Sese yetkilisi Doğuş Erdal’a çok teşekkürler.

Merhaba 2011

Yeni bir yıla giriyoruz. Yeni umutlarla dolu günlere koşuyoruz.
Geçtiğimiz yılın fotograf karelerini unutmadan, yenilerine yer açmaya çalışıyoruz.
Manzara pek iç açıcı değil, ama insanız işte, umutlanıyoruz, “belki” diyerek. Hava kirliliği, küresel kriz, petrol fiyatları, dört yanda çalan savaş davullarına rağmen hayaller kuruyoruz, daha güzel daha sevecen bir dünyanın hayalini.

Hepimizin, 2011 de hayal ettiğinden daha güzel bir dünyada yaşaması dileğiyle…
Sevgi ve ışıkla kalın…Bilgelikle Kalın. Evrensel Zekânın Her Oluşta ve Oluşumda Kendisini İfade Eden Bilgeliğinin Farkındalığı ve Hayranlığıyla… Aşkla Kalın. Hayata ve onun tüm ifadelerine aşkla…


Aralık ayı etkinlikleri

 

Aralık ayının ilk etkinliği 4 aralık günü, Marjinal ekibinin organize ettiği, Homend evsahipliğinde Antakya mutfağı tadımıydı. Küçük ama samimi bir mekanda, leziz yemekler eşliğinde yeni bir markanın ürünlerini tanıma fırsatı buldum. Breadfast,Robochop ve Wineup isimli ürünler; hem armağan listemin, hem de alınacaklar listemin başına yerleşiverdiler. Ürün geliştirme konusunda Mehtap Hanım’ı, ekibini ve onlara her adımda destek olup önerilerine kulak veren müdürleri Hakan Bey’i, bir kez de yazımda tebrik etmek istiyorum. Humus ve zahterli yeşil zeytin salatasının tadını damağımda yer ettiren Antiochia şefi Jale Balcı’ya da ayrıca teşekkürler.
Aynı akşam Zarakol 2.0 birinci yılını doldurması nedeniyle Kumkapı’da, yüzlerce blog yazarının katıldığı bir etkinlik düzenlemişti. Uzun süredir görmediğim çok sayıda blog yazarıyla karşılaşmak, sohbet etmek ve dostlarla kadeh tokuştumak, geceyi Ayşem’in el emeği cupcake ile taçlandırmak harikaydı.
18 aralık akşamı Trio Tasarım’ın geleneksel yılsonu partisine, bu kez katılmayı başardım. Sevgili Ahmet Bülent Zorlu’nun sitemlerini bu yıl da duymak zorunda kalacağımdan endişeliydim ama, neyse ev halkının  sağlığı uygundu ben de kaçıverdim 🙂 Ece ve Burak Daylan’ın ikiz bebeklerini sevme şansımı kıl payıyla kaçırdım. İkramın zenginliği ve lezzetini kelimelerle anlatmak mümkün değil tabii. Dostlarla sohbet, ve harika müzikle geç saatlere kadar eğlendik.
19 aralık pazar sabahının erken saatlerinde metrobüs keyfiyleSöğütlüçeşme’de sevgili dostlar Sevie ve Cihan Kaloğlu ile buluşup 4.Blog Yazarları Buluşmasını düzenledikleri mekana yollandık. Biraz kalıp onlara yardım edip çıkarım derken, günün sonuna kadar kaldım, çok da mutlu oldum. Yeni dostlar tanımak ve eskileriyle sohbet şansı yakalamak, bir de üstüne sevgili Ayşem Öztaş’ın oğlu Doruk ile vakit geçirmek günümü şenlendirdi. Etkinliğe destek olan Hızlı Al ve Sanal Pazar’a, nezaketleriyle güleryüzlerini unutmayacağım yöneticilerine tekrar teşekkürler.
23 aralık akşamı, güleryüzüyle hepimizi kapıda karşılayan sevgili Aylin Türkşen Aysel’in davetiyle,  Excell İletişim‘in düzenlediği Avea Yıl Sonu etkinliğinde; Avea’nın uzun süredir iletişim başarılarını izlediğim, Kurumsal İletişim Direktörü Füsun Feridun ile tanışma şansı buldum. Muhteşem manzarada yemek eşliğinde, Pazarlama Genel Müdür Yardımcısı Hakan Kaplan‘dan yeni döneme ait satır başlarını ve 2011 hedeflerini dinledik.
Gecenin sürpriz konuğu ise, Fasulye lakaplı değerli oyuncu Erdem Yener’di. Canlı Para reklamında yaşadıklarını anlatırken gülmekten gözümden yaşlar geldi.
Katılamadığım için karalar bağladığım tek etkinlik, 26 aralık pazar, sevgili Doruk Can Öztaş a.k.a Bibi’nin doğum günüydü. Teyzem evde olamayacağı ve ben de annemi yalnız bırakamadığım için bu şirin delikalnlının ilk yaşını uzaktan kutlayabildim.
27 aralık akşamı da Garanti evsahipliğinde yeni ürünleri Bonuslu Avea’nın tanıtıldığı bir toplantıya katıldım.
Önümüzdeki zamanlarda sıklıkla karşılaşacağımız yeni bir teknolojinin Yakın Alan İletişimi’nin (NFC) öncülüğünü yapan Bonuslu Avea hakkında epey bilgi edindim. Türkiye’de 40 bine yakın, dünyada ise 265 bin temassız pos terminalinde telefon yaklaştırılarak kullanılabilmesi çok ilgimi çekti. Ön ödemeli kart olması, benim gibi kredi kartı kullanmayanların da kesinlikle kalbini kazanacak.

Pozitiflenin, yeniden doğun…

Dün yeniden doğdum ben, sabahın erken saatlerinde deniz yoluyla Kadıköy’e geçtim, oradan da Bostancı yoluyla Büyükada’ya gittim. Hem deniz yolculuğu, hem de güneşli bir günde Büyükada’nın bana iyi geleceğini biliyordum.
Son elli yılda çirkinleştirmek için, öldürmek için her çabanın harcandığı güzel şehrim, sabahın erken saatlerinde nazlı nazlı uyanıyordu, denizin üstünde görünen hafif pus havanın sıcak olacağını gösteriyordu. Öyle de oldu, bahar havasında yürüdüm deniz kenarında, Büyükada’nın sakin yollarında (tabii erken saatlerde böyleydi, sonra yoğun bir arap baskınına uğradı)
Kediler ve martılar eşlik etti bana çoğu zaman.  
Öğleden sonra Kabataş’a giden vapura bindiğimde içim huzurla dolmuştu.
Güneşin batışıysa masal gibiydi.
Aralık ayının ikinci yarısı epey zorlu geçti çoğumuz için. Merkür’ün gerilemesi, gündönümü, ay tutulması vs derken hem maddi, hem manevi anlamda epey sarsıldım. Evden çıkamadığım günlerde durum daha da zor oluyordu. Bildiğim bütün tekniklerle kendimi toparlamaya çalıştım; derin derin nefesler aldım, meditasyon yaptım, EFT ve reiki uyguladım. Her sabah sağlıklı uyandığım için, aklı başında ve gurur veren bir evlada sahip olduğum için, beni seven bir ailem olduğu için, beni yalnız bırakmayan arkadaşlarım ve dostlarım olduğu için şükrettim.
Gün içerisinde, sıklıkla hayatından memnun olmayan ve sürekli yakınan insanlarla karşılaşıyorum, yazdıkları kısa notları okuyorum, bazen bir iki satır yorum yazıp bir süre de olsa, yalnız olmadığını, başkalarının da böyle sıkıntıları olabileceğini anlamasını ve kendini iyi hissetmesini sağlamaya çalışıyorum. Ünvan sahibi bir bilim kadını olmadığım için beni dinlemeyebilirler diyerek, aşağıya bir yazı alıntılıyorum, bundan sonra link veririm nasihat yerine. Prof. Yıldız Batırbaygil’in adını 3 yıl önce duymuştum. Birini aşağıda okuyacağınız 2 güzel yazısını çok severim. Diğerini de sevgili Murat Esenli’nin blogundan okuyabilirsiniz.
İçiniz sıkıldığında derin bir nefes alın, sonra bir daha, bir daha nefes alın ve yaşadığınız için şükredin.
Aşkla kalın, hayata ve onun tüm ifadelerine aşkla…
Beyin öyle bir güçtür ki..
Kafadan geçen her düşüncenin bir talep olduğuna inanıyorum… iyi şey ister güzel şeyler düşünürseniz cevabı aynen öyle gelir , Ama hep korku ve kuşkuyla yaşarsanız aynen bunları da çağırırsınız. Trafik kazasından korkan insanlar hep kazaya uğrarlar. Eğer siz korkuyla yola çıkar ve hep bunu beyninizde kurgulayıp etrafa negatif enerji yayarsanız mutlaka şoföre kaza yaptırırsınız ama arabayı siz kullanıyorsanız
ve böyle korkularınız varsa eğer sakın araba kullanmayın..
Çocuğuna aşırı korumalı ana ve babalarının çocuklarına hep bir şeyler olur, yani biri bir taş atsa bile gelir sizin çocuğunuzun kafasını bulur o zaman siz şunu düşünürsünüz “onu kollayıp korumasam hep başına olumsuz şeyler geliyor.”  Neden acaba ? Bu tıpkı (yumurtamı tavuktan çıkar, yoksa tavuk mu)’yu andırmıyor mu?
Öyle mutsuz bir toplum olduk ki birbirimize günaydın diyemiyoruz, bir araya geldiğimizde hep olumsuz olaylar konuşuyoruz, biri bize nasılsın dese iyiyim demeye korkar olduk, işler nasıl deseler, derhal şikayet etmeye ve her şeyin kötü ve daha da kötüye gittiğini söylüyoruz, hastalıklarımızdan ve ölümlerden bahsediyoruz yani dostlarla da sohbetin güzelliği , keyfi kalmadı.
Hep para olmadığından yakınıyoruz sanki bunu soran bizden para isteyecekmiş gibi. Aynen devam edin, neyi YOK diyorsanız, onu YOK etmeye devam edin, sürekli şikayet edip etrafa olumsuz ve zavallı görünerek her şeyin bereketini kaçırın, ayrıcada bu kadar mızırdanma sonunda dostlarınızı da kaçırdığınızı fark edeceksiniz. Sürekli param yok diyen insanlar paralarının bereketini öyle kaçırırlar ki bir gün gelir birde bakarlar gerçekten paraları bitmiş ama bu bitiş ani çıkan hesapta olmayan mecburi harcamalarda olabilir, sağlığa harcanması gereken miktarlar da olabilir. Hep hastayım diyen insanlar mutlaka hasta olurlar beyin şartlanmaya görsün hangi hastalıktan korkup, çağırıyorsanız size onu getirir.
Allah zaten verilen nimetlere şükretmesini bilmeyen kullarından bu nimetleri bir müddet sonra almaya başlar. Çevrenize bakın örneklerini çok göreceksiniz. Gelin bundan sonra “Nasılsın” diyenlere “ÇOK İYİYİM ÇOK ŞÜKÜR”  demekle işe başlayın.
Öyle bir toplum olduk ki karşımızdakini yargılamaktan sevmeye zaman bulamıyoruz. Oysa her yaşta sevgiye ihtiyacımız var. Sevgi sunulmazsa sevgi değildir. Neyi severseniz sevin ama içinizde yoğun sevgi duyguları olsun. Birisine sevginizi söylediğinizde hareketlerle bunu pekiştirdiğinizde ona öyle güzel bir enerji yollarsınız ki, onun mutluluğunun enerji şeklinde size geri dönüşünden aldığınız pozitifi başka hiçbir şeyde bulamazsınız.
Yeni bebeği olmuş bir anne eğer sıkıntıları varsa veya olumsuz bir kişiliğe sahipse lütfen en olumlu olduğunda bebeğini kucağına alıp onu çıplak tenine değdirsin.Eğer bebeklerinizin huzurlu ve sağlıklı bir bebek olmasını istiyorsanız onu sakin kavgasız gürültüsüz ve pozitif bir ortamda büyütmeye çalışın, Kızgınken, sinirliyken kucağınıza almamaya çalışın ve ona sınırsız sevginizi gösterin.Öpün koklayın ve bilin ki bu günler çok çabuk geçecek ve bilin ki çok çabuk büyüyorlar. Bazı anne ve babalar çocuklarını çok sevdikleri halde bunu ifade edemez ve gösteremezler. Neden ? Ne zaman göstereceksiniz? Tanrı’nın verdiği bu armağana sevgiyi en güzel şekilde göstermemiz bir şükür ve teşekkür değil mi ?
Beyin öyle bir güçtür ki , insan beyin gücünü kullanarak isterse kendini felç de edebilir, öldürebilir de, kanserini de yenebilir. Yeter ki beynini şartlandırabilsin. Beynimizde yaklaşık 13 milyar civarında sinir hücresi vardır. Her bir hücre yaklaşık 7.3 kilo voltluk enerji açığa çıkarır. Pratikte mümkün değil ama teorikte beyindeki tüm sinir hücrelerinin aynı anda enerjilerini saldığını varsayalım, yaklaşık 350 milyon kilo voltluk bir enerji açığa çıkar ki bu da büyük bir metropolün tüm elektrik ihtiyacını karşılayacak güce sahiptir.
Size tıp kitaplarına girmiş bir olayı anlatmak istiyorum,
Et taşımaya yarayan soğutuculu bir tren, temizlenmek için bir istasyonda duruyor.. İşçiler vagonları temizlemeye başlıyorlar, işçinin biri bir vagonu temizlerken diğer işçi o vagonu boş sanıp kapısını dışardan kilitliyor.. Biraz sonra tren hareket ediyor, ve bir durak sonra et almak üzere bir istasyonda duruyor. Kapalı kalan işçinin vagon kapısı açıldığında işçinin donarak öldüğü görülüyor. Fakat bir bakıyorlar ki, vagonun ısısı normal ısıda yani dondurucuya geçirilmemiş. Ama kapalı kalan işçi bunu bilmediği, donarak öleceğini sandığı için beyin aynen donmanın şartlarını hazırlayarak, donmanın tüm belirtilerek göstererek vücudunu buna uyduruyor.. .  Yani beyninizi olumlu şeylere kanalize edin .
Bazı insanlar vardır, hep konuşurken daha yaşasam 1-2 sene daha yaşarım diye konuşup sık sık bunu
tekrar ederler ve kendilerine adeta bir ölüm zamanı belirlerler. Ben bu laftan çok korkarım ,eğer bunu inanarak söylerlerse beyinlerini öyle bir şartlarlar ki , öyle bir kurgularlar ki gerçekten dedikleri zamanda
ölürler. Bu yüzden kaç yaşında olursanız olun hep bir hedefiniz ve hayalleriniz olsun ki uzun yaşayabilesiniz. İnsan hayal ettiği müddetçe yaşarmış. Ne doğru bir laf değil mi?
Dün bitti. Dünün tekrarı yok aynı rüyalar gibi. Yarın, hiç bilmiyoruz, iyi şeylerde olabilir kötü de . Ama şu anımı biliyorum,ayağım kırık bu yazıyı yazıyorum ama eşim yanımda çocuklarım sağ ve ben bu yüzden dünyanın en mutlu insanıyım ve yarınımı da bilmediğim için bu anımı en iyi, en keyifli ve en pozitif şekilde değerlendiririm. Bilmediğim bir geleceği düşünerek de bu anımı zehir edemem. Siz de böyle yapın ve hayatınızı birbirine karıştırmamak kaydıyla 3’e bölün. Dün, bugün,yarın diye…
Biz ani stresleri çok severiz. Çünkü ani streste vücutta Adrenokortikotrop hormon (ACTH) artar ve hafıza,
algılama, enerji süper olur. Yani bu hormon strese karşı vücudun bir sigortasıdır. Ama siz bu stresi kısır döngüye çevirirseniz yani sürekli beyninizde kurarsanız, hep bunu düşünürseniz, gelen olumlu şeylerin hepsi geri gider. Yani unutkanlıklar, enerji kayıpları, isteksizlikler, migren, mide-bağırsak şikayetleri, uykusuzluklar, beyin tümörler, tansiyon iniş-çıkışları, vücudun muhtelif yerlerinde uyuşmalar, mutsuzluk, hatta depresyon ,kalple ilgili şikayetler ve kansere zemin hazırlamış olursunuz. Bunları kendinize niye reva göreceksiniz ki ? Akıllı, kontrollü ve olumlu olmak yeterli.. Eğer büyük bir strese girdiyseniz kendinize hobiler bulun, yani kafanızı dağıtın. Başka işlere kanalize olun ki stres yaratan faktörün etkisi az alsın veya
sevdiğiniz, sizi mutlu eden şeylerle uğraşın. Bunları da yapamıyorsanız dua edin, duaların insanlarda yarattıkları mistik etki onların pozitiflenmesini sağlar. Ben evde sokakta bile hep iyilik diler ve hayır için dua ederim…
Saygılarımla,
Prof. Yıldız Batırbaygil “

Martı’nın kanadından sanal dünyaya

Geçen ay sevgili dost Yasemin Sungur‘dan aldığım bir mesajla yüzüme kocaman bir gülümseme yerleşti. Dijital ortamda yayınlamayı planladıkları dergide benim de konuk yazar olmamı istemişti. İlk yazımı heyecanla yazdım ve yolladım. İlk sayıyı gördüğümde ne kadar mutlu olduğumu tahmin bile edemezsiniz. Çok severek okuduğum usta yazarlarla aynı sayıda yer almak gurur vericiydi.
Aşağıya eklediğim yazı, Martı dergisinin ilk sayısındadır, yazının orijinaline ve dergiye ulaşmak için buraya tıklayınız.

Merhaba Dostlar;
Sizlere bu keyifli dergi aracılığıyla seslenmek heyecan verici. Bu köşede; oradan, buradan, hayatın tam içinden konulardan söz etmeye çalışacağım. İlk yazımın konusu neredeyse her gün gazetelerde, TV lerde üzerine konuşulan, ne olduğunu bilenlerin keyfini sürdüğü, bilemeyenlerin öcü gördüğü Sanal Alem. 2003 yılından bu yana çeşitli platformlarda aktif olarak sanal alemin içindeyim. Sanal sanal diyerek çoğu kişi tarafından aşağılanmaya çalışılıp, yok sayılan bu dünya, aslında o kadar gerçek ki. Geçtiğimiz günlerde bunu bir kez daha anlamamı sağlayan iki olay yaşadım. İlki; tek yönlü bir caddede, karşıdan karşıya geçerken ters yönde geri geri gelip bana çarpan taksi olayını yazmamdan hemen sonraydı. Aralıksız çalan telefonlarım, ardı kesilmeyen mesaj ve anlık iletilerle geçmiş olsun dilekleri ve yardımıma gelmek isteyenlerle doluydu çevrem. Kardeşlerimin ve oğlumun bile haberi yokken, onlar hemen harekete geçivermişlerdi.
Diğeri ise; arkadaşımız Davut Topcan’ın yatmakta olduğu hastanede ağırlaşması sırasında ve vefatı sonrası yaşananlardı. Hastanede anne ve babasına destek olup, yanı başlarında bekleyenler, vefat sonrası cenaze arabasıyla Manisa’ya gidenler, anne ve babasına refakat ederek Manisa’ya ulaşmalarını sağlayan arkadaşlarımızın hemen hepsi Friendfeed platformu sayesinde tanıdığımız kişilerdi. Bazıları ile yüzyüze görüşmeden kaynaşıp, dost olmuştuk. Sevinçlerimizi, hüzünlerimizi de ilgi alanlarımızdakileri paylaşır gibi rahatça paylaştık.
Sanal sanılan dünyanın, gerçeğinden çok da farkı yok bana göre. Kim isem, o olarak sürüyor hayatım sanal alemde de. Google indeksler de işimden olurum diyerek takma isim kullanan dostların da çoğu, kendileri gibi davranıyor. Tabii sanal ortamlarda da, gerçek hayatta olduğu gibi duygu dünyası karışmış, sevgisiz ortamlarda büyümüş, kalbi taş kesmiş insanlar var. Onlar için üzülmekten başka yapılacak şey yok, yaptıkları saçmalıklar, yalnızlıklarını daha da derinleştirmekten başka işe yaramıyor. Yaşanması git gide zorlaşan şu kocamış dünyada, birlikte keyifle vakit geçireceğimiz, neşeyle kahkahalar atabileceğimiz yeni dostlar edinmenin en kolay yollarından biri, sanal alemde ortak ilgi alanları olanlarla bir araya gelmek. Bildiklerimizi, bulduklarımızı, hayat tecrübelerimizi paylaşarak, zaman zaman toplanıp yüzyüze sohbetler ederek daha da çeşitlenip zenginleşebiliriz. Ekranlarda beliren bir makarna reklamında dedikleri gibi “Arkadaşlar kendi seçtiğimiz kardeşlerimizdir.”
Sanal Alemde tanıdığım arkadaşlarım ve dostlarımın çoğu; aynı ilgi alanlarını paylaştığım, benzer hayallerimiz olan, birbirine yakın iş geçmişine sahip olanlar. Tabii bir de bana yeni ufuklar açan, farklı düşünceleri, görüşleri anlamaya çalışmamı sağlayan, bakış açımı genişletmeme yardımcı olan yeni dostlar da var. Hayat felsefelerimiz, düşünce yapılarımız çok farklı belki ama bizleri ortak paydada birleştiren sanal dünya oldu.
Siz bakmayın gazetelerde, televizyonlarda veryansın ettiklerine, işlerine gelmiyor çoğunun yeni medya düzeni. İçeriği “ne versem okur, ne yapsam izler” mantığından çıkarmak zorunda kalacaklarının ayırdına vardılar, korkuyorlar. Bilgiye anında ve çeşit çeşit adreslerden ulaşan milyonlarca hedefin onları tatlı kazançlarından edeceğinden korkuyorlar. Okur sayıları hızla azalan tek tip gazete ve dergicilik anlayışı, ucuz ve ilkesiz yayıncılık mantığı hızla toparlanıp kendine çeki düzen vermek zorunda kalacağı için endişeli.
Bir sonraki yazıda daha eğlenceli konularda söyleşebilmek dileğiyle hepinize iyi günler diliyorum. 2011 yılı hepinize, huzur, sağlık, mutluluk ve bereket getirsin.
Sevgi ve ışıkla kalın…


3 Aralık Uluslararası Engelliler Günü

1992 yılında Birleşmiş Milletler aldığı bir kararla, 3 Aralık gününü “Uluslararası Engelliler Günü” olarak ilan etti.  Bu kararın ardından; BM İnsan Hakları Komisyonu, 5 Mart 1993 tarihli ve 1993/29 sayılı bildirisi ile üye ülkelerce 3 Aralık gününün “engellilerin topluma kazandırılması ve insan haklarının tam ve eşit ölçüde sağlanması” amacıyla tanınmasını istedi. O günden beri, 3 Aralık “Uluslararası Engelliler Günü” olarak bilinmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre; dünya nüfusunda 500 milyon engelli yaşıyor. Türkiye’de nüfusun yüzde  8.5 milyon kişi engelli. Tabii bu rakamlar kayıtlı olanlar. Nüfusa kaydedilmemiş engelli sayısı hakkında kimsenin fikri yok ne yazık ki.
Geçen yıl, metrobüs duraklarında engellilere uygun sistem olmamasına dikkat çekmek için düzenlenen bir eyleme katılmıştım. İnsanlarımızın duyarsızlığı kanımı dondurmuştu. O günden bu yana pek değişen bir durum yok. Engelli asansörleri çoğunlukla sağlam insanlar tarafından kullanılıyor, bozuk olanların tamiri nedense öncelikler arasında değil.
Kaldırımlar sağlam insanların bile zorlukla kullanacağı durumda,tekerlekli sandalyenizi caddeden yürütmek zorunda kaldığınızda da yoldan geçen araçların sözlü tacizine uğruyorsunuz.
Ulaşım araçlarına tekerleki sandalye ile binmek mümkün değil, restoranlar, sinemalar vs. gibi sosyal alanlarda yabancı markalar dışında engelliler için hayatı kolaylaştıracak çözümler üreten neredeyse yok.
Engelli dostlarımızı senede bir gün düşünmek gibi gelse de, kamuoyunun toplu halde dikkatini çekebilmek adına 3 aralık Uluslararası Engelliler Günü’nün olabildiğince duyurulması gerek.


Sayfalar:1...39404142434445...61