:::: MENU ::::

Social CRM 2012 ilk toplantı

17 ocak salı Bersay İletişim Enstitüsü salonlarında 2012 yılının ilk toplantısında İbrahim Gökçen konuğumuzdu.

Geçtiğimiz yıl kafe toplantılarıyla sürdürdüğümüz etkinliklerimizin mekanı yeni yılda BİE salonu olacak. İbrahim Gökçen ve katılan konuklara bir kez de buradan teşekkür edeyim. Hem hava şartları hem de trafik engeline rağmen salonu doldurdular.

Konuk konuşmacımız İbrahim Gökçen; bizlere Socail CRM’in nasıl görüldüğünü, nasıl algılanması gerektiğini slaytlarla anlattı.

Konuya aşina olanların ilgiyle izlediği sunumdan bir kaç kareyi ve sevgili Uğur Özmen’in yazılarından referansları aşağıdaki linklere tıklayarak görebilirsiniz. Linkedin grubumuzun linkini de aşağıya ekledim, ilgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınızla paylaşabilirsiniz.

 

 

S” CRM’de neleri değiştirdi 1                                                              

S” CRM’de neleri değiştirdi 2  

Uzaktan CRM Eğitimi/Dinlediklerim İbrahim Gökçen

Social CRM Linkedin Grubu


Bir Ülke Değişirken – Tanzimattan Cumhuriyete Türk Resmi Sergisi

23 aralık günü, İstanbul’un altını üstüne çeviren Nuh Tufanı benzeri havada, evde oturup miskinleşmek yerine, Sabancı Müzesi‘nin yeni sergisinin tanıtımına katılmaya karar verdim.

Emirgan Korusu’ndan esen çılgın rüzgarı görmezden gelip, Atlı Köşk’ün bahçesinden yukarı ağaçlar içinden geçerek yürüdüm. Ağaçların ve yağmurun kokusu, içime işleyen soğuk rüzgarı unutturuverdi. Tepeye ulaştığımda, şemsiyem ters dönmeden yürüdüğüm için zafer kazanmış komutan gibi hissetttim kendimi. Kapıdan girince güleryüzle ve sıcacık kahve ikramıyla karşılanmak pek hoştu.

Sakıp Sabancı’nın ;Türk resminin belirli bir dönemine duyduğu ilgiyle ortaya çıkan koleksiyonun sergilendiği salonları gezerken, Osmanlı’dan Cumhuriyet’ e doğru ilginç bir yolculuk yapıyorsunuz. Bilimsel danışmanlıkları, Prof. Dr. Semra Germaner ve Doç. Dr. Ahu Antmen tarafından yapılan sergide; Osman Hamdi Bey, Fikret Muallâ, Halil Paşa, Şehzade Abdülmecid Efendi ve İzzet Ziya’nın eserlerini görebilirsiniz.

Osman Hamdi Bey’in “Naile Hanım” isimli portresi ve Halil Paşa’nın “Madam X” isimli ödüllü eseri ülkemizde ilk kez sergileniyormuş.
Beni en çok etkileyenler ise; yazıya fotograflarını eklediğim Halil Paşa’nın “Pembeli Kadın” portresi, İbrahim Çallı’nın “Manolyalı Natürmort”u ve Fikret Mualla serisi oldu.

Kendinize güzel bir gün armağan edin, sabah Emigan’daki çay bahçelerinden birinde kahvaltı yaptıktan sonra Sakıp Sabancı Müzesi’nde “Bir Ülke Değişirken – Tanzimattan Cumhuriyete Türk Resmi Sergisi”nde yer alan muhteşem tabloları görün. Hem ünlü ressamlarımızın eserlerini izleyin, hem de Türk resim sanatının tarihsel yolculuğuna tanık olun.

Sergi detayları ve müze ile ilgili bilgilere erişmek için ŞURAYA tıklayınız



Hayber Geçidi Ortasında “Atatürk” Çığlıkları

ataturk-10-kasim

Yaşadığımız topraklarda olan bitenler; artan gerginlikler, haksızlıklar, felaketler; gri ve soğuk havanın da etkisiyle daha iç karartıcı oluyor. Bir arkadaşımın aldığı, Bütün Dünya dergisinin 1 ocak 2012 sayısına bakınırken, 73.sayfada sağ altta yer alan bir yazıya gözüm ilişti.
Hakimiyeti Milliye Gazetesi 8 mart 1929 tarihli bir yazının köşesinde Mareşal Gazi Mustafa Kemal imzalı bir bölüm vardı.

“Beni inkar edeceksiniz…Hatta büştanla (iftirayla) yad edeceksiniz. Hint’e, Yemen’e ve Mısır’a giden fikirlerim, orada filizlenerek gelip sizi boğacaktır.”

Çok etkiledi beni bu satırlar, ne kadar ileri görüşlü, nasıl müthiş bir öndermiş derken, bir süre önce bana eski bir yazısını okutan değerli dost Poyraz Savcı ile konuştuklarımız ve o yazı geldi aklıma. Sizerle paylaşmanın tam sırası. Okuyun ve bir kez daha, hangi ülkede yaşadığınızı, aile büyüklerinizi, ne şartlarla başarılan ve bizlere tepside sunulan bu özgürlüğü nelere feda edebildiğinizi düşünün.

HAYBER’DE TÜRK OLMANIN VERDİĞİ GURUR

Atatürk karşıtı yazıları, yorumları, İnternet sitelerini ve eylemleri okuyup izledikçe, içimde bu büyük Adamın düşmanı olan aymazlara karşı uzun süredir yuvalanmış olan kızgınlık ve hırs doldukça doluyor ve patlamasından korkuyorum. Atatürk’ü bu denli yok sayma, genç nesilleri O’ndan tamamen uzaklaştırma çabaları artık ciddi birer kampanyaya dönüştü. Bu girişime ne yapıp edip engel olmak, bir borç olmaktan öte, hepimizin yaşam nedeni olmalıdır. Atatürk karşıtlarının eylemleri, düşünceleri, haince ve gaddarca saldırıları bana hep bundan 24 yıl öncesini, üstelik uygarlıktan hiçbir şekilde nasibini almamış, harita üzerinde toplu iğnenin ucuyla bile gösterilemeyecek ücra bir dünya köşesini anımsatıyor ve inanın abartmıyorum, her defasında gözlerim doluyor, tüylerim ürperiyor. Paylaşacağım bu olağanüstü konu, yeryüzündeki tüm Atatürk karşıtlarına, tabii işin önemini algılayabilenlere ithaf olunur…

Tarih kitaplarından bildiğimiz, Pakistan ile Afganistan’ı birbirinden son derece katı bir biçimde ayıran, Büyük İskender’in Hindistan’a geçmek için zorlandığı, geçtikten sonra da İndus ovasında telef olan ordusu yüzünden doğu seferine pes etmesine neden olan, İngilizlerin de Afganistan’a egemen olmalarını engelleyen, Karakurum Dağları’nın arasındaki o ünlü Hayber Geçidi’ne Pakistan’da görev yaptığım 4 yıl içersinde defalarca gitme olanağını buldum. İslamabad’daki Büyükelçilikte Basın Ataşesi olarak görevliyken, gelen kişisel ziyaretçilerimizle, basın mensubu dostlarımızla, İslamabad’daki arkadaşlarımızla bu ünlü geçitten geçip, Pakistan-Afganistan sınır kapısı olan Torkham’ı ziyaret ettik. Ancak, burada anlatacağım ne Hayber Geçidi’nin tarihçesi ve doğal yapısı, ne de Torkham adlı ufacık sınır köyündeki insanı hayrete düşüren sıra dışı yaşam biçimi. Hayber Geçidi’ne ulaşmak için içinden geçmek zorunda olduğunuz ve gerek Merkezi, gerekse Federal hükümetlerce “can güvenliğinizin” olmadığının büyük panolarda hatırlatıldığı “Aşiret Bölgesi”nde yaşadığımız ve bu satırları yazarken bile heyecanlanmama, ürpermeme neden olan ilginç bir anektodu paylaşmak istiyorum. Defalarca karayolundan geçtiğimiz Hayber Geçidi’ni bu kez Kraliçe Victoria devrinden kalma tarihi trenle geçerken yaşadığımız bir anektod. Herşeye rağmen, olayın tam olarak yansıtılması açısından, kısa da olsa Geçide, Aşiret Bölgesine ve söz konusu trenin özelliklerine biraz değinmek istiyorum.

Hayber, Karakurum Dağları’nın Peşaver Ovasına doğru uzanan, son derece sarp, çorak ve yüksek bölümünde yer alan bir geçit. Pakistan’ın 4 eyaletinden, kısaca NWFP olarak anılan Kuzeybatı Sınır Vilayeti’nin (North West Frontier Province) başkenti Peşaver ile Afganistan sınırında bulunan Torkham köyü, çok dar, müthiş virajlı ve aynı zamanda tehlikeli 70 kilometrelik bir karayolu ile bağlanıyor. Peşaver’den, Geçidin başladığı noktaya kadar kat edilen düz alan ise, devlet kontrolünün kesinlikle olmadığı, Eyalet Hükümeti ile bölgede yerleşik 16 aşiret arasındaki her türlü ilişkinin “Politik Ajan” adı verilen ve yine özellikle bu aşiretlerin en güçlü olanlarından tayin edilen kişilerce yürütüldüğü, afyon üretiminin çok yaygın ve eroine dönüştürme işleminin “motorize laboratuvarlarda” yapıldığı, her türlü, ama kelimenin tam anlamıyla “her türlü” silah üretim ve kaçakçılığının yapıldığı bir bölgedir. Aslında aşiret bölgesi, NWFP’den, güneyde Quetta’nın merkezi olduğu Belucistan’a kadar olan muazzam geniş bir alana yayılıyor. Peşaver kent sınırlarını terk edip aşiret bölgesine girerken, gerek karayolu üzerinde, gerekse tren hattı kenarında büyük ve çarpıcı tabelalar yer alıyor. Bunların üzerinde, yolculuk yapan yerli halk ve turistlerin net bir şekilde uyarıldıkları, Urduca, İngilizce, Almanca ve Fransızca yazılar bulunuyor. Tabelalarda kısaca; “Pakistan Federal Hükümeti ve NWFP Eyalet Hükümeti, bulunduğunuz karayolunun sağ ve solunda yer alan 50’şer metrelik bölgenin dışına çıkmanız halinde can ve mal güvenliğinizden kesin olarak sorumlu değildir” yazıyor. Bu bölgede çok sık aşiretler arası çatışmalara da rastlanıyor. Bir keresinde Peşaver’den güneye, bir Pakistanlı dostumuzun oğlunun yöresel düğün töreni için Quetta’ya giderken, içinden geçmek zorunda olduğumuz Darra adlı küçük bir köyde mola verdiğimizde böylesine bir olaya, çok küçük çaplı da olsa bir aşiret savaşına tanık olmuş, bir dükkanın içine sığınmıştık. Bu çatışmalarda kalaşnikof’lar ağırlıkta olmak üzere akla gelebilecek her türlü silah kullanılıyor.
Peşaver-Torkham seferini haftada 4 gün yapan tarihi tren ise toplam 6 vagondan oluşuyor ve vagonlarında herhangi bir sınıf farkı da bulunmuyor. Treni önden bir lokomotif çekerken, bir diğeri de arkadan itiyor. Bunun nedeni ise; Geçidin büyük bir bölümünde yolun uzunlamasına yükselerek zigzag çizimesi. Lokomotiflerden birisi her koşulda çekicilik görevi yapıyor. Trene Peşaver’de binenler belirli bir ücret ödüyor, ancak aşiret bölgesinden önceki son istasyon olan Jamrud’da tamamen aşiret halkı yolculara katılıyor ve hiçbir ücret ödemiyor. Tren Jamrud’dan hareket etmeden önce tüm kapıları zincirlerle kilitleniyor ve kalaşnikoflu toplam 25 “Tren Muhafızı” güvenliği sağlamak üzere vagonların stratejik noktalarında yerlerini alıyor.
Şimdi gelelim yaşam boyu unutamayacağım, duygu sellerinde boğulmama ve özbeöz Türk olup da 21’inci yüzyılın Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşamakta olan Atatürk karşıtlarına ve düşmanlarına kızmama, hırslanmama ve sinirlenmeme neden olan olaya…
Hayber Geçidi’nin Ortasında “Atatürk Çığlıkları”
1982 yılının Muson yağmurları sonrası müthiş sıcak ve rutubetli bir Ağustos gününde, sabahın çok erken saatlerinde İslamabad’dan iki otomobille yola koyulduk. Öndeki otomobilde ben, eşim ve daha üç yaşındaki oğlumuz, arkadaki otomobilde ise Büyükelçiliğin Müstesarı ve eşi, İndus Nehrini geçerek Peşaver’e, saat 9’da hareket edecek olan Hayber Ekspresine gidiyorduk. İslamabad-Peşaver arasında “Grand Trunk Road” olarak bilinen ve rengarenk, dev gibi kamyonlarla tepeleme yolcu dolu otobüslerin ağırlıkta olduğu yolu kat edip Peşaver Gar’ına vardık. Otomobilleri park ettikten sonra, dönüşü yine aynı trenle yapmak istemediğimizden, bir taksi ile anlaştık ve bizi Afgan sınırındaki Torkham tren istasyonundan almasını söyleyerek, trendeki yerimizi aldık. Vagonun bir tarafında koridor, diğer tarafında da karşılıklı olarak oturulan ve bir sırada toplam 10 kişinin oturabildiği tahta banklar vardı. Cam kenarına, yöresel adetlere saygı nedeniyle başörtüsü takmış olan eşlerimiz yerleşti. Peşaver’den, Hayber Geçidi’ni kat ederek Torkham’a doğru 3 saat sürecek yolculuk için hareket ederken tren oldukça tenhaydı. Müsteşarın yanına orta yaşlı bir Peşaver’li, benim yanıma da genç bir Lahor’lu oturdu. Burada bir parantez açıp, çok önemli bir noktanın altını çizmem gerekiyor: “Pathan” adı verilen cesur, ilkelerine son derece bağlı ve savaşçı bir yapıları olan ve Afganistan’da da uzantıları bulunan yerel Eyalet halkı, başta Karaçi’nin merkezi olduğu Sind ile, Lahor’un merkez olduğu Pencap eyaletleri halkını hiç sevmez ve geçinemezler. Daha da kuzeye, Çin sınırına gittikçe bu durum daha da ciddileşir ve güneyde yaşayanlara “Pakistanlı” derler. Bir diğer önemli nokta ise, “Pathan”ların çok daha açık, beyaz bir tene sahip olmaları, Sind ve Pencap’lıların ise daha koyu olmaları, dolayısıyla belirgin bir farkla kimin nereden olduğunun kolayca anlaşılabilmesidir. Aşağıdaki bölümde, bu ayrıntıya girme nedenim daha iyi anlaşılacaktır.
Peşaver ile aşiret bölgesi girişi olan Jamrud istasyonu arasındaki yaklaşık 35 dakikalık yolculuk oldukça sakin ve yanımızda oturanlarla sohbet ederek geçti. Lahorlu dostumuz Türk olmamızdan çok, Amerika ve dünya politikaları hakkındaki düşüncelerimizle ilgileniyordu. Tren Jamrud istasyonunda durduğunda platformda inanılmaz bir yolcu kalabalığı ile karşılaştık. Vagonlar bir anda tıka basa dolmaya başladı. Sıra bizim oturduğumuz bölüme geldiğinde ise çok ilginç bir gelişme oldu. Yaşları 40-50 arasında değişen 5 kişi geldi ve Lahorluyu kelimenin tam anlamıyla terörize ederek oturduğu yerden kaçırdılar ve yanımıza yerleştiler. Yükünü fazlasıyla alan tren tekrar hareket ettiğinde biz de kendi aramızda konuşuyor, bir yandan vagonda değişen ortamı değerlendirirken, diğer yandan da güzergah üzerinde yer alan çeşitli aşiretlere ait, yüksek duvarlarla çevrili büyük yerleşimleri inceliyor ve fotoğraf çekiyorduk. Bir aşirete bağlı oldukları belli olan solumdaki gruptan bana en yakın oturan yolcu bir süre sonra, konuştuğumuz dil ve renklerimizden etkilenmiş olmalı ki sohbete başladı. Bir anda iletişim kurmanın çok zor olacağını anladım, çünkü yöresel dili kullandığı gibi, İngilizcesi de çok azdı. Çat pat birbirimize bir şeyler anlatmaya çalışırken, cebinden çıkarttığı enfiye kutusu biçimindeki kutudan bana ve tam karşımda oturan Müsteşara ikramda bulundu. İkram ettiği, daha önce de çok karşılaştığımız, uyuşturucu etkisi fazla olan ve alt kıtada yaygın görülen bir ağaçtan elde edilen bir tozdu. Pakistan’ın hemen her yerinde “Pan” adını verdikleri, aynı ağacın yaprağına çeşitli baharatlar da katarak, üstelik ağaç kabuğunun sulandırılmış sıvısını da sürerek ağızlarında uzun bir süre çiğnedikten sonra, yere tükürdükleri bu keyif verici madde çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Ülkeye ilk gittiğimde yollardaki öbek öbek kırmızı lekelerden oldukça etkilenmiş, durumu öğrenene kadar aklıma çok daha başka şeyler gelmişti. Teşekkür ederek ikramı kabul etmedik. Sessiz iletişimle geçen bir süre sonra solumda oturan yol arkadaşımız, cebinden çıkarttığı bir başka kutudaki tütünü kağıda sardı ve içine, kırdığı esrar parçalarını koyup yaktı, ilk nefesi çekerek bana uzattı. Benim nazikçe teşekkür ederek reddetmem üzerine bu kez Müsteşara ikramda bulundu ve onun da reddetmesi üzerine aralarında hararetli bir değerlendirmeye giriştiler. Konuşulanlar arasında yakalayabildiğim bazı tümceler; Amerikalı, Alman, İngiliz, İranlı idi. Kısaca, bizim hangi ülkeden olduğumuz tartışılıyordu. Solumdaki dostumuz, aralarındaki tartışmayı bir başka ikram girişimiyle çözmeye karar vermişti. Bu kez ikram ettiği ise, yanındaki arkadaşından aldığı kutu içindeki ham afyondu. Yolculuk 2 saat yerine 12 saat olsaydı, eminim yeryüzündeki her tür uyuşturucu ile tanışabilirdik. Bu son ikramı da reddedince, bu kez karşı çaprazımda, Müsteşarın sağında oturan yaşlıca yolcu, bozuk İngilizcesi ile “Amerikalı mısınız?” dedi. Hemen ardından da peş peşe sormaya başladı: Alman, Fransız, İranlı ve son olarak da Yunanlı. Hepsine olumsuz yanıtı alan dostumuz, “Peki siz hangi ülkedensiniz ki tüm ikramları reddediyorsunuz böyle?” diye sordu. Herhalde daha önce yolculuk yaptıkları yabancılar ikram edilen maddeleri fazlasıyla kabul ediyorlardı diye düşündüm ve “Türküz, Türkiye’deniz” dedim. 50-55 yaşlarında olduğunu sandığım kişi gözünü benden ayırmadan; “Siz Türk müsünüz gerçekten?” dedi ve evet yanıtıyla birlikte ayağa kalktı. Yüksek bir sesle, yaklaşık 100-130 kişi olduğunu tahmin ettiğim tüm vagonun duyacağı bir tonla ve yerel dille; “Bunlar Türk, Atatürk’ün çocukları” dedi ve önce Müsteşara, sonra da bana sarılarak kucakladı, öpmeye başladı. Yaşamakta olduğum durumun hassasiyeti ve içine bilinçsizce düştüğüm duygu selinden olsa gerek, bir başka gelişmeyi fark etmem uzun sürdü. Vagonda bulunan ve yaşları 45’in üzerinde olan ne kadar erkek varsa olduğumuz yere geliyor ve önce “Atatürk” ve sonra da “Türk” çığlıklarıyla bizleri kucaklıyordu. Bir ara Müsteşarla göz göze geldik ve hemen bakışlarımız kilitlendi, çünkü ikimiz de gözyaşı seline boğulmuştuk. Gözyaşlarımız bir üzüntü, acı veya istenmeyen bir durum nedeniyle akmıyordu doğal olarak. Müthiş bir gurur, olağanüstü bir duygu tüm benliğimizi kaplamıştı. Eşlerimizin durumu da bizden farklı değildi, hüngür hüngür ağlıyorlardı.
Karşımdaki adam cebinden çıkardığı bir bezle yanaklarımdan akmakta olan yaşları siliyor ve bana İngilizce olarak şunu söylüyordu: “Siz Türkler dünyanın en şanslı, en gururlu insanlarısınız. Atatürk sizlere öyle bir ülke bıraktı ki, o ülkenin bir ferdi olmak için neyim varsa feda ederdim. En önemli ve göğsünüzü gererek tüm dünyaya haykırmanız gereken özelliğiniz de ‘Bağımsızlığınız’. Atatürk çocukları olarak sizi bağrıma basmaktan büyük bir onur duyuyorum, ne mutlu size”…

İşte bu son cümle tüm benliğime öylesine işledi ki, 1982 yılının, Muson yağmurları sonrası müthiş sıcak ve rutubetli o Ağustos gününde çılgınca zamanın durmasını istedim…

Poyraz SAVCI  İstanbul, 11 Aralık 2006


Müşteri İlişkileri Yönetiminin Sosyal Halleri

90 ların sonunda ilgimi çeken Müşteri İlişkileri Yönetimi (CRM) konusunun önemini, o dönemde çalıştığım şirkette kimseye anlatmayı başaramayınca kişisel ilgi alanı olarak takip etmeye başlamıştım. Yıllar içinde konu ile ilgili gelişmeleri internet üzerinden izledim. Ülkemizdeki uygulamaların da olgunlaşması, sonra Sosyal Medya’nın yükselişiyle birlikte bu kez de Social CRM (Sosyal MİY) ilgimi çekmeye başladı.
Geçen yıl kafe toplantılarıyla sürdürdüğümüz Social CRM (MİY Sosyal Halleri) toplantılarına; bu yıl Bersay İletişim Enstitiüsü salonlarında devam edeceğiz. 17 ocak 2012 salı günü saat 18.00-19.30 saatleri arasında konuğumuz İbrahim Gökçen (Chief Information Officer – Middle East, North Africa & Turkey at GE) olacak.
Sevgili Uğur Özmen‘in bir dersinde konuk iken izlediğim sunumu ve konuya hakimiyetine hayran olduğum İbrahim Gökçen’i sizlerin de dinleyebilmesini çok istemiştim. Yoğun programına rağmen beni kırmadığı ve vakit ayırdığı için kendisine çok teşekkür ediyorum.
Müşteri İlişkileri Yönetimi ile Sosyal MİY konularıyla ilgilenenlerle paylaşmanızı ve mutlaka katılmanızı öneririm.

Detaylar için:
Linkedin Sayfamız
Facebook Sayfamız


Yeni bir yıl 2012


Neşeli bir yazıyla yeni yılınızı kutlamak istiyordum. Sabah saatleri güneşli pırıl pırıl olan gökyüzünün griye dönüşüp yağmur olup düşmesi gibi, benim de ruh halim kırık dökük oluverdi. Hissettiğim o coşku ve heyecan yerini huysuzluğa bırakıverdi. Bir yaş daha yaşlanacağım için mi seviniyordum, saçma dedim ve doğum günümden bir gece önce yazıp, ertesi sabah annemin ölümüyle unutuverdiğim ama daha sonra paylaştığım bir yazıyı yeniden eklemeye karar verdim. Ruh halim tam da budur.
2012 hepimiz için barış içinde, kardeşçe yaşayacağımız; daha bereketli, daha huzurlu ve daha eğlenceli bir yıl olsun.
Sevgi ve ışıkla kalın…

(Görselin konuyla ilgisi yok kendimi iyi hissettiğim günlerden birinde çekmiştim, ekleyiverdim.)

Yaşlanmak…

Yaşlanmak sadece aynada gördüğünüz yabancıdan hoşlanmamak değildir.

Yaşlanmak; sizi arayıp soranların sayısının hızla azalması demektir. Sizi aradıklarında bilirsiniz ki, soracakları bir konu veya dinlemenizi istedikleri bir sorunları vardır.

Birlikte eğlenilecek yerlere çağrılma miktarınız sıfıra yaklaşmışsa, yaşlandığınıza inanabilirsiniz.

Gündemi takip etmeniz, çokça konuda onlardan daha yeni bilgiye sahip olmanız da hayatınızı kolaylaştırmaz, hatta size düşman bile olabilirler.

Nasihat etmek istediğinizde çoğu zaman ukalalık olarak algılarlar, sizin daha önce bu konuda canınızın yandığını ve onların canı yanmasın diye uyardığınızı akıllarına bile getirmezler.

Gençliğin nasıl olduğunu hatırlamadığınızı düşünürler, ama bilmezler ki aslında yaşlanan sadece bedenlerdir, ruhlar kendini hep genç hisseder.

Yaşlanınca; gittiğiniz bir mekanda sevdiğiniz bir melodi çalarken, içinizde bir yerlerde, çılgınlar gibi dans etmek isteyen genç ruhunuzu hızla engellemezseniz, uzaylı görmüş köylü vatandaş bakışlarına maruz kalırsınız. Boynunuzu büküp yerinizde oturun, ayağınızla tempo tutmakla yetinin.

Öyle canınızın her istediğini giymeniz, fazla aksesuar kullanmanız da uygun değildir. Saçınızı atkuyruğu yapmanız, arkanızdan kikirdeşmelere neden olabilir.

Tatil yörelerinin sakin olanlarında konaklamanız beklenir sizden, eskaza gündemdeki adreslerden birine yolunuz düşmüşse, neredeyse iğrenir bakışlarla karşılaşırsınız “ne işi var bunun burada” der gibidirler.

Yaşlanmak, bir anlamda da görünmez olmaya başlamaktır. Yirmilerinizdeki ışıldayan görünüşünüze, sağlıklı bedeninize sahip olmadığınız için başkaları tarafından farkedilmeniz de zorlaşır.

Gençliğinizde size yol vermek için çekilip gülümseyenler, yaşlıysanız neredeyse bulundukları yerden geçmeye çalıştığınız için sizi tokatlar gibi bakarlar.

Karşıdan karşıya geçerken yaya geçidinde bile kornalarla protesto edilirsiniz. Toplu taşıma araçlarına binerken size yol vermelerini asla beklemeyin, ezmemeleri ve kenara itmemeleri için dua edin.

Sokağa çıkmanızı yasaklamaları mümkün olsa yapacak binlerce genç insan var etrafta. Bunu da huzur içerisinde sağa sola not olarak yazıyorlar. Sanıyorlar ki hep yirmilerinde kalacaklar.

Bizler; ellili, altmışlı, yetmişli yıllarda doğanlar; farklı dünya görüşleriyle yetiştirildik ve eğitildik diye düşünüp hoşgörmeye çalışıyorum, zorlansam da deniyorum.

38 yaşımı çok sevmiştim, ruhumu oraya sabitledim, bedenime ise çare yok, hızla yaşlanıyor.

Keşke bir yolu olsa da insanlar hep genç kalsalar; gözleri bozulmasa, hastalanmasalar, elden ayaktan düşmeseler, bunamasalar. Süreleri dolunca fişi çekilmiş elektronik alet gibi ölüverseler. Hayal işte, hoşgörün, ne de olsa sizlere göre epey yaşlıyım.


İyi Günde Kötü Günde

Geçtiğimiz haftalarda bir arkadaşımın davetiyle Ali Poyrazoğlu’nun Nilgün Belgün ile birlikte sahnelediği      “İyi Günde Kötü Günde” adlı oyununu izledim. Bayılana kadar güleceğiniz bir komedi değil bu oyun. Ama iki oyuncunun şahane performanslarıyla tadı damağınızda kalacak bir gösteri olmuş.

Leyla ve Savaş karakterleri üzerinden aşk, sevgi, kadın-erkek ilişkileri üzerine müthiş tempolu bir oyun izliyorsunuz. Aralara, hemen her yaştan izleyicinin yüreğine dokunabilecek keyifli müzikler de eklenmiş. Dekor son derece yalın. Fazlaca detay verip işin keyfini kaçırmak istemiyorum.

Kadın izleyiciler Nilgün Belgün’ün başarılı canlandırmasıyla Leyla karakterinde çok tanıdık izler bulabilirler. Tabii erkekler de Ali Poyrazoğlu’nun can verdiği Savaş karakterinde kendilerine hiç yabancı gelmeyen davranışlar görebilirler. İkinci perdede Savaş’ın eski karısı Leyla’yı gece yarısı telefonla aradığı sahne muhteşem bir oyunculuktu.

İyi Günde Kötü Günde için Ali Poyrazoğlu; Pierre Palmade-Michel Laroque ikilisinin Birbirlerini Çok Sevmişlerdi adlı oyununu bize göre yeniden yazmış. Yeni yılda kendinize bir iyilik yapın ve hangi yaşta, hangi sosyal statüde olursanız olun bu oyunu izleyin.

http://www.alipoyrazoglutiyatrosu.net/


Pazarlama Zirvesi 8 aralık 2011 #pz2011

8 aralık sabahı yine erkenden yollara düştüm. Bir gün önceden ders aldığım için salona erkenden girip yerime oturdum. Sahnede hazırlıklar devam ediyordu, Peter’a selam verip el salladım ve biraz sonra da kendimi sahnede konuk olarak oturur buldum. Fikir beyan etmeyeceğim sözünü aldığım için olabildiğince kameralara yakalanmayacak şekilde kenara çekilip netbookumu hazırlayıp sürpriz konuğun sahneye davet edilmesini beklemeye başladım. Sahnenin kafe şeklinde düzenlendiğini bir önceki yazımda da anlatmıştım. Yanımdaki masada, ilk gün yapılan oturumlardaki tweetlerini takip ettiğim @thibetian George Achillias hemen önümdeki masada Peter Economides ve Brett King, yanımda Cüneyt Gedikli, sahnenin diğer yanında ise Noel Toolan ve konuklardan birkaçı oturuyordu. Günün sürpriz ismi Levent Erden oldu. Deniz Kestanelerinin çiftleşmesinden yola çıkarak, dijital pazarlama hakkında ipuçları verdi. Reklam dünyasının dayattığı tekil iletişim devrinin kapandığını, ilişkilerin dar çevrelerde belirli insanların fikirleri doğrultusunda değil, çoktan çoka yapıldığını söyledi. Tekil sosyallik dedi, herkesin bir ekranın arkasında oturup, tarumar görüntüde olup havalı avatarlarla temsil edildiğinden, farklı kişilikleri olduğundan, gün içerisinde sürekli kimlik değiştirdiklerinden ve bunun da sosyal statü ile ilgisi olmadığından söz etti. Sosyal medyanın televizyon reklamı gibi denetlenemeyeceğinden bahsedip “Püskevit Fenomeni” videolarını paylaştı. Ve son cümlesiyle de beni sahnede oturduğuma pişman eden noktayı koydu “Kestanenize Dikkat Edin” Eğer sahnede değil de salonda oturuyor olsaydım gözlerimden yaşlar gelene kadar kahkaha atardım. Bunu yerine dudağımı ısırıp hafifçe sırıttım.

Sahneyi Bank 2.0 adlı kitabın yazarı, ünlü finans danışmanı Brett King aldı. Finans Sektörü Pazarlaması konusunda yaptığı sunumda; “Wall street işgalleri; insanlarin bankalara ve finans sektörüne olan güvensizliğinin ve öfkesinin yansımasıdır” dedi. Günümüzde müşetirlerin iyi servis beklediklerini, mobilitenin önem kazandığını belirtti, bankaların ihtiyacının basitleşmek olduğunu ekledi. “Yeni dünyanın iletişim yöntemlerini finans dünyasının anlaması gerek” diye devam eden King, “Finans dünyası hızla mobile taşınmalı, çünkü dünya hızla mobilleşiyor” dedi. 13/17 yaş aralığındaki gençlerin aylık sms ortalamasının 3364 olduğunu söyleyen King; “yeni nesil tüketiciler ipad kullanan bebekler olacak” dedi.

Daha sonra sahneye Pazarlama Değişim Uzmanı Noel Toolan geldi. Seyahat sektörü ile ilgili deneyimlerini paylaşan Toolan; Etkileşim Ekonomisinin havaalanlarının yapısını değiştirdiğini belirtti. Yolcuların gelişmiş teknolojik araçlarıyla her an çevrimiçi olmayı beklediklerini de sözlerine ekleyen Toolan havaalanlarının yapısının bu yeni beklentilere göre değiştiğini söyledi. Önümüzdeki günlerde havaalanlarının müşteri odaklılık ilkesine göre şekilleneceğini ve yolcuların güvenlikten önce çevrimiçi olmayı önemsediğini ve bu nedenle çok sayıda havaalanında çevrimiçi bağlantı noktaları oluşturulduğuna da dikkat çekti.

Sırada; sahnedeki kafe komşum Abdi İbrahim Genel Müdürü Dr. Cüneyt Gedikli vardı. İlaç sektörünün, yasal kısıtlar nedeniyle pazarlamanın 4 P sinden yararlanmakta zorlandığını söyleyen Gedikli; gelişmiş ülkelerde sağlık harcamalarının artmasının nedeni olarak yaşlı nüfus yoğunluğu, sağlık konularında bilinçlenme, teknolojik gelişmeler, tanıda isabet artımı ve tedaviye erişim konularını gösterdi. Sektördeki markaların; güvenilir, atak ve mutlaka şeffaf olmaları gerektiğini de sözlerine ekledi.

Sabahın erken saatlerinden başlayarak cıvıldayınca tabii benim netbookun da pili bitiverdi. Kahve arasında sahneden inip priz aramaya başladım.
İmdadıma Eğitişim standındaki blgo yazılarımı ve beni takip ettiklerini heyecanla anlatan genç arkadaşlar yetişti. Kendilerine teşekkürü borç bilirim, hem bana kendimi iyi hissettirdikleri, hem de yardım ettikleri için.

Aradan sonra sahneye Beyond Philosophy COO’su QaalfaDibeehi geldi. Yeni ekonomi çağında müşteri deneyiminde; müşteri bilinçaltını gece kulübüne benzetti ve markaların o kulübe girmek için engelleri aşmak zorunda olduğunu söyledi. Müşteri bilinçaltının buz dağına benzediğini de sözlerine ekleyen Dibeehi; suyun üzerinde görünen kısmın rasyonel ve bilinçli, suyun altında kalan devasa kısmın ise duygusal ve bilinçaltına yönelik olduğundan söz etti heyecanla izlediğim sunumunda.

Sahneyi Tali Krakowsky aldı ve bizlere 21.yüzyılın pazarlama eğiliminin tümüyle etkileşim üzerine kurulu olduğundan söz etti. Sanal duvar uygulamasi ile insanlara istedigini çizebilme fikri verilen çalışmasına hayran kaldım. Pazarlamada içeriğin hikâye anlatımı ile eşit olması
gerektiğini; üç ana unsurun da içerik, arayüz ve alan olduğunu belirtti. Tali Krakowsky ile Gennaration ekibinin yaptığı güzel röportajı da ŞURADAN okumanızı öneririm.

Öğle yemeğimizi yine MCT’nin nezaket gösterip bizleri konuşmacılarla birlikte konuk ettiği salonda neşeyle yedik. Daha sonra iki günlük müthiş toplantı maratonunun geçtiği Anadolu Salonu’na gidiğimizde bizleri hoş bir sürpriz bekliyordu. Management Centre Türkiye Genel Müdürü Tanyer Sönmezer sahnede mum ışığı ve gitar eşliğinde bizlere müthiş bir sunum izletti. 20 dakikada 20 farklı marka hikâyesi içeren; arayış, macera, kovalamaca, kurtuluş, kaçış, aşk, intikam ve perişanlık gibi duyguların reklamlara nasıl yansıtıldığını örnekleyen Tanyer Sönmezer’in sunumu, topluluk önünde konuşma yapacaklara ders gibi izletilmeli diye düşündüm. Konuşmasını bitirirken de gelecek yılın temasını “Sizin Hikayeniz Ne?” olarak açıkladı.

Çeşitli salonlarda yer alan workshoplardan sevgili dost Ayşe Yonca Baltaoğlu’nun “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” başlıklı sunumunu seçtim. Hemen yerimi aldım ve izlemeye başladım. Lidersiz bir devrim yaşadığımızdan, herkesin görüşlerini paylaşıyor olduğundan söz etti ve siyasete olan inancın azaldığından, insanların siyasetin artık çözüm olmadığına karar verdiğini de sözlerine ekledi. Mobil iletişimin haberciliği değiştirdiğinden de söz eden Baltaoğlu, yeni medyanın her alanında olmaya öncelik verdiklerini de sözlerine ekledi.

İki günlük keyifli maraton süresince bizleri özenle ağırlayan, hepimizle tek tek ilgilenen MCT ekibine; sevgili Baturay Özden şahsında teşekkür ederim.

Pazarlama Zirvesi 2011 de yapılan sunumların çoğuna ŞURAYA tıklayarak ulaşabilirsiniz.


New Year’s Eve – Yılbaşı Gecesi

Yılın son günlerinde garip şekilde zorlanıyoruz çoğumuz. Maddi-manevi baskılar, sağlık sorunları, işyerinde huzursuzluklar, çiftler arasında gerginlikler… Daha çok madde eklenebilir tabii, hem benim hem de yakın çevremdeki dostlarımın çoğunda karmaşık bir ruh hali var. Bir yandan bu denli zorlanırken diğer yandan da yeni bir yıla başlayacak olmanın heyecanı var içimizde.  
Kış mevsimini sevmem ama yılbaşı coşkusunu çocukluğumdan beri severim. Vitrinlerin süslenmesi, kokinaların ve Atatürk çiçeklerinin boy göstermesi, şimdilerde belediyelerin büyük meydan ve caddelere yaptığı ışıklandırmalar bazılarınıza saçma gelse de beni mutlu ediyor.
Warner Bros’tan sevgili Duygu Kutlu’nun davetiyle izlediğim “Yılbaşı Gecesi – New Year’s Eve” tam da bu karmaşık ruh halime iyi gelen bir film. Kahkahalarla gülerken gözyaşlarıma engel olamadığım duygusal anlar yaşatan bir film. Görüntüler, oyuncular, müzikler size pek güzel vakit geçirtecek. Sinemaya gitmek benim için eğlence anlamı taşır bunu hep yazarım, filme olağanüstü beklentilerle gitmezseniz, gayet güzel eğlenir, gününüze daha güzel devam edecek bir ruh haline bürünürsünüz.
New York City’nin başrolde olduğu; Michelle Pfeiffer, Katherine Heigl, Sarah Jessica Parker, Hilary Swank, Sofia Vergara gibi ünlü kadın oyuncuların zaman zaman birbiriyle kesişen hikayeleri, Hale Berry ve Alyssa Milano gibi isimlerin kısacık da olsa diğerlerinden rol çalmaları, her filmde daha ustalaşan genç oyuncu Zac Efron, Ashton Kutcher, Josh Duchamel ve tabii Jon Bon Jovi gibi yakışıklı oyuncuların görüntüleriyle de şenlenen bu filmi kendinize armağan edin. Yeni bir yıla daha umutlu, daha heyecanlı ve daha neşeli başlayın. Minik minik de olsa sürprizli sahnelerin keyfini kaçırmamak için fazla anlatmıyorum. Detay isterseniz ŞURAYA tıklayınız.
Hepinize iyi seneler

 


Pazarlama Zirvesi 7 Aralık 2011

7-8 aralık tarihlerinde Lütfi Kırdar’da Management Centre Türkiye tarafından düzenlenen “Müşteri Çağında Pazarlama” başlıklı zirveye davetliydim. Zirvenin oturum başkanı, bir süre önce Marjinal PN davetiyle tanışma fırsatı bulduğum Peter Economides idi.
Mekana erkenden gelip salona geç girince, henüz toplantı adabına alışamamış genç arkadaşların koltuklara koydukları palto ve çantaları nedeniyle oturacak yer bulamayıp salonun en arkasında ve ayakta izledim yemeğe kadar olan bölümü. Sahnedeki isimler öylesine keyfile anlatıyorlardı ki saatlerin uçup gittiğini fark etmedim bile.
Tanyer Sönmezer’in açılış konuşmasından sonra Peter Economides aldı sahneyi, tabii karizmasıyla ve konuşmalarıyla salondakilerin de çoğunun kalbini kazanıverdi kısa sürede. Sahnenin arkasındaki devasa perdenin bir yanından akıp giden, Monitera sayesinde yakaladığım anlık twitter yansımalarından gördüğüm paylaşımlardan birinde, Alan Rickman karizması olarak tanımlanmıştı sevgili Peter’ın tavırları. Bana göre de Tim Roth’un canlandırdığı Cal Lightman hınzırlığı ve cana yakınlığı vardı hareketlerinde. İstanbul’a geldiğinde Tanyer Sönmezer ile oturdukları kafenin görüntüsünün perdeye yansıtıldığı sahne de bir kafe gibi düzenlenmişti. Konuk konuşmacılar ve bazı izleyiciler oturuyordu bu
kafede. “Dünyanın en ünlü pazarlama dahileriyle sahneyi paylaştığınızı
düşünsenize, ne heyecan verici” demiştim yanımdaki gençlere, nereden
aklıma gelirdi ki ertesi gün o sahnede benim de oturacağım 🙂
Sahneye önce Guy Kawasaki’yi davet etti Peter Economides. 2008 yılında tanıma fırsatı bulup hakkında yazı yazdığım Kawawsaki, yüzünde her zamanki kocaman ve sıcacık gülümsemesiyle ilerledi ve
salondaki herkeste farklı izler bırakan “Enchanted” sunumunu yaptı. “Kimi markalar insanlara bilgisayar veya telefon satar, Apple ise onları büyüledi” dedi ve büyülemenin şartlarından ilk üçünü sevilmek, güvenilmek ve güç vermek olarak sıraladı. Kawasaki’nin sunumuna ŞURADAN ulaşabilirsiniz.
Sonra sahneye Gary Vaynerchuck geldi. e-Tohum toplantıları nedeniyle bu genç girişimciyi uzun süredir tanıyor ve takip ediyorum. Videolarındaki enerjiyi sahnede izlemek pek keyifliydi. “2002 yılındaki pazarlama tekniklerinden vazgeçin, yıl 2012” dedi salondakilere. “Sosyal medya ayrı bir olgu değil, internetin devleti” diyen Vaynerchuck onu yeni tanıyanları epey sarstı. “Günümüzde ölçümler birşey ifade etmiyor, gerçek dünya şimdilerde duygular, insanlar” diyerek devam eden GaryV sahnedeki enerjik tutumuyla da herkesin ilgisini çekmeyi başardı. Sevgili Murat Can Demir’in “adam kalaşnikof, çok hızlı konuşuyor” benzetmesi de gayet yerindeydi.
DoğanOnline CEO’su Yenal Gökyıldırım’ın çok başarılı bir yönetici
olmasına rağmen, Gary’den sonra sahne alması ve hantal bir kurumsal
sunumla anlattıklarını sürdürmesi benim gibi çok sayıda hiperaktifin ilgisini kaybetmesine neden oldu. “Değişime nasıl uyum sağlayacağız” başlıklı sunumunda “Online nüfusun yüzde 20’si internetten alışveriş yapıyor” diyen Gökyıldırım, milyonlarca kullanıcının Doğan Online siteleri aracılığıyla alışveriş yaptığını, tatil programı yapıp satın aldığını ekledi
Bir sonraki konuşmacı Google Avrupa, Ortadoğu ve Afrika Tüketici Pazarlama Sorumlusu Obi Felten’di. Yeni dönemin çekirdeğini oluşturan 3 yakınsamayı Sosyal, Yerel ve Mobil olarak belirten Felten; mobil cihazların süper bilgisayarlar olarak konumlandığını, lokasyon bazlı servislerin sosyal ve ekonomik anlamda büyük rol oynadıklarını belirtti. Google+ ile değişime ayak uydurduklarını anlatan Felten, kullanıcılarına her açıdan farklı bir web deneyimi yaşatmak istediklerini de sözlerine ekledi.
Daha sonra Eleftherios Hatziioannou ve Nathaniel Hansen geldi sahneye ve “Wall Street to Love Street” başlıklı sunumlarıyla, arkadaşlar arasındaki markaları anlattılar. Sunuma ŞURAYA tıklayarak erişebilirsiniz.
Oturumlara yemek arası verildiğinde; Marjinal PN ekibinden sevgili BaşarÇankaya blog yazarlarına MCT’nin bir hoşluğu olarak konuk konuşmacılarla aynı salonda yer ayrıldığını haber verdi. Bu zirveden önce görmezden gelinen blog yazarlarını en güzel şekilde ağırlayan MCT ekibine; bizlerle her fırsatta yakından ilgilenen sevgili Baturay Özden şahsında teşekkür etmek istiyorum. Hem çok güzel vakit geçirdik, hem de en şık şekilde ağırlandık.
Yemek sonrası sahnede BMW Global Marka İletişim Direktörü Andreas Cristoph Hofmann vardı. Herkesi yemek rehavetinden uyandıran bir filmle başladığı sunumuna; BMW’nin marka algısının ilk günden beri değişmediğinden söz ederek devam etti ve marka kimliğini dinamik, estetik, yenilikçi olarak özetledi. Sürdürülebilirlik, çevre, enerji konularına değer veren kurumların geleceği kucaklayacağını da sözlerine ekledi. BMW i serisinin oldukça fütüristik ve çevreci bir yapıya sahip olduğunu anlatan Hofmann, aracın çok sayıda mobil servis içerdiğini de belirtti.
Vodafone’dan Emre Kanaat ve Umut Kutlu’nun sunum başlığı “Etkileşim Halinde Hareket ” idi. Bu ekibi geçen yıl katıldığım bir toplantıda da keyifle izlediğimi hatırladım ve rakamsal değişimleri yine heyecanla takip ettim. Konuşulanlar arasında en çok ilgimi çekenler; sadakat kartlarının cep telefonlarına taşınması, mobil ödeme uygulamalarının 2012 de daha çok kullanılacak olması ve tabii en ilginci de insanların cüzdanlarını kaybettiklerini 26 saat sonra, cep telefonlarını ise 65 dakika içinde fark etmelerini söylemeleri oldu.
Veee yıllardır dergi reklamlarını hayranlıkla takip ettiğim, 90 ların başında hoşuma gidenleri kesip dosyalarda sakladığım Absolut’un başarısının mimarı olan usta reklamcı Richard Lewis geldi sahneye. Sunum başlığı çok çarpıcıydı ” Öncülük et, takip et, ya da yoldan çekil” Pazarlama; tabuları yıkmalı, sosyalleştirmeli, çarpıcı olmalı, keyif vermeli, zarif ve deneyimlendirici olmalı diye ekleyen Lewis için en güzel yaklaşım, sevgili İsmail Hakkı Polat’tan geldi, Mad Men dizisinin Don Draper karakterini anımsattığını yazdı tweetlerinden birinde. Bazı yeni yetme sektör şöhretlerinin “bunca işimin arasında internette bulacağım sunumları burada izlememe gerek yok” diye tweet atacaklarına, izleyip sahne hakimiyeti ve toplum karşısında sunum becerileri konusunda ders almalarını isterdim.
Karizmanız; hangi havalı mobil araçları kullandığınızla, hangi markaları
giydiğinizle ölçülmez, biriktirdiğiniz bilgi ve deneyimlerle zenginleştirirsiniz ve tabii en önemlisi alçakgönüllülükle. Richard Lewis’i izlerken buna bir kez daha tanık oldum.
Kahve arası sonrasında, sahnede beni bir sürpriz bekliyordu. Sevgili Masis Aram Gözbek yönetimindeki BUMK Caz Korosu Viral Entertaintment başlıklı konuktular. Zirvenin sloganı olan Hello I Love You isimli şarkıyı ve caz aleminin en sevilen tınılarını dinlettiler konuklara. Tabii hak ettikleri alkışları da aldılar. Masis ve Peter Economides’in söyleşisi de çok sayıda gence yeni ufuklar açacak nitelikteydi.
Sırada zirvenin en önemli isimlerinden biri olan The Independent gazetesi editörlerinden, finans uzmanı Hamish McRae vardı. Günümüzde dünyanın güç dengesinin doğuya kaydığına dikkat çeken Mc Rae;Türkiye’nin 2030 yılından itibaren dünyanın en büyük 12 ekonomisinden biri olacağını, genç nüfusuyla imrenilen bir ülke olduğunu da sözlerine ekledi. Sanırım bu verileri bizi yönetenlere de vermişler ki 2023 de muhteşem olacağımızı söyleyip duruyorlar:)
Micael Dahlen kuzeyli çılgın bir öğretim görevlisi. Sahneye çıktığında rocker görünümlü bir İsa dinleyeceğimi düşünmüştüm. Sunumu sırasında ise, eğer hocam olursa iki kez daha üniversite okumaya söz veriyordum 🙂
Her şeyin mümkün olduğu bir çağda yaşadığımızı, dilediklerimizi yapmak için 11.000 günümüz olduğunu ve en büyük rakibimizin de yarın olduğunu söyledi Dahlen. Yeni dünya düzeninin çok sayıda fırsat içerdiğini ve internet sayesinde bu fırsatlara her yerden erişebileceğimizi de ekledi. İstanbul sunumunun aynısı olmasa da çok yakın bir sunuma ŞURAYA tıklayarak, Dahlen’in bloguna da ŞURAYA tıklayara erişebilirsiniz.
Ve kapanışta sevgili Peter Economides’in pazarlamayı Caz müziğe
benzettiği ve ancak içinizde hissederseniz başarılı olabileceğinizi
söylediği müthiş sunumu vardı. Sahne hakimiyeti, kelimelere yüklediği anlamlarla yine Tim Roth izliyormuş hissine kapıldım. Bu keyifli sunuma ŞURAYA tıklayarak ulaşabilirsiniz.
İlk günün sonunda Lütfi Kırdar’dan keyifle çıktığımızda bizi Nuh Tufanını anımsatan bir yağmur ve fırtına bekliyordu.
İkinci günü de bir başka yazıda anlatacağım.


Sayfalar:1...33343536373839...61