:::: MENU ::::

Bir Dosta Veda:Murat Demiroğlu

Filmlerde olur ya bazen, oyuncu bir haber okur aklı almaz, algılayamaz, birileri şaka yapıyor zanneder. Aynı ruh halini yaşadım ben bu sabah. Değerli dost Murat Demiroğlu’nun profiline yazılmış birkaç satırı kötü bir şaka olarak düşündüm. Ölümü yakıştıramazsınız ya bazı insanlara, Murat da öyleydi. Bir haberde adını ve fotografını görünce de inanmak istemedim. Ama ne yazık ki gerçekti. MuratD
1994 yılının sonlarına doğru Milliyet gazetesinde yaptığımız bir toplantıda tanıştığım; gülüşü gözlerinde başlayıp yüzüne yayılan, güçlü el sıkışıyla güven veren, sakin ve aklı başında konuşmasıyla dikkat çeken bir genç adamdı Murat. Yıllar boyu da başım sıkışınca aradığım, fikir aldığım, keyifli zamanlar paylaştığım bir dost oldu hep.
Geçtiğimiz günlerde babasını toprağa vermişti, başsağlığı dilemiştim. Aklıma gelir miydi bir iki gün sonra da onu yolcu edeceğimiz.

Hayatına dokunduğu bütün dostlarının ve yakınlarının başı sağolsun.
Işıklarla git değerli dost, mekanın cennet olsun.


Modern Sanat ve Perili Köşk

Dün sabah saatlerinde, harika bir hava eşliğinde, TurkishWin ekibinin düzenlediği bir organizasyonla Borusan Contemporary ‘de Segment#3 ve Anima sergilerini gezdim. BC view

Uzun yıllar Perili Köşk olarak önünden geçip gittiğimiz bu ilginç binanın, Borusan tarafından böyle keyifli bir amaca dönüştürülmesi harika olmuş. Hafta içi Borusan ekibine ofislik ederken, haftasonları halka açık bir sergileme alanına dönüşüyor olması pek hoş. Binanın en üst katından başlayarak rehberimiz eşliğinde leziz bir tur yaptık. İtiraf etmeliyim, özellikle çağdaş eserlerin yer aldığı sergileri koşaradım dolaşmaktan hoşlanmıyorum. Bazı eserlerin etrafında daha fazla vakit geçirip, sanatçının anlatmaya çalıştıklarını sindirmek istiyorum. Bu nedenle 14 nisanda sona erecek olan Anima sergisine ait eserleri bir kez de kendi başıma dolaşacağım.  Morellet

Borusan Çağdaş Sanat Kolleksiyonu; ağırlıklı olarak 1990 sonrasına ait farklı tekniklerde gerçekleştirilmiş çalışmalara yer veren homojen bir yapıya sahipmiş. Yılda iki kez düzenlenen “Segment” sergileri, Borusan Contemporary bünyesindeki farklı yatay ve dikey ilişkileri Perili Köşk’ün mimarisinden kaynaklanan özellikleri de gözeterek sunuyormuş.
Farklı sunuş tekniklerinin denendiği “Spot On” projesi, hem koleksiyon profilinin, hem de temsil edilen sanatçıların farklı eğilimlerinin bir arada sunulması için gerçekleştirilmiş. Üç ve dördüncü katlarda yer alan “Gören Gözler İçin François Morellet” başlıklı eserler bu kapsamdalar.  Morellet2

Morellet’nin eserlerini; neon tekniği kullanılarak gerçekleştirilmiş birer tür “Işık Heykelleri” olarak da adlandırılabilirsiniz. 1926 doğumlu sanatçının hala aktif olarak eser vermesi de hepimize ders olmalı.  Una Lumino Portentum

Anima başlığıyla sergilenen eserlerin büyük bölümü Choe U-Ram’a ait. Sanatçı, eserlerinde fizik kanunlarıyla estetiği öyle müthiş harmanlamış ki, sistemli olarak çalışan makineye baktığınızda onda yer alan harika yaratığı izlemeye doyamıyorsunuz.  Merry-Go-Round

Choe U-Ram’ın eserlerindeki yaratıklar denizlerin en derin çukurlarından ya da uzayın en karanlık köşelerinden gelmiş gibiler. Jet Hiatus, Una Lumino Portentum, Arbor Deus Pennatus benim ilk görüşte ilgimi çekenler oldular.   Pavillon

Anima sergisinin küratörü olan Choi Doo Eun’un ikinci ve dördüncü katta yer alan Pavillon, Ouroboros ve Merry-Go-Round isimli çalışmalarına da bayıldım. Çeşitli katlarda yer alan Türk sanatçıların eserlerini de ıskalamayın derim.

Sergi ile ilgili daha fazla görsele BURAYA tıklayarak erişebilirsiniz.


18 Mart 1915 Çanakkale

18 mart
Bir Yolcuya

Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,
Gördüğüm bu tümsek, Anadolu’nda,
İstiklal uğrunda, namus yolunda,
Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.

Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmed’in düşmanı boğduğu sele,
Mübarek kanını kattığı yerdir.

Düşün ki, hasrolan kan, kemik, etin
Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,
Bir harbin sonunda, bütün milletin,
Hürriyet zevkini tattığı yerdir.

NECMETTİN HALİL ONAN

 


Jack The Giant Slayer

Jack-the-Giant-Slayer

Bu haftasonu yine bir masal uyarlaması giriyor vizyona, Jack The Giant Slayer. Küçükken dinlemeye bayıldığımız Jack ve Sihirli Fasulyeler masalının Imax ekranında üç boyutlu olarak canlanmasını keyfile izledim bu sabah. Çok sayıda film seçeneği arasında ilk tercihiniz olmayabilir. İlginç karakterlerle zenginleştirilmiş, görsel efektlerin bolca kullanıldığı Bryan Singer imzalı filmin hikayesi; Darren Lemke ve David Dobkin’e, senaryosu ise Darren Lemke ile Christopher McQuarrie ve Dan Studney’ye ait. Yapımcılığını Neal H. Moritz, David Dobkin, Bryan Singer, Patrick McCormick ve Ori Marmur, yönetici yapımcılığını ise Thomas Tull, Jon Jashni, Alex Garcia, Toby Emmerich, Richard Brener, Michael Disco ve John Rickard gerçekleştirmiş. Filmin yaratıcı ekibi ise şöyle; görüntü yönetiminde Newton Thomas Sigel, yapım tasarımında Gavin Bocquet, kurguda John Ottman ve Bob Ducsay, kostüm tasarımında Joanna Johnston var. Filmin müziği ise John Ottman’ın imzasını taşıyor.  JACK-THE-GIANT-SLAYER2
About a Boy filmiyle çocuk oyuncu olduğu zamanlardan tanıdığım Nicholas Hoult delikanlı olmuş ve Jack rolünü üstlenmiş, Prenses Isabelle’i Eleanor Tomlinson canlandırmış (imdb de oynadığı filmler listesinden bile asla hatırlayamadığım bir aktris), sırma saçlı haliyle ve her zamanki hınzır oyunculuğuyla Roderick rolünde Stanley Tucci var. Isabelle’in babası Kral Brahmwell’i yine bir başka güçlü oyuncu Ian McShane canlandırmış. Devler ordusunun iki başlı vahşi lideri General Fallon rolünde Bill Nighy ve sadık şövalye Elmont rolünde de beni biraz hayal kırıklığına uğratan sıradan oyunculukla Ewan McGregor vardı. Savaş sahnelerinin ve felaketlerin sonrasında bile Ewan McGregor’un jöleli saçlarının hep aynı şekilde kalması da oyunculuğuna gölge düşürmüş olabilir tabii 🙂  Spoiler vermekten hoşlanmam ama bunu da yazmazsam olmaz, finale yakın şişkin İngiliz egosuna kocaman sırıtma garantiniz var 🙂
Filmin interaktif ve oldukça keyifli hazırlanmış web sitesine BURAYA tıklayarak erişebilirsiniz. El kadar bebelere göre olmadığını belirteyim, benim ölçeğimde 13 yaş altı için epey rahatsız edici sahneler var. Tabii tekrar hatırlatayım, bu filmi 3D ve Imax olarak izlerseniz daha iyi vakit geçireceksiniz. İyi seyirler.


Geleceğinizin Yok Edilmesine İzin Vermeyin

Çocuklarınızın, torunlarınızın geleceğini ipotek altına alan kanun yolda, kendinize gelin, silkelenin, çaba harcayın. Bunca zaman sustunuz, köşenize çekilip oturdunuz, yeter artık. Çocuklarınızın ve torunlarınızın geleceğinin yok edilmesine göz yummayın, haklarınızı koruyun.#dogaicinsesver in
sari ciceklerDünyanın en zengin florasına ve faunasına sahip topraklarımızı betona çevirme hamlesinde son kararı da devreye soktular. Lütfen birazcık da olsa hamle edin, hiç olmazsa Nasuh Mahruki‘ nin başlattığı online bir kampanyaya destek olun, bilinmesini duyulmasını sağlayın. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” felsefesiyle geldiğimiz nokta ortada, nefes alacak yer kalmayacak yakında. Ülkenin en verimli, doğası emsalsiz bölgelerinde hidro elektrik santraller, nükleerler ve termiksantraller yükselecek. Avrupa’da yapılamayanları bizim topraklarımızda yapmak için salyaları akarak sıraya girenlere dur deyin. Kendi ülkelerinde zararlı bulunanları; denetim yokluğu, akıl zaafiyeti ve hırstan kararmış vicdanlar sayesinde bizim ülkemizde gerçekleştiriyorlar. Son aymazlık milli parkların doğal alanların imara açılması oldu. Üstün kamu yararı saçmalığıyla, tabiat harikası bölgeler, ormanlık alanlar para hırsından gözü dönmüşlere kurban ediliyor. Güzelim ormanlara beton yığını rezidanslar, örneği olmayan göllere havaalanları yapılmasına göz yummayın. “Dünyayı biz kirletmedik ya ” mantığındaki yöneticilere geçit vermekten vazgeçin artık. Lütfen Nasuh Mahruki’nin başlattığı ve Change.org adresinde yer alan kampanyaya BURAYA tıklayarak destek verin, sizler olmadan bu yok edici kararları durdurmak mümkün değil. Haydi, şimdi hemen çocuklarınız ve torunlarınızın geleceği için bir adım atın ve dilekçeyi imzalayın.
Doğa İçin Ses Verin


11 Mart 2011 Saat 14.46 Yer Japonya

Birkaç yıl önce Japonya’yı sarsan büyük ölçekli deprem ve tsunami sonrası yaşanan nükleer felaket haberleriyle doluydu gündemimiz.

Japan1

17 bine yakın kayıp, 12 bine yakın da ölü vardı bilançoda. Geçen sürede bizler unuttuk yaşananları, ama onların unutması mümkün değil. Kısa sürede yaralarını sarıp hayatlarına devam etmeye çalıştılar.

Japan2

Nükleer lobicileri şu aralar yine başlamış ortalığı karıştırmaya, umarım aklı başında Japon vatandaşları yaşananları unutmazlar ve izin vermezler bu saçmalığın bir kez daha yaşanmasına. Boston.com’un Big Picture bölümünde 1 yıl sonrasında nasıl toparlandıklarını fotografların üzerine tıklayarak görebilirsiniz. Geçen yıl yazdığım yazıyı da ŞURADAN okuyabilirsiniz.
Bizim paragöz ve hırslı lobicilerimiz de yeşili, ormanı, gölü denizi neyi bulursa yok eden canavarlara dönüşmüş durumdalar. Karadeniz’in doğasını nükleere ve madencilere, dünyanın hayran kaldığı Ege-Akdeniz kıyılarını balık çiftliklerine beton yığını otellere peşkeş çekerek yok etmeye devam ediyorlar.

Fotograflar: Boston.com Big Picture sayfasından alıntıdır.


Senede bir gün değil, hep kadınız 2013

Bu yılın 8 martında da yazacak olumlu bir gelişme yok. Kadına şiddet ve kimliksizleştirme hamleleri, şiddeti ve kadın ölümlerini meşrulaştırma çabaları tam gaz devam ediyor. “Kadınkırım” konusunda arpa boyu yol alınmadı. 550 kişilik meclisin sadece 76 tanesi kadın olduğu sürece de değişeceği yok. Yazacak çok şey var ama elim varmıyor. Geçen yıl da elim varmadı bir önceki yıl yazdığımı paylaştım. Yazıda geçen rakamsal verilerin daha da arttığını hepimiz biliyoruz. Senede bir gün hamasi laflarla geçiştirilen bir gün değil her gün kadın olunabilen bir ülkede uyanacağımız günler için çabalamaya devam.
Yazıma 1934 yılında çekilmiş bir fotografı koyuyorum. O yıllarda yaşayan kadınlara bakın ne kadar gururlu ve kendilerinden eminler. Bir de etrafınıza bakın, göreceğiniz kadınlar 21. yüzyıla koşan kadınlar mı sizce?
Kadinlar 1934

Geçtiğimiz yıl kadınlarla ilgili arpa boyu yol alınmadığı gibi; hepimizin saçlarını diken diken eden mahkeme kararları, cinayetler, dayaklarla “Kadınkırım” tam gaz devam etti ve bunlar yetmezmiş gibi 4+4+4 saçmalığı orrtalığa saçıldı. Enerjim yok yeni cümleler kurmaya, geçen yıl yazıp paylaştığım bilgileri ve yazıyı aşağıya ekledim. Okuduğunuz zaman hak vereceksiniz, rakamsal verilerde azalma değil artış olduğu da hepimizin malumu. Daha çok çaba sarf etmeliyiz, bizi yönetenlerden beklentimiz sıfıra indi, erkeklerin bilinç düzeyini yükseltecek çalışmalara önayak olalım, kişisel çabalarımızı artırıp daha çok kız çocuğun eğitimine, kişsel gelişimine katkıda bulunacak kampanyalara destek verelim. Bunları yapalım ki, gelecek nesillere verecek hesabımız olsun.

Her yıl 8 martta akıllara düşer kadınlar. Kocaman kocaman laflar edilir, devleti yönetenlerden, sanatçısına, öğretmenine, sokaktaki insanına kadar herkes hamasi laflar eder, bir gün sonra ettiği lafları unutur gider. 2002 den bu yana sistemli bir şekilde ötekileştirilmeye çalışılan kadınların, hayatın içinde aktif rol almaları istenmemekte. Taciz ve tecavüz durumlarında suçlu sadece kadın olarak gösteriliyor, hem de devletin yüce mahkemeleri, ilahiyat mezunu din bilginleri tarafından bile. Dekolte giyindin, saçın açık, boyandın, gece sokağa çıktın, bara gittin, içki içtin, sevgilin var e o zaman suçlusun, sorguya gerek yok, doğrudan infaz. Hükümetin yüksek kademesindekiler, kadına ikinci sınıf vatandaş olması yönünde tebliğlerde bulunup duruyor. Çocuk doğur, evinde otur, kocanın sözünü dinle, haklarından feragat et…. liste uzuyor gidiyor. Her gün 5 kadının öldürüldüğü ülkemde “Kadınkırım” hızla devam ediyor. Yaşam hakkı hepimizin en önemli anayasal hakkı olmaktan çoktan çıkarılmış durumda. 2002 yılında cinayetlerle katledilen kadınların sayısı 66 iken, 2007 yılında bu sayının katlanarak arttığını ve 1077’ye yükseldiğini görüyoruz. 2009 yılının ilk yedi ayında ise 953 kadın katledilmiş. 2010 yılında ise, 337 kadın en acımasız işkencelerle, kafaları baltayla, testereyle kesilerek, diri diri toprağa gömülerek,yakılarak, kurşunlanarak çok basit nedenlerle erkekler tarafından katledilmiş. Devlet ise dayak yediği, işkence gördüğü, ölümle tehdit edildiği için polise defalarca şikayette bulunan kadınları korumayarak kadın cinayetlerini meşrulaştırıyor. Erkek egemen sistem, son yılların en baskıcı ve kahredici günlerini yaşatıyor biz kadınlara. Meclisin yüzde 92si erkek, 275 koltukta kadın oturmadıkça da bu sorunlar çözülmeyecek. Nefret cinayeti, namus cinayeti, töre cinayeti … seç beğen al her model var. Kadınların artık bu konuda daha duyarlı ve aktif olmaları gerek. Güneydoğu’da yapılan bir araştırmada, araştırmaya katılan kadınların yüzde 46 sı erken yaşta zorla evlendirilmiş daha da acısı yüzde 20 si 12 yaşında bu küçük kadınların. Ülkenin yönetim kademesindekilerin, çeşitli yayın organlarında kendi karılarını neredeyse çocuk yaşta aldıklarını gerine gerine anlatmaları ise durumu daha da vahimleştiriyor.
2010 yılında Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nce 24 bin 48 hane ziyareti ve 12 binden fazla kadınla yüz yüze görüşmelerle gerçekleştirilen bir araştırma sonucuna göre;
-Türkiye’de kadınların yüzde 41.9’u fiziksel ve cinsel şiddete uğruyor.
-Yüzde 49.9’la en fazla şiddete maruz kalan kadınlar ‘düşük gelir’ grubunda. Orta gelir durumunda bu oran yüzde 41.8, ‘yüksek gelir düzeyin’de de yüzde 28.7.
‘-Çalışan’ kadınların yüzde 44.1’i, çalışmayanların yüzde 41.1’i şiddet mağduru.
-Eğitimsiz kadınların yüzde 55.8’i, lise ve üzeri eğitim alan kadınların yüzde 27.2’si şiddet mağduru.
-En az bir kez gebe kalmış her 10 kadından biri gebeliği sırasında şiddet yaşıyor.
-Kadınların yüzde 57.6’sı, üç veya daha fazla kez yaralandığını söylüyor.
-Erkeklerin ‘işten çıkmaya neden olma veya çalışmaya engel olma’ oranı düşük gelir seviyesindeki kadınlarda yüzde 21.5 iken, yüksek gelir düzeyindeki kadınlarda neredeyse aynı: Yüzde 21.2.
-Yaşadığı şiddetini kimseye anlatmayan kadın oranı yüzde 48.5. Düşük gelir düzeyinde bu oran yüzde 54.1, yüksek gelir düzeyindeyse yüzde 37.5.
-Şiddet yaşamış kadınların yüzde 33.7’si ‘hayatına son vermeyi düşündüğünü’ söylüyor. Düşük ve yüksek gelir grubunda bu fikri aklından geçiren kadın oranı aynı, yani yüzde 34.6.
Şiddet görenlerin yüzde 12.4’ü intiharı denemiş. Düşük gelir düzeyinde bu oran 12.4 iken, yüksek gelir düzeyinde yüzde 11
Utanç verici rakamlar bunlar, yürek burkan rakamlar. Lafa gelince herkes coşuyor, ama eylem yok.
Bu yıl biraz çaba gösterelim, aktif olarak derneklerde görev alalım, yakın çevremizden başlayarak, “Kadına Şiddete Hayır” kampanyalarına destek verelim. Kız çocuklarının eğitimine gönül veren herkese yardım etmeye çalışalım. Cinsiyetinden dolayı doğduğu günden başlayarak horlanan, yaşam hakkı elinden alınan kadınlara yardım edenlere destek olalım.
Sadece bir gün değil, yaşadığımız her an kadın olma hakkının, ülkemizde yaşayan her kadına tanınması için elimizden ne geliyorsa yapalım.


Ebeveyn Olmak Zor İştir

Bunca bilgiye, kitaba, videoya rağmen hala çocuklarına saçma sapan davranan ebeveynleri gördükçe içim acıyor. Üstelik de bunlar eğitimli sayılan kesimdekiler ise durum daha da üzücü oluyor. Teyzemin iki kat üstünde 2 yaşında oğlu olan genç bir çift yaşıyor. Çiftler arasında sorun olabilir normaldir, normal olmayan kısmı annenin çocuğuna çok kötü davranması. Mutsuz ve huysuz bir genç kadın, el kadar bebeye çığlık çığlığa bağırıyor. Ne yapmış olursa olsun, çocuk bu kadar kötü davranılmayı hak etmez. Bir değil, iki değil her zaman durum bu. Kendimi zor tutuyorum yukarı fırlayıp kadını yakasından tutup “ne halt ediyorsun sen” diye sarsmamak için. Amerika’da bu kadını çoktan hapse tıkıp, çocuğunu da alırlardı elinden. Teyzemin hatırı olmasa gerçekten müdahele edeceğim, apartman komşuları arasında kötü olmak istemiyor, ne de olsa evin sahibi o, bana da görüşüne saygı duymak kalıyor. Bu sabah yine aynı tantana vardı, sonra sevgili dost Dilara Erdem‘in bir paylaşımını gördüm ve bloga aktarıp daha çok kişinin görmesini sağlamak istedim. Aşağıda okuyacağınız yazıyı, Aylin Kotil 2004 yılında kaleme almış. Çok uğraştım ama gazete arşivinden aslına ulaşamadım. Çocuk yetiştiren herkesin arada sırada yeniden okuması dileğiyle…
Önemli not: Yazıya görsel olarak kullandığım bebek, doğum fotografçısı sevgili dost Alev Durmuşoğlu‘ nun web sayfasından alıntıdır.
bebek
Hayat Bir Çocuğa Nasıl Anlatılmalı?

Arkadaşımın kızı bir yaşına gelmişti, ‘Sen eğitimcisin, neler öğretmem gerekiyor, bazen kendimi çok çaresiz hissediyorum’ dedi. Sorusu kolaydı ama yanıtı zordu, akıl vermesi basitti ama uygulaması karmaşıktı, anlatmaya başladım:

Annelik uzun zaman alan ve günün yirmi dört saati devam eden adı ‘insan yetiştirmek’ olan bir iş. Bir kere bilmelisin ki, zaman alacak. Neye zaman harcarsan onun karşılığını alırsın. İşine zaman harcarsan işinden, eşine zaman harcarsan eşinden, çocuğuna zaman ayırırsan da ondan karşılığını alırsın.

Yapabiliyorsan gözyaşlarını tutmamasını öğret, acı çekmeden olgunlaşamayacağını…

Kıskanmamayı öğret ona, arkadaşının başarısından mutlu olmayı, birlikte sevinçleri paylaşmayı, içinden ‘neden ben değil de o?’ demeden…

Kazanmaktan mutluluk duyup içine sindirmeyi, ama aynı zamanda kaybetmeyi öğrenmesini. Çünkü bir adım sonrasında görünüşte galip olanları gösterecek hayat ona.

Her şeyin bir sonu olduğunu öğret. Sahip olduğu bütün değerlerin bir gün keyif vermeyebileceğini, kazanılan ve harcananın bir sonu olduğunu.

Gidilen yerlerin zamanla bıkkınlık verebileceğini, her şeyi tüketebileceğini, tüketemeyeceği tek şeyin bilgi olduğunu öğret.
Kitaplardan keyif almasını.

Ders çalışmak istemiyorsa zorlanmamasını, ama okumayı sevmesini öğret ona. Elbet er ya da geç alacaksın biliyorum, ama mümkün olduğunca geç al ona bilgisayarı. Ona kendisi ile kalacağı sakin zamanlar ver, sıkılmayı öğret ona, sıkılıp da kendini yönlendirmeyi bulmasını.

Doğaya götür onu, hayvanlardan korkmaması gerektiğini öğret. Arıların bizi sokmasından çok, nasıl bal yaptığını anlat. Doğanın kendi içindeki gizemini bulmasına yardımcı ol, yağmurdan sonraki toprak kokusundan keyif almasını sağla.

Soğuk kış gecesinde ateş yakmayı öğret, belki büyüdüğünde bir gece sevgilisine ateş yakar ve belki binlerce yıldızın altında birbirlerine sarılırlar, bunu öğretmemiş diğer sevgililerin aksine…

Şartlar çok zor olsa da yalan söylememesi gerektiğini öğret ona. Kazandığı elli milyonun piyangodan çıkan beş yüz milyardan çok daha keyifli olduğunu öğret. Alın terine saygıyı öğret ona.

Aşk acısı çekmenin hiç aşık olmamaktan daha güzel bir duygu olduğunu öğret. Kendi doğruları üzerinden kimsenin onu yargılamasına izin vermemesi gerektiğini öğret,başkalarını da kendi doğruları üzerinden yargılamamayı…

Bunun başkalarını dinlememek olduğunu değil, söylenenleri kendi eleğinden geçirmesi gerektiğini öğret.
Kendi fikirlerine inanmanın güzelliklerini anlat. Hayatı sorgulamayı öğret ona…

Bilginin en büyük güç olduğunu öğret.Yapabilirse bunu en büyük fiyata satmasını, ama kalbini ve ruhunu kendisine saklaması gerektiğini öğret. Haklı olduğu konuda sonuna kadar diretmesini öğret ve haklıyken dik durmasını.

Günün birinde yaptıkları değil yapmadıkları için pişmanlık duyabileceğini öğret.

Basit yaşaması gerektiğini öğret ona, çay içmekten keyif almayı…
‘İstemiyorum’, ‘hayır’ demeyi öğret ona, istediğinde ise ‘istiyorum’ demeyi.

Sevdiğinde ise ‘seni seviyorum’ diyebilmeyi öğret ona. Bir pantolon ve tişörtle üniversiteyi bitirmeyi öğret ona. Temiz kokmasını…

Sorgusuz sevmeyi…
El yazısı ile notlar yazmayı…
Lafı dolandırmamayı…
Sevdiklerinin hiçbir zaman çantada keklik olmadığını, dostluğa yatırım yapması gerektiğini, kıymetini bilmeyenlerden uzaklaşmasını öğret ona.
Müziği sevmesini, sporla barışık yaşamasını.

İşlerin hiçbir zaman bitmediğini söyle ona, en yoğun zamanda bile kendine vakit ayırması gerektiğini öğret…
Ama en çok da kendini sevmesini öğret…
Kendini sevmezse kimsenin onu sevmeyeceğini…
Kendine çiçek almazsa kimseden çiçek beklememesi gerektiğini… Kendine özenli yemekler yapıp sofralar kurmazsa kimsenin onun için yemek hazırlamayacağını…

Hayatta her şeyden çok kendisinin önemli olduğunu öğret ona…

Aylin Kotil


Gangster Squad

“Kötülüğün zaferi için gereken tek şey, iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır.”  Gansgter Squad filmi; ilk dakikalarında Edmund Burke‘ ten yapılan bu alıntıyla beni içine alıverdi. Art Deco mekanlar, şık kadınlar ve erkekler, güzel müziklerle savaş sonrası dönemin yükselen değeri Los Angeles’de geçen filmde, Tarantinovari olmasa da bir gangster filminde olması gerektiği kadar kanlı sahneler var.

sean pennBrooklyn’li, şişkin egolu, eski boksör mafya babası Mickey Cohen rolünde Sean Penn zorlanmadan oynamış yine. Şehri haraca kesen, polisi ve yargıyı maaaşa bağlamış, şehrin yüreğine korku salmış Cohen’i durdurmak için polis şefi William Parker (Nick Nolte) bir grup polisi görevlendirmeye karar verir. Görevleri; rozetsiz, tutuklama yapmadan, en etkili şekilde mafya babasının kazanç kapılarını yok etmek ve onu ilk fırsatta adalete teslim etmektir.  gangster squad

Ekip yöneticisi John O’Mara rolünde Josh Brolin var. Kısa süre önce izlediğim için olabilir mi bilmem ama, bana MIB3 filminde K’yi canlandırdığı hallerini hatırlattı. Keskin bakışlı, neredeyse ifadesiz yüzle ortalıkta dolaşmasıydı belki de böyle düşündüren.  gosling

O’Mara’nın ekibi için görüştüğü kişilerden biri de Sgt.Jerry Wooters. Hafif bezgin tavırlı, çarpık gülüşlü Ryan Gossling de bu karakterde fazla zorlanmamış.

Film; Amerika’lı askerlerin denizaşırı zaferlerden başarıyla ve görevlerini yapmış olmanın verdiği gururla evlerine dönüp,  günlük hayata geçiş dönemlerinde yaşadıkları ikilemleri de irdeliyor alttan alta. O devirlerde “travma sonrası stres” diye bir kavramın henüz söz konusu olmaması, başrol oyuncusu kahramanımızın aşırı şiddet kullanmasının da nedeni olabilir mi acaba.
Filmin yönetmeni Ruben Fleischer, Paul Lieberman’ın aynı adlı kitabından senayolaştıran Will Beall, müzikler ise Steve Jablonsky’ye ait.
1 martta gösterime girecek Gangster Squad adlı bu filmde diğer rollerde; Giovanni Ribisi, Emma Stone, Robert Patrick, Jon Polito’yu da izleyebilirsiniz.
Keyifli seyirler.


Pazarlama Faciası Paraf Kart

Uzun yıllardır Halkbank müşterisiyim. Ufak tefek sorunlar dışında da beni üzmediler. Bağlı olduğum şube çalışanları güleryüzlü ve yardımsever. Yüksek mevduatlı müşteri olmadığım için de aldığım hizmetin bana özel olmadığını biliyorum. Paraf Kart faciasıyla mecburen tanışana kadar, sorunlarımı gerek şube çalışanları, gerek de telefon bankacılığından rahatça hallediyordum. Uzun yıllar bütünleşik pazarlama iletişiminin bütün sahalarında görev yapınca, marka başarısının önemli adımlarından birinin, pazarda yaygın olmakla gerçekleştiğini yaşayarak öğrendim. Ürününüz cihanda bir tane de olsa, müşteri satış noktasında aradığını bulamamışsa yaptığınız iş boş çıkmış demektir. Pos makinelerini aylardır bağlayamamış, bağlasa da kullanıcı firmalara derdini anlatamamış bir kredi kartı markası, olsa olsa bağlı olduğu bankanın imajını parlatma amacıyla yaratılmıştır. Banka çalışanlarına verilen eğitimlerde öyle çok ara gazı verilmiş ki, gariplerim sattıkları ürünün Bonus veya World kartlar kadar yaygın kullanımlı olduğuna inandırılmışlar. Zaman ayırıp sahaya çıksalar, fazla değil üç avm dolaşsalar umutları hazan yaprakları gibi dökülecek. Başarılı marka yaratmak ürünü sahaya yaymadan cafcaflı reklamlarla göz boyamak değildir. Başarıyı hakkında “her türlü” konuşulmak zanneden markaları, uzun vadede kazanç değil kayıp beklemektedir. parafGarip bir şarkıcıya bol sıfırlı rakamlar ödenip, yabancı ajanslardan “esinlenilmiş” reklamları piyasaya sürmeden önce, keşke pazarlama kadrolarını güçlendirip satış noktalarında yerlerini almayı başarsalardı. “Yapacağız, edeceğiz” lerle bu işlerin yürümediğini bilecek kadar yaşadım. Halkbank’ın marka değerini yükseltip yabancılara satma hamlesine kurban edilen bir tüketici olarak şikayetçiyim. Kartı kullanmaya “kerhen” devam edeceğim, ama mutsuzluğumu da paylaşmamak içime sinmedi. Yazıma görsel ararken, Erkut Ergenç’in de konuyla ilgili yazılarına rastladım. Yazılara şuradan ulaşabilirsiniz. Banka çalışanlarından ya da reklam ajansından geldiğini düşündüğüm saldırgan yorumları da mutlaka inceleyin.


Sayfalar:1...24252627282930...61