Gösterme girdiğinden bu yana üzerinde çok fazla konuşulan ve eleştiri bombardımanına tutulan Suicide Squad filmini Warner Bros öngösterimiyle izledim bu sabah. Hep yazarım ya, sinema benim için eğlenilecek bir aktivite son yıllarda. Eğer bir filmi çok izlemek istiyorsam, eleştirileri okumaktan özellikle kaçınıyorum. Kafamda bir fikir oluşturmadan ve beklentimi düşük tutarak izlemek filmden keyif almamı sağlıyor.
DC evreni tiplemelerini, keyifli müzikleri ve özel efektleri seviyorsanız bu filmi severek izleyeceksiniz. (yapılan filmleri beğenmemeyi ve her sahneyi eleştirmeyi vazife edinen über geek tayfasındansanız gitmeyiverin lütfen)
Superman ve diğer meta humanlar ile yaşananlardan sonra; Amanda Waller (Viola Davis acımasız kadın rollerinden uzun süre kurtulamayacak sanırım ) tarafından yönetilen gizli devlet kurumu A.R.G.U.S, olağanüstü yetenekleri olan acımasız suçlulardan oluşan bir takımla gelecek tehlikelere karşı koymayı önerir. Harley Quinn, Deadshot, Captain Boomerang, Killer Croc, Diablo, Katana, ve Slipknot’tan oluşan bu garip, acımasız ve dengesiz katiller takımını denetleme görevini de saha komutanı deneyimli asker Rick Flag üstlenir.
Bana göre filmi taşıyan karakterler Harley Quinn ve Deadshot olmuş. Özellikle Margot Robbie oynadığı karakterin dengesiz zihniyle insani yönünü pek güzel harmanlıyor ve kendilerinden nefret eden bir dünyayı neden kurtarmaları gerektiğini harika bir ironiyle aktarıyor. Ve tabii bir de Will Smith faktörü var, uzun yıllar önce Fresh Prince of Bel Air ile tanıyıp sevdiğim bu müthiş oyuncu her zamanki cazibesiyle, sempatik oyunuyla göz dolduruyor.
Ne yazsam ipucu vereceğim korkusuyla fazla uzatmak istemiyorum ama Jared Leto’nun Joker’ine de değinmeden geçemeyeceğim. Tamam kabul; Jack Nicholson ve Heath Ledger’dan sonra bu role soyunmak oldukça cesaret isteyen bir iş, ama hakkını vermeliyim Leto da işini gayet iyi yapıyor.
John Ostrander’ın çizgi karakterlerine hayat veren yönetmen David Ayers’a müziklerde Steven Price destek vermiş. Filmin süresi 123 dakika, kullanılan dil ve şiddet görüntüleri nedeniyle de 13 yaş üzerine uygun. Detaylara filmin web sitesinden ulaşabilirsiniz.
İyi seyirler hepinize.
Tarzan Efsanesi – The Legend of Tarzan
Bu sabah Warner Bros öngösterimiyle izleme şansı bulduğum “The Legend of Tarzan/Tarzan Efsanesi” filminde kahramanımız karısı Jane ile birlikte medeniyette saygın bir hayat yaşamakta. Belçika Kralı’nın karanlık emellerini gerçekleştirmek isteyenler tarafından ticari ataşe olarak Kongo’ya davet edildiğinde heyecanlı macera da başlar.
Keyifli bir seyirlik olmuş, görüntüler, müzikler etkileyici, 109 dakikanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz izlerken. Edgar Rice Burroughs’un yarattığı ünlü karakter Tarzan’ı bu kez True Blood izleyicilerinin iyi tanıdığı yakışıklı vampir Alexander Skarsgård canlandırmış. Samuel L. Jackson da yan rollerden birinde esprili bir oyunculukla eşlik ediyor. David Yates’in yönettiği The Legends of Tarzan filminin senaryosunu ve hikayesini Adam Cozad ile Craig Brewer kaleme almışlar. Müzikler Rupert Gregson-Williams’a ait , görüntü yönetmeni ise Henry Braham. The Legend of Tarzan/Tarzan Efsanesi çekimleri Warner Bros. stüdyoları, Gabon, İtalyan Dolomitleri ve Birleşik Krallığın çeşitli yerlerinde yapılmış. Bana göre filmin en ilginç yanı, izlediğim bütün hayvanların bilgisayar yapımı olmasıydı. En hoşuma giden sahne de Tarzan’ın arslan dostlarıyla yeniden karşılaştığı sahneydi. Teknoloji sayesinde çekim süresince canlı hayvanların zarar görmeleri de engellenmiş.
Baby Boomer kuşağından olan ben ve akranlarımın Tarzan ile tanışması Johnny Weissmuller ile olmuştur. O filmde Jane ise güzeller güzeli Maureen O’Sullivan idi. Çocuk aklımla günlerce anneannemin bahçesindeki ağaç dallarına tutunup “aaaaiiiaaaaaaaaa” diye çığlıklar atmıştım. Yıllar içinde iyisiyle kötüsüyle pek çok Tarzan uygulaması izledim. Miles O’Keefe ve Christopher Lambert’tan bu yana açık ara en yakışıklı Tarzan tabii Alexander Skarsgård olmuş.
Tarzan’lardan söz ederken karikatürize edilmiş olanları da atlamamak gerek. Yıllarca önce yayın saatinde izlemek için eve koşarak geldiğim George of The Jungle çizgi filmi ve bu karakterin filme uyarlamasında rol alan Brendan Fraser’i de hatırlayalım.
Bayram tatilinde şehirde kalıyorsanız kendinize vakit ayırıp The Legends of Tarzan/Tarzan Efsanesi filmini izleyin derim, ama mutlaka IMAX 3D salonları seçin. 13 yaş altına uygun olmadığını da eklemeliyim. Hepinize iyi seyirler.
Mutlu ve Sağlıklı Çocuklar Yetiştirmek Mümkün
Çocukların hayatında en önemli yer tutan şey sevgi, tek beklentileri sevilmek olan varlıklara her şeyi vermeye çalışıp en önemlisini atlayan bir sürü ebeveyn var. En güzel giysiler, en parlak oyuncaklar, en havalı okulları ayarlayıp en kolay verebilecekleri şeyi sevgiyi ihmal ediyorlar. Çocuklara daha çok sevgi verebilsek dünya ne kadar güzel bir yer olur aslında. Sevgiyi tanıyarak büyüyenler mutlu bireyler oluyorlar ve çevrelerindekileri de mutlu ediyorlar. Tıpkı suya atılan taşın yarattığı çemberler gibi yayıyorlar sevgiyi çevrelerine. İşten yorgun ve sinirli gelmiş olabilirsiniz, kötü bir gün geçirmiş olabilirsiniz, hasta da olabilirsiniz, ama yüreğinizdeki sevgiyi vermek yerine çocuğunuzu kendinizden uzaklaştırmaya çalışıyorsanız, bu sizin seçiminiz. Bu seçimin sonucu ise yalnızca evladınızı değil, sizi, yakın çevrenizi ve onun hayatına girecek herkesi etkileyecek. Özellikle çocuk sahibi olan dostlara bir eğitim önermek istiyorum bu yazımda. Sevgili Sedef Örsel‘in 12-14 Temmuz tarihlerinde düzenleyeceği “Çocuklarla El Ele Ebeveynlik” eğitimine; ebeveyn rolü üstlenen, kendi içindeki çocuk da dahil olmak üzere çocukları daha iyi tanımayı, anlamayı, onlarla daha mutlu ve neşeli bir yaşam sürmeyi, yürekten bağ kurarak barış içinde ebeveynlik yapmak isteyen herkes katılabilir.
Ebeveynlik öğrenilen bir iştir. Ebeveynlik yolculuğu çocuğunuzla bir ömür yaşayacağınız harika bir mozaiktir, her parçası emekle döşenir. Ebeveyn olmak sabır isteyen bir iştir, ancak zor değildir.
Çocuklarla Elele Çalışmaları’nda (Connection Parenting) üzerinde en çok durulan nokta da işte budur!
Bu eğitimin amacı gönülden bağ kurarak, şiddetsiz iletişim dilini benimseyerek keyifle ebeveynlik yolculuğu yapabilmek için gerekli farkındalık, bilgi ve becerilerin edinimini sağlamaktır.
Bu eğitime katılarak, keyifle ve huzur içinde ebeveynlik yapmak için gerekli tüm yetkinlikleri kazanarak, hayat kalitenizi de yükseltebilirsiniz.
Eğitim Programı başlıkları da şöyle sıralanıyor:
Ebeveynlik Mirasımız
Kendi ebeveyn/ yetişkin rolümüze çocukluğumuzdan neler aktarıyoruz? Bugünün ebeveyni/yetişkini olmak neden bu kadar zor?
Saygıyı Öğretmek
Tüm sevgi dolu ilişkilerin temelinde saygı yatar. Bugünün çocukluğunda saygı nasıl öğrenilir? Saygının içinde korku değil sınırlar vardır. Sınır koymak ne anlama gelir ve neden bu kadar önemlidir?
Duyguları İyileştirmek, Neden ağlarız?
Ağlamaları, krizleri, sızlanmaları, kızgınlıkları ve öfke nöbetlerini daha iyi anlayıp onlarla sistemli olarak nasıl başa çıkabiliriz?
Kendine Güvenmek
Çocuklarımıza davranışımız onlara kendileri hakkında neye inanacaklarını öğretir. Her gün birlikte geçirdiğimiz anları -kendine güven- konusunda nasıl yapıcı olarak değerlendirebiliriz?
İlişki Bağını Kuran ve Sağlamlaştıran İletişim
Sözcükler yeni bir ilişkiyi başlatan ya da var olanı bitiren büyük bir güçtür. Olumsuz ebeveyn dilini nasıl bırakmalıyız? Hangi olumlu sözcükleri kullanmalıyız?
Davranış Kodlarını Çözerek Disiplin
Çocuklar her zaman bize ihtiyaçlarını anlatacak dil yeteneğine sahip olamazlar. Onlar ihtiyaçlarını bize davranışları ile anlatırlar. Bu davranışlara karşılık vermek yerine davranış kodlarını çözüp ihtiyaçlara nasıl karşılık verebiliriz.
Ebeveynlerin İhtiyaçları
Ebeveynlik hiçbir zaman tek kişilik ya da çift kişilik bir iş olmamıştır. Çocuklara en iyi kendi ihtiyaçları tam olarak karşılanmış yetişkinler bakar. Yaşadığımız toplumda kendimize nasıl geniş bir destek ağı yaratabiliriz?
‘’Çocuklarla Elele Yöntemi ‘’(Connection Parenting) Amerikalı araştırmacı, yazar ve eğitimci Pam Leo tarafından 30 yıllık bir araştırma ve uygulamaların sonuçlarına dayanarak ortaya çıkmış. Connection Parenting Workshop’ları 1989 yılından beri seminerin yaratıcısı Pam Leo ile sadece onun bizzat yetiştirdiği eğitimciler tarafından verilebilmekte. Eğitmen Sedef Örsel de 2007’den bu yana bu eğitimi vermekte, deneyim ve bilgilerini, ailelerle paylaşmakta.
“Çocuklarla El Ele Ebeveynlik” Eğitmeni: Sedef Örsel ACPI Sertifikalı Ebeveyn ve Aile Koçu
Kayıt için:
Tel: 212-352-10-05
Email: iristeinfeld@gmail.com
Adres: İRİS AİLE MERKEZİ İncesu Sokak Konyalı Apartmanı No: 5/3 Etiler İstanbul
Dostlara vasiyetimdir, sevgiyle ve muhabbetle…
İlginç zamanlardayız; gördüklerimiz, düşündüklerimiz, hissetiklerimiz, kokular, olaylar bizlere değişmemiz ve dönüşmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Bu sabah İstanbul’da yüksek sayılacak ölçekte bir deprem oldu. Yine bir hatırlatma diye düşündüm ve hemen Facebook sayfamdan, aşağıya eklediğim gönderiyi paylaştım.
“Bütün dostlarımı seviyorum, iyi ki yollarımız kesişmiş, ola ki sizleri incitip kalbinizi kırdımsa affedin lütfen. Yıllar içinde kalbimi kırıp üzenleri de ben affediyorum. Sağlam vurdu deprem dipten, az önce hatırlattı kendini yine. Hani olur da bir daha rastlaşmazsak diye kayıt altına alayım dedim.
Sevgiyle ve muhabbetle… ”
Sonra kendime not olarak yazdığım vasiyetimi hatırladım, hemen dosyaları karıştırdım ve onu da yazarak sizlerle paylaşmak ve kayıt altına almak istedim. Uzun yıllar önce karar vermiştim alışıldık usulde ağlaşılan ve hüzünlü bir şekilde bu dünyaya veda etmek istemediğime, New Orleans tarzı bir tören istediğimi söyler dururum yıllardır.
Dostlarımın arkamdan ağlamalarını istemiyorum. Paylaştığımız güzel “an”ları hatırlasınlar istiyorum. Güzel bir hayat yaşadığımı, sevdiğim ve sevildiğim için çok mutlu olduğumu, “iyi ki” lerimin “keşke” lerimden çok daha fazla yer tuttuğunu, gurur duyduğum bir evlada sahip olduğum için hep şükrettiğimi, gerçekten kayda değer bir hayat yaşadığımı bilerek beni coşkulu müzikler eşliğinde, mutlaka bir deniz kenarında, huzurla, neşeyle ve gerçekten kahkahalarla uğurlamalarını istiyorum.
Hepinize teşekkür ederim bana hayat yolculuğumda sevgilerinizle, maddi ve manevi bütün desteklerinizle, dostluklarınızla, sabrınızla eşlik ettiğiniz için. Sizleri de sevenler, destekleyenler ve sabırla yanınızda yürüyenler çok olsun.
Sevgiyle ve muhabbetle…
Kişisel Verimlilik İçin Öneriler
Hepimizin günümüzü en verimli şekilde geçirmek üzere kendimize göre yöntemleri vardır. Ama bazen öyle zamanlar olur ki sıfır verimlilikte sıkışır kalırız. Sebepleri çok çeşitli olabilir, böyle zamanlarda mücadele gücü bulmakta zorlanırız, yerimizden kımıldamak bile gelmeyebilir içimizden. Tam anlamıyla duruma sebep olan sorunlarınızı çözmeyecektir ama sizi harekete geçireceğini düşündüğüm birkaç öneriyi listeledim.
-Gününüzü Önceden Planlayın
Sevimli, renkli, içine yazmaktan zevk alacağınız, her istediğinizde erişebileceğiniz küçük bir not defteri edinin. Randevularınızı, önemli notlarınızı, sevdiklerinizin doğum günlerini yazmaktan hoşlanacaksınız. Akıllı telefonunuzdaki binbir çeşit havalı uygulamalar da işe yarayacaktır tabii 🙂
-Planlama Yaparken Kendiniz İçin Mutlaka Zaman Ayırın
Aşırı tempolu çalışmak, kendine zaman ayıramamak bir süre sonra verimliliğinizi yok eden en önemli etkenlerdir. Planlamanızı yaparken mutlaka dostlarla buluşulup yenecek öğle/akşam yemeği, deniz kenarında kısa bir yürüyüş, bir bardak bitki çayı eşliğinde uzanıp kitap okuma gibi notları eklemeyi de unutmayın.
-Bitirdiğiniz Her İş İçin Kendinizi Ödüllendirin
Planlayıcınız veya notlarınız aynı zamanda da kontrol listeniz olacaktır. Bitirdiğiniz her yeni madde sonunda sevdiğiniz sanatçının bir videosunu izleyebilir, sağlıklı olmak kaydıyla biraz atıştırmalık tüketebilir veya sohbetinden keyif aldığınız bir arkadaşınızı arayabilirsiniz. Böylece daha üretken olarak yapacaklarınızı sonuçlandırmak için çok sayıda eğlenceli sebebiniz olacaktır.
-Verimlilik Uygulamalarından Yararlanın
Akıllı telefonlarımızda kullanmak üzere hemen her konuda çok sayıda uygulama var. Verimlilik, planlama, alışkanlık uygulamalarını deneyerek size en uygununu seçip kullanmaya başlayın. Kötü alışkanlıklarınızdan kurtulmak için bile uygulamalar var, bir taşla iki kuş vurabilir, uzun zamandır ertelediğiniz zararlı alışkanlıklardan kurtulma konusunu da aradan çıkarabilirsiniz. Product Hunt üzerinde bulduğum verimlilik uygulamalarına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
https://www.producthunt.com/search?q=productivity+app
-Küçük Şeylerin Farkına Varın
Yoğun çalışılan zamanlarda; gün be gün artan sıradan tekrarlar, ağır iş yükleri çalışma isteğinizi azaltır ve sizi tüketir. Böyle durumlarda hayatınızda küçük sevinçler yaratın. Biraz yavaşlayın, etrafınıza bakın, yolunuzun üzerindeki çiçekleri-ağaçları inceleyin, parkta oynayan çocukları seyredin. Bunları yaptığınızda daha istekli ve verimli çalıştığınızı fark edeceksiniz.
Tabii hepsinden önemlisi sık sık kendinize tek ve biricik olduğunuzu hatırlatın, sizden bir tane daha yok, aynadaki size gülümseyerek güne başlamayı da ihmal etmeyin.
Sevgiyle ve muhabbetle…
Önemli not: Fotografın konuyla ilgisi yok, deniz görmek ruhuma iyi geliyor, belki size de iyi gelir. 2009 yılında Kadıköy’e geçerken çekmiştim bu kareyi.
Follow my blog with Bloglovin
Tavsiyeni Kendine Sakla…
Yakınlarınız zor zamanlarında size akıl danışır mı? Onlara makul önerilerde bulunur musunuz? Sizce iyi bir tavsiye nasıl olmalıdır? Bir yabancının önerisiyle veya ilham vermesiyle hayatınızı tepeden tırnağa değiştirmeye hazır mısınız?
Bu soruların cevapları hepimize göre değişir. Aslında bu soruların hiç birinin önemi yok. Sadece siz söylediniz diye hiçbir arkadaşınız sigarayı bırakmaz, temiz beslenmeyi seçmez ve tabii sadece siz konuyu gündeme getirdiniz diye hiçbir arkadaşınız kendisine zarar veren ilişkisinden de vazgeçmez. Diyabet, yüksek tansiyon, diz sorunları yaşayan 80 yaş üstü tanıdıklarınız onlara önerdiklerinizi asla umursamaz. Ne kadar iyi niyetle söyleseniz, anlatsanız ve hatta kendi yaşama biçiminizi değiştirerek ne kadar sağlıklı olduğunuzu kanıtlasanız da hiç önemi yok. Tabii bu asla sizin suçunuz değil.
İyi bir tavsiye verildiğinde, anahtar tavsiyeyi veren değil alan taraftır. Hepimiz belirli zamanlarda bizlere “tam da bu işte” dedirten anlar yaşadığımız örnekler görüp, makaleler okumuşuzdur. Çoğumuz o anları; eski ya da bize zarar veren kötü bir alışkanlığı değiştirmek veya yapmayı ertelediğimiz işleri yapabilmek için motivasyon olarak kullanmışızdır.
Muhtemelen ilk adımı attığınız an, aslında başkalarını suçlamaktan vazgeçip, yapmanız gerekenleri ertelemeyi bıraktığınızda gerçekleşmiştir. Perspektifinizi değiştirmeniz ve harekete geçmeniz belki bir anda, belki de benim gibi yıllarca sonra oldu. Ama önemli olan karar verip, kararınızın gerektirdiklerini yerine getirip, uygulamaya başlamanız. Aslında her şey bir tesadüfle başlayabiliyor. Okuduğunuz bir kitap, konuşmasına hayran olduğunuz bir ünlü, hoşunuza giden bir reklam sloganı olabilir sizi karar almaya iten. Ne olduğunun önemi yok; ister bir tanıdığınızın sözleri, bir yabancının eleştirel gözle sizi süzmesi, bir şiir, bir film hepsi olabilir. Aradığınız tetikleme noktası orada duruyordu ve siz onu bulup harekete geçmeye karar verdiniz. Bunun bir armağan, kader ya da size verilmiş harika bir şans olduğunu düşünebilirsiniz. Yanılırsınız, asıl neden sizsiniz, baktınız ya da dinlediniz ve değişmeye, olmanız gerekene dönüşmeye siz karar verdiniz.
İşte tam da bu sebepten en iyi tavsiyelerinizi kendinize saklamalısınız. Her zaman olmasa da çoğu zaman böyle yapmaya çalışın. Uygulamak çok zor, hele benim gibi herkese yardım ettiğini düşünen biri için neredeyse imkansız çenesini tutmak Çoğu insan problemi olduğunu düşünmez, düşünse de çözüm aramıyor olabilir ve sizin tavsiyeniz de, doğru zamanda yapılmadığı için o kişide bir işe yaramayacaktır. Böyle durumlarda hemen kendinizi hatırlamaya çalışın, nasıl ki sizin kendi sorununuzu fark edip çözümü için adım atmaya başlamanız arasında uzun zaman geçtiyse, başkaları için de durum aynıdır. Onların da kendi sorunlarını fark edip, bu konuda sorumluluk alarak harekete geçmeleri uzun zaman alabilir.
Bazı insanlar ise o noktaya asla gelemezler, boş yere kendinizi paralayıp sevginizi ve şefkatinizi vermeyin. Sizin söylediklerinizi ukalalık, hayatlarına müdahele etmek, onlara patronluk taslamak gibi algılar ve savunmaya geçerler. Sakince bekleyin, tam olması gereken noktaya vardıklarında, sizden yardım isterlerse orada olacağınızı bilmelerini sağlamanız yeterli. Gerektiğinde çenenizi tutup küstahlık ve ukalalık gibi algılanabileceğiniz durumlardan kaçınarak özellikle sevdiklerinize ve yakınlarınıza daha çok yardımcı olabilirsiniz.
İyi bir tavsiye; doğru kişiye, doğru zamanda verilendir. Herkes ilgilenilmek, anlaşılmak ve fark edilmek ister. Onları dinleyin, anlamaya çalışın, yardım edebileceğinizi hissetmelerini sağlayın ve onlar isteyene kadar da aklınızdan geçenleri kendinize saklayın.
Görselin konuyla ilgisi yok begonviller beni mutlu ediyor, ruhuma iyi geliyor belki sizlere de kendinizi iy. hissetirirler.
Sevgiyle ve muhabbetle…
Follow my blog with Bloglovin
Okur Sayınızı Nasıl Arttırırsınız ?
Blog yazmaya başladığımda, keyfimce yazabilmek için reklam almadan bu işi sürdürmeye karar vermiştim. Yıllardır da bu konuda gelen teklifleri nazikçe geri çeviriyorum. Amacım hem kendimi oyalamak, hem de okuyanları eğlendirecek, bilgilendirecek yazılar yazmak. Ben de yüzbinlerce kişi tarafından okunan bir blog yazarı olmak isterdim ama bunun için gerçekten çok fazla emek harcamak gerektiğini de adım gibi biliyorum 🙂
Sadece vakit geçirmek ve oyalanmak amacıyla yazmıyorsanız, okur sayınızı arttırmak için gayret göstermelisiniz. Size günde 50.000 yeni okur/takipçi kazandıracağını söyleyen şarlatanlara kulak asmayın. Böyle sihirli formüller yok, olsa bile uzun vadede işinize yaramayacakları herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir.
Blogunuza dışarıdan bakmayı öğrenin, sayfayı oluşturan ve yazıları yazan siz değilmişsiniz gibi yeniden değerlendirin hepsini. Kendinize şu soruları da sormayı deneyin:
-Bu blogu okumaktan keyif alır mısınız?
-İçerikler ilginizi çekiyor mu?
-Görseller konuyla ilgili ve özgün mü?
-Sosyal medya paylaşım düğmeleri doğru çalışıyor mu?
-Takip düğmesi işe yarar ve görünür bir yerde mi?
Bu sorulara evet cevabı verdiğinizde önemli bir adımı başarıyla atmış sayılırsınız.
İkinci adım devamlılığı sağlamak olmalı. Siz de benim gibi bu konuyu gayet iyi bilen ama uygulamakta zorlananlardansanız ve okur sayınızı mutlaka yükseltmeyi hedefliyorsanız her hafta yeni bir yazı yazmalısınız. Blogunuza abone olup, heyecanla yeni yazınızı bekleyenleri hayal kırıklığına uğrattığınızda hızla okur kaybedeceğinizi de bilmelisiniz. Okur sadakati konusunda en önemli anahtar ve bana göre gerçek “sihirli formül” devamlılık sağlamanız ve sıkça yazmanızdır.
Blogunuzu başkaları için ilginç hale getiren en önemli malzeme yazdıklarınızdır. Bu nedenle yazdıklarınızın ilginç, bilgilendirici ve iyi yazılmış olmasına özen göstermelisiniz. Dilbilgisi hataları okuyana işkence oluyorsa hızla blogunuzu terk edecektir. İnternet üzerinde çok sayıda kaynaktan doğrulama yapabilir, word dökümanından yazım denetimi yardımı da alabilirsiniz.
Bir diğer önemli detay da yazınızda kullanacağınız fotograf, infografik veya diğer görsellerdir. Kişisel tercihim, genellikle kendi çektiğim fotografları kullanmaktan yana tabii. Eğer başka birinin fotografını kullanmak zorunda kalırsam da mutlaka kaynak belirtmeye çalışırım.
Diğer blog yazarlarıyla etkileşimde olmak, yazdıklarını paylaşmak, okuyup beğendiğiniz yazılarına yorum bırakmak da önemli bir detay. Tabii sizin blogunuza bırakılan yorumları da mutlaka cevaplayın, yorum yazan geri dönüp okumasa bile, sizin önem verdiğinizin bilinmesi gerekir.
Blogunuzu okutmanın en önemli adımı içerik ama diğer bir önemli nokta da yazdıklarınızın görünürlüğünü sağlamanızdır. Sosyal medya paylaşım düğmelerinizin önemi de burada devreye giriyor. Google Plus, Twitter, Facebook, Instagram vs üzerinde yazınızın linkini etkileyici bir görselle paylaşmanız size yeni okurlar kazandıracaktır. Toplulukların önemini de asla göz ardı etmemelisiniz, paylaşımlarınızda blog topluluklarını etiketlemeyi ihmal etmeyin lütfen.
Buraya kadar okuduklarınızı uyguladığınızda hemen mucize yaratmasa da, uzun vadede size yarar sağlayacağından eminim. Umarım okuduklarınız sizin de hoşunuza gitmiştir ve yardımı olacağını düşündüğünüz dostlarınızla da paylaşırsınız. Tekrar hatırlatmak isterim gerçek mucize formül; ilgi çekici içerik yaratıp, düzenli yazmak bunu asla unutmayın.
Sevgiyle ve muhabbetle…
#LiveBoldly #MeBeforeYou
Me Before You/Senden Önce Ben filminin tanıtım videosunu ilk izlediğimde, sinemaya bir tomar mendille gitmeliyim diye düşünmüştüm 🙂 Sevgili Duygu Kutlu’nun öngösterim davetini görünce de hemen sırt çantama ek mendil paketini atıverdim tabii.
Birbirinden tamamen farklı iki genç insanın, çok özel bir durumda yaşadıkları aşkı anlatan filmi yüzümde kocaman bir gülümsemeyle izledim, eve dönerken de gülümsemeye devam ediyordum. Tanıyanlar bilir, son yıllarda içimi daraltacak filmler izlemekten özellikle kaçınıyorum ve ruhuma iyi gelecek şeyler izlemeyi seçiyorum.
Filmin erkek başrol oyuncusu Sam Claflin’i The Hunger Games ve The Hunstman filmlerinden hatırlayacaksınız. Harika gamzelere sahip bu genç adama sakal bıraktırmak ona yapılmış en büyük kötülük diye düşündüm filmin ilk sahnelerini izlerken 🙂 Canlandırdığı karakter Will Traynor, bir motosikletin çarpması sonucu tekerlekli sandalyeye bağımlı yaşamak zorunda olan, kazadan önce extrem sporlar yapan ve aktif hayatı olan, kazadan sonra başkalarına bağımlı olarak yaşamak istemeyen, çoğunlukla öfkeli ve küstah bir genç adam. İzlerken sizi alıp götürüyor yetenekli genç oyuncu, bir sahnede yüreğinizi burkarken, diğerinde kahkahalar attırıyor.
Kadın başrol oyuncusu Emilia Clarke’ı izlemek de ayrı bir keyifti, itiraf etmeliyim ki 2 kez Emmy ödülüne aday olan bu yetenekli genç oyuncudan Game of Thrones öncesinde haberim yoktu. Bu filmde onu izlerken “aa bak Game of Thrones’ daki Daenerys Targaryen” demeniz mümkün değil 🙂 Canlandırdığı karakter Louisa Clarke (Lou) uzun yıllar çalıştığı kafe kapanınca, girdiği diğer işlerde bir türlü mutlu olmayan, dikkat çekici ve oldukça gösterişli giyim tarzına sahip, başkalarını mutlu etmeye çalışmaktan kendine vakit ayıramayan, hayat dolu bir genç kadın. Yaşadığı kasabanın en zengin ailesi olan Traynor’ların oğlu Will Traynor’ın bakıcısı olarak işe başladığında yaşayacağı muhteşem aşk aklının ucundan bile geçmiyor.
Thea Sharrock’un yönettiği ve Jojo Moyes’in kendi romanından senaryolaştırdığı, müziği Craig Armstrong’a ait bu filmde yan rollerde de bolca tanıdık oyuncu var.
Ülkemizde 17 Haziranda gösterime girecek olan Me Before You/Senden Önce Ben alışılagelmiş aşk filmlerinden değil, oyunculuklar, mekanlar, müzikler, benim çok hoşuma gitti. İzlerken pek çok şeyi sorguladığınızı hissedeceksiniz ve umarım çıktığınızda da hayata başka gözlerle bakıyor olursunuz.
Hepinize iyi seyirler…
En Eski ve En Sevilen Bloglardan Olmak
Anlık paylaşımlarla kolaya kaçmak işime geldiğinden olsa gerek, bloguma yazı girmeyi bir süredir eskisi kadar sıkça yapmıyorum. Arada “aman zaten okuyan da yok”, “laptopun klavyesi o kadar eskidi ki kendi başına kararlar veriyor, yazmayı zorlaştırıyor” diyerek tembelliğe bahaneler bulduğum da oldu. Geçtiğimiz haftalarda sevgili Simto’nun bir yazısı üzerine, “silkeleneyim de kısa aralarla yazayım” dedim, aradan yine zaman geçti. Sevgili Süleyman Sönmez’in özenle güncellediği “Türkiye’nin En Sevilen Blog Siteleri” yazısında ve yine güzel bir derlemeyle evrengünlüğü.net’ in “Türkiye’nin En Eski Blogları” listesinde de yer alınca harekete geçip yazmak kaçınılmaz oldu 🙂
Blog yazmaya 11 yıl önce 2005 yılında blogcu.com platformunda başladım. Günlük hayatın hayhuyu, aile büyüklerinin bozulan sağlık durumları vs. derken unuttum gitti. E-Tohum toplantılarından birinde tanıştığım, yaratıcı çalışmalarına ve girişimci ruhuna her zaman saygı duyduğum sevgili Burak Dönertaş‘ın harika sürprizi ve kesintisiz desteğiyle 8 Eylül 2008 den beri kendi alan adımla açılan blogda yazmaya başladım. Yıllardır en ufak sorunumda, olur olmaz saatlerde “Buraaak imdaat” çığlıklarıma sabırla yanıt verdiği, çözümler ürettiği için ona hep minnetar kalacağım 🙂
Bloguma reklam almamaya karar vermem çok sayıda arkadaşıma yanlış, hatta garip gelmişti. Burası benim oyun alanım, kimsenin yazdıklarıma karışmasından hoşlanmayacağımı bildiğim ve reklamcıları pek iyi tanıdığım için böyle bir karar almıştım. Yıllar içinde de doğru bir karar aldığım defalarca kanıtlandı. Çevreye, hayata, yaşanan olaylara verdiğim tepkiler paralelinde gönlümce yazdım çoğu zaman, yazmaya da devam edeceğim.
Denemediğim, gözümle görmediğim şeyleri paylaşırken özenli olmaya çalıştım. Yıllar içinde halkla ilişkiler ve reklam şirketlerinde çalışan dostların “ama bültenimize yer vermedin” sitemlerinden kurtulmak, çok fazla reklam kokan yazılar yazmak zorunda kalmamak için ayrıca bir de wordpress uzantılı blog açtım bilgilendirme amaçlı, ilk elden tanık olmadığım duyuruları da oradan paylaşmaya başladım.
Yazmayı, yaşadıklarımı, deneyimlediklerimi paylaşmayı seviyorum. Hem belki böylece birilerinin hayatına dokunur, farklı görüşleri değerlendirmelerine neden olur, hatta yapabilecekleri hatalardan korunmalarına yardımcı da olabilirim diye düşündüm yazarken.
Yazımı sevgili Süleyman Sönmez’in blog yazısından bir alıntıyla sonlandırayım:
“Lütfen bu güzel insanların daha çok okunması için bu sayfayı sosyal medya hesaplarınızda, bloglarınızda duyurun. Destek bulsunlar kapanmasınlar. Okunan blog açık kalır…”
Yıllardır yazdıklarıma değer verip okuyan, paylaşan, yorum bırakan herkese çok teşekkür ederim. Yazmaya devam kararımda sizlerin desteği çok büyük, sağ olun var olun.
Sevgiyle ve muhabbetle…
Doğum Günün Kutlu Olsun Emir Cerman
3 Haziran 1984 sabahı, güzel bir pazar günü, 9 aylık heyecanlı bekleyişin sonunda, biricik oğlum Emir ’i kucağıma aldığım gündü. Sabaha karşı başlayan ve gaz sancısını andıran ağrıların doğum sancısı olduğunu anlamam zor olmuştu. Nereden bilebilirdim, doğurmaya hazırlandığım ilk bebeğimdi. Filmlerde izlediğimiz kadınların “amanın, yetişiiin, yandıım, öldüüm” diye bağırdıkları türden ağrılar da değildi.
Oturduğumuz evin terasında dakikalarca yürüyüp, hala “gaz” dan kurtulamayınca saat tutmak aklıma gelmişti. Tabii ağrı aralarının 5 dakikada bir olması kafamda şimşekler çaktırmış, hemen günler öncesinden hazırladığım küçük bavulu kapının dibine koyup beklemeye başlamıştım. Ne mi bekliyordum, “haydi vakit geldi” dediğimde aynı filmlerde görülen tepkiyi veren rahmetli kocamın telaşla hazırlanmasını 🙂 Evet sonunda tam hazırlanıp kapıya çıkarken asansör bizim katta durdu ve o anda en son görmem gereken kişi babam çıkmaz mı asansörden, haydi bakalım bir şey anlamasın diye tornistan eve geri dönüş ve “kahve içer misin babacığım” sorusuna verdiği cevabı duymadan mutfağa kaçış ve ağrıya katlanmak için nefes alıp vermeye devam.
O günlerde kalp damarlarındaki tıkanıklık nedeniyle ani üzüntüler yaşamaması gereken annemin kulağına gitmesin diye babama binbir şaklabanlık yaptım. Adamcağızın da keyfi yerinde, anlatıyor da anlatıyor. Ben ise ne oturabiliyorum ne kalkabiliyorum, durum git gide vahimleşiyor. En sonunda aklıma, bir arkadaşımızın bizi kahve içmeye davet ettiğini söyleyip müsaade istemek geldi. Tabii bavulu almadan birlikte indik asansörle. O evlerine yürüdü, ben arabaya attım kendimi, kocam son hızla geri çıkıp bavulu aldı ve nihayet yola çıktık. Hastaneye girdik, ilk kontrol yapıldı, beni bir odaya aldılar ve sürpriz, sancılarım duruverdi. O kadar kasmışım ki kendimi, ortalık süt liman. Hemen doktorumu aradılar, kadıncağız tatili nedeniyle Tuzla’daki kardeşine ziyarete gitmiş. Bana ” Zeynep Doktor seni tekrar kontrol edecek ve bana durumu bildirecek gerekirse eve gidersin” der demez, can havliyle haykırdım “kesinlikle olmaz. Eve girince bir daha çıkamayabilirim, bakarsınız yine babam uğrar, ben en iyisi şurada bekleyeyim” dediğimde, sakin olmamı, akşamüstüne doğru yanıma geleceğini söyleyip beni rahatlattı.
Saatler geçmek bilmiyordu, gazeteler, dergiler, TV programları vs derken nihayet doktorum geldi ve kontrolü bitince de müjdeyi verdi “haydi hazırlan suni sancı ile başlayacağız” bende bir sevinç bir sevinç. Hemşire hanım elinde lavmanla gelene kadar da keyfime diyecek yoktu 🙂 Bundan sonrası hızlandırılmış film gibiydi. Suni sancı ile normal sancı arasındaki tek fark sadece süreleri, buna inanın, acı aynı derecede can yakıcı. Nasıl bir acı diye merak ediyorsanız şöyle diyebiliriz; şiddetle bağırsaklarınız bozulmuş ama asla çıkış yolu yok, hayal edebildiniz mi ağrının şiddetini? Bütün bu keşmekeşte bana can yoldaşlığı eden arkadaşım Jale de ikinci bebeğine hamileydi “ya hu ben bu fasılları unutup neden tekrar hamile kalmışım” demez mi, onca can acısına rağmen gözümden yaşlar gelerek gülmüştüm.
Sonunda, “vakit geldi” diyerek beni sedyeye koyup doğumhaneye doğru yola çıkardılar. İşte o an yaşanan acı, ağrı her neyse sanki bir anda hafifledi, kaybolmadı, ama aylardır heyecanla beklediğim bebeğime kavuşacağım anın yaklaşmış olması fikri harikaydı.
Doğumhanede yattığım yerin tam karşısında kocaman bir saat vardı. Oğlumun doğduğu ve sağlam olduğunun söylenmesi sırasında saat tam 18.05 idi. Yer yüzündeki hiç bir örnek o anda hissettiklerimi anlatmaya yetmez.
Yine birbirimizden kilometrelerce uzakta geçecek bir doğum günü olacak. Garip bir şekilde Boston’a gittiğinden beri ancak 5 yılda bir beraber kutlayabiliyoruz Emir’in doğum günlerini 🙂
Canım oğlum; iyi ki doğmuşsun, teşekkür ederim beni hep mutlu eden ve gururlandıran bir evlat olduğun için. Doğum günün kutlu olsun, karşına hep iyi insanlar çıksın, yaşayacağın her gün bir öncekinden daha mutlu olsun, bedenin ve ruhun her daim sağlıklı olsun, ihtiyacı olanlarla sevgiyle paylaşacağın kadar da çok paran olsun.
Emir neler yapıyor merak eden olursa:
http://www.rotu.com