:::: MENU ::::

Bizler Değişirsek Dünya Değişir #VeganOl

2014 yılı Haziran ayında beslenme biçimimi değiştirdim. Tanıyanlar bilir, çok uzun yıllardır hayvanlardan yapılan ve hayvanlar üzerinde test edilmiş ürünleri kullanmıyorum, etik olarak vegan hayata hazırdım da bir türlü tam anlamıyla hamle etmemiştim. Çocukluğumdan beri kendimden küçük hayvanları ve deniz ürünlerini tüketmedim, ama çok fazla sığır eti, peynir, yumurta ve yoğurt tükettim, pişmanlıkla itiraf ediyorum. (Aşağıdaki foto, sevgili Şeyda Taluk’un instagram hesabından alıntıdır)

Vegan hayat ile ilgili çok sayıda yerli ve yabancı kaynağı inceledim, notlar aldım, videolar ve filmler izledim. Peynir, yoğurt ve yumurtadan kolayca vazgeçebilmemi de o videolara ve filmlere borçluyum. Yıllarca kulaklarımı tıkayıp, gözlerimi yumduğum için kendime epey kızdım. Nasıl bir aymazlıktı benimki, bütün memelilerin sadece anne oldukları zaman süt salgıladıklarını görmezden gelebilmiştim. Vahşi kapitalizmin zavallı inekleri birer süt musluğuna döndürmek için suni döllediğine tanık olmak kesinlikle aklımı başıma getirmişti. Hele minicik dananın bir yudum anne sütü içemeden sürüklenerek mezbahaya gönderilmesi kanımı dondurmuştu. Aynı şey yumurta konusunda da geçerliydi tabii. Hayvansever olduğuna inanan ama “ay peynirsiz, yoğurtsuz yaşayamam” diyenlerdenseniz, işin etik tarafını düşünmek ve incelemek en büyük yardımcınız olacaktır. Ozellikle taciz ve tecavüz olayları konusunda hassas davranıp, hala hayvan sömürüsünün varlığını kabullenemeyenleredir sözlerim, siz değişirseniz dünya da değişir. Yeni doğmuş süt danasını annesinden ayıran hain adamın, komşusunun çocuğuna tecavüz etmesi ona gayet normal gelecektir. Her fırsatta ava çıkan kana susamış adamlara da savaşlar garip gelmez tabii, ölümü onurlandırır onlar, hayatı değil.

8 şubat gününden başlayarak bilgi paylaşan sevgili Zülal Kalkandelen hayvan sömürüsünün en korkunç haline dikkat çekmeye çalışıyordu. Brezilya’dan gemilere tıkılıp getirilen pislik içindeki hastalıklı hayvanlarla ilgili ana akım medyada ses yoktu tabii. Hal böyle olunca sokaktaki insanların da olanlardan haberi olamadı. Bu hastalıklı, pislik içindeki hayvanları “aman ucuz et” diye kapıştı binlerce insan. Sonra da şarbon haberleri çıkınca herkes pek hayret ediverdi nedense.

Sistemin ezberlettiklerini unutun, bitkisel protein her insana yeter, çocuklarınıza da. Anne sütünden kestiğiniz çocuğunuza, bir başka annenin yavrusuna ait sütü vermekte beis görmüyorsanız, yavrunuzu severek uyuturken ne yaptığınızı bir daha düşünün bu akşam.

Son 15 yılda her yanı saran döner, hamburger, filanca-et ticarethanelerinin sayıları arttıkça kana susamışlık da artıyor, süt ürünleri tüketimi arttıkça ticarethaneler daha çok hayvana tecavüz etmeye başlıyor, eşzamanlı olarak kadınlara ve çocuklara tecavüz de artıyor hala farkında değil misiniz? Mezbahalarda yaşanan vahim görüntüleri izleyin, yavrusu doğar doğmaz sütü sisteme verilsin diye kendisinden ayrılan ineğin acılı çığlıklarını dinleyin, içinize siniyorsa gördükleriniz ve duyduklarınız ne diyebilirim bilemedim. Garibanlara çatalınızı sallayıp onlara yaşattığınız korku ve acının sinmiş olduğu etleri ve süt ürünlerini tüketirken sevgili Zülal Kalkandelen’in 2 önemli sorusunu hatırlatın kendinize:

-bu korkunç zulmü destekleyen bir insan olmak istiyor muyum?
-21.yüzyılda insan olmak, bu kadar aşağı bir seviyeye inmek midir?

Değişmek dönüşmek zorundayız başka yolu yok. Alışkanlıklar değişmeli! Sürdürülebilir, sömürüsüz bir hayat mümkün. Tüketici değil, türetici olmayı seçerek gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakmak mümkün. Karbon ayakizi nedir, nasıl azaltırız, nasıl katkı sağlarız diye düşünmek için hala geç değil. Haydi dostlar daha güzel bir dünya için çaba harcamaya bir adım atmaya başlamanın tam zamanı. Hayvansal ürünler tüketmeyin, sadece yeme-içme konusunda değil; günlük hayatta kullandığınız giyimden, makyaj malzemesine, mobilyaya her ürünü titizlikle seçin, dünya sadece bizim değil farkına varalım. Et, süt, peynir, yumurta, yoğurt, bal hepsi hayvanlardan üretilir. Mesela yarın sabah kahvaltı ederken bunları tüketmeyerek, güne daha iyi yürekli bir insan olarak ve kendinizle gurur duyarak başlayabilirsiniz. Sizler hayvan sömürüsüne göz yumup destekledikçe ve aradaki bağlantıyı görmemekte direndikçe; ne savaşlar, ne ölümler, ne de tecavüz olayları azalıyor. Iyileşme, sistemin size ezberlettiklerine sırtınızı dönebildiğinizde başlıyor.
Sevgiyle ve muhabbetle…

Işinize yarayacak kaynakları dikkatle inceleyin lütfen. Vegan Beslenme tablosunun her ikisini de mutlaka kolayca ulaşabileceğiniz bir yerde tutun.

http://abolisyonistveganhareket.org/nedenveganlik                                                                                  Gary Yourofsky https://www.youtube.com/watch?v=U5hGQDLprA8
https://www.cumhuriyetkitap.com.tr/vegan-devrimi-ve-hayvan-ozgurlugu
http://veganizm.blogspot.com
https://www.vegandukkan.com

Vegan Beslenme tablosu 1

Vegan Beslenme tablosu 2


Ocean’s 8 #oceanseight

Geçtiğimiz cuma, Warner Bros davetiyle izledim Ocean’s 8 filmini. Yönetmenliğini Garry Ross’un yaptığı, müzikleri Daniel Pemberton, görüntü yönetmenliği Eigil Bryld imzası taşıyan bu eğlenceli film tam bir şöhretler geçidi. Başrollerde Sandra Bullock, Cate Blanchett, Anne Hathaway, Mindy Kaling, Sarah Paulson, Awkwafina, Rihanna ve Helena Bonham Carter var. Elliott Gould, Richard Armitage, Dakota Fanning, James Corden , Katie Holmes, Kim Kardashian ve hatta Matt Damon da arada gözünüze çarpan ünlüler.

Ocean’s 8 de Ocean’s Eleven ile aynı şekilde açılıyor. Debbie Ocean (Sandra Bullock) kusursuzca yalan söyleyerek şartlı tahliye ediliyor ve hapishaneden ayrılıyor, tıpkı Ocean’s Eleven’daki ağabeyi Danny Ocean (George Clooney) gibi.

Debbie Ocean hapiste olduğu beş yıl, sekiz ay, 12 gün boyunca hayatının en büyük soygununu tasarlıyor. Kendi alanının en iyisi olan yetenekli kadınlardan oluşturduğu ekip ile piyasa değeri 150 milyon dolardan fazla olan bir kolyeyi çalmaya hazırlanıyor. Buradan sonrası ipucu içerebilir, en iyisi siz bu haftasonu kendinize vakit ayırın ve müzikleriyle, zengin kadrosuyla göz dolduran bu eğlenceli filmi izleyin.
Hepinize iyi seyirler

Filmin web sitesi
http://www.oceans8movie.com


Izledim : Game Night

Warner Bros daveti ve öngösterimiyle izleme şansı bulduğum, çok eğleceli bir kara komedi Game Night. Hatta yazıda kullandığım görselleri bulduğum web sitesindeki tanımlamaya da katılıyorum “Warner Bros’un elinde çok komik, öngörülemeyen, kült bir film var”.

İpucu vermeden anlatmaya çalışayım: Ana karakterler Max ve Annie arkadaşlarıyla birlikte düzenli olarak salon oyunları oynuyorlar, o kadar rekabetçiler ki saha avantajı için her hafta oyunlara ev sahipliği yapıyorlar. Max’in karizmatik ve başarılı iş adamı ağabeyi Brooks şehre ziyarete geldiğinde bir sonraki oyunun kendi evinde olmasında israr ediyor. Brooks’un gösterişli villasında düzenlenen oyun gecesiyle filmin tansiyonu yükseliyor. Özel bir oyun şirketiyle anlaşan Brooks, Max ve arkadaşlarına “Murder Mystery” tarzı bir parti düzenliyor. Kapıyı kırıp Brooks’u hırpalayarak kaçıran iki maskeli saldırganı Max dışında herkes şaşkınlık ve hayranlıkla izliyor, Max ise ağabeyinin rekabetçi ve gösterişçi davranışlarından çok sıkılmıştır. Kaçırılmayı oyunun parçası olarak düşünen oyuncuların her biri, ipuçlarını bulup olayı çözmek ve Brooks’un ödül olarak koyduğu 76 model kırmızı Corvette Stingray’i kazanmak için harekete geçiyorlar. İpuçlarını değerlendirdikçe, ne oyunun düşündükleri gibi bir oyun, ne de Brooks’un tanıdıkları ve imrendikleri gibi biri olmadığını öğreniyorlar.

Yönetmenleri John Francis Daley, Jonathan Goldstein olan; oyuncuları Jason Bateman, Rachel McAdams, Lamorne Morris, Kylie Bunbury, Billy Magnussen, Sharon Horgan, Jesse Plemons, Kyle Chandler, Jeffrey Wright, Michael C. Hall, senaryosu Mark Perez, görüntü yönetmenligi Barry Peterson, müzikleri Cliff Martinez imzalı bu filmi; yönetmenliğini David Fincher’ın yaptığı 1997 yapımı The Game filminin komedi hali gibi düşünebilirsiniz. Tabii eğlenmek ve kahkahalar atmak garantili olan bir film Game Night. Hepinize iyi seyirler.

Detaylar için : https://www.imdb.com/title/tt2704998/
Görseller : https://screenrant.com/game-night-movie-ending-explained/


Rampage

Warner Bros davetiyle izleme şansı bulduğum Rampage; aynı adlı 1980’lerin klasik video oyununa dayanmakta. Hareketli sahnelerin birbirini takip ettiği, heyecan dozunun düşmediği, araya eğlenceli espriler sıkıştırılmış, CGI teknolojisinin zirve yaptığı bir monster mash up diyebilirim. İtiraf etmeliyim ki izlemeye karar vermeden önce epey düşündüm, sonra Jeffrey Dean Morgan aşkına kalkıp gittim sinemaya. 107 dakikalık filmi keyifle izledim, kahkahalar bile attım.

Geçmişte yaşadıkları nedeniyle insanları kendinden uzak tutan Primatolog Davis Okoye’nin doğumundan beri gözetiminde olan olağanüstü akıllı, gümüş sırtlı goril George ile aralarında sarsılmaz bir bağ kurulmuş. Bir kaza sonucu genetik deney kurbanı olan bu nazik ve eğlenceli primat azgın bir canavara dönüşüyor. Gerilimin dozu artıyor, aynı şekilde 2 vahşi canlı daha genetik değişime uğruyor ve insanlara saldırıyor. Davis Okoye, genetik değişim projesinde çalışmış olan mühendis ile birlikte, hem bebekliğinden beri dost olduğu George’u, hem de Chicago şehrinde yaşayanları kurtarmak üzere zorlu bir savaşa başlarlar. Buradan sonrası fazla ipucu vermek olur. Başarılı CGI sahneler, güzel müzik ve eğlenceli bir film izlemek isterseniz Rampage’e bir şans verin derim. Çocuklarınızı götürmenizi önermem, rüyalarına girebilir o yaratıklar.
Yönetmen Brad Peyton, oyuncular Dwayne Johnson, Naomie Harris, Malin Akerman, Jeffrey Dean Morgan, Jake Lacy, Joe Manganiello. Müzikler Andrew Lockington, görüntü yönetmeni Jaron Presant

Filmde defalarca duyacağınız CRISPR (Clustered Regularly Interspaced Short Palindromic Repeats), CRISPR-Cas9 genom düzenleme teknolojisinin temelini oluşturan bir bakteriyel savunma sisteminin ayırt edici özelliği olan “Kümelenmiş Düzenli Aralıklı Kısa Palindromik Tekrarlar” anlamına geliyor. Genom düzenleme (gen düzenleme olarak da adlandırılıyor), bilim adamlarına bir organizmanın DNA’sını değiştirme yeteneği veren bir teknoloji. Bu teknolojiler genetik materyalin genomdaki belirli yerlere eklenmesini, çıkarılmasını veya değiştirilmesini sağlıyor. Hayatı zorlaştıran hastalıklara, genetik anomalilere karşı kullanıldığında işe yarayacağı muhtemel olan bu müthiş teknolojinin yanlış ellere ve hırslı manyakların denetimine geçtiğinde dünyanın ne kadar zarar göreceğini tahmin edersiniz. Çok ütopik olduğunu düşünen varsa, hep birlikte laboratuar kaçağı Zika virüsünü hatırlayalım dilerseniz.
İyi seyirler

Filmin IMDB linki http://www.imdb.com/title/tt2231461/
Görseller http://www.superherohype.com/news/398555-rampage-set-photos#/slide/1
http://theactionelite.com/trailer-for-rampage-with-dwayne-johnson/


Bizler Değişirsek, Dünya Değişir

Bilmeyenlere, unutanlara, görmezden gelenlere yeniden ve tekrar tekrar usanmadan hatırlatalım:
Odağınıza neyi koyarsanız, onu BÜYÜTÜRSÜNÜZ. Ne hakkında konuşursanız, onu çoğaltır ve enerjinizle onu beslersiniz.
Günlük konuşmalarınızda, yazdıklarınızda, paylaştıklarınızda hatta düşüncelerinizde bile kullandığınız kelimeleri özenle seçin.
Sevgiyi, dostluğu, huzuru, iyiliği, barışı, bolluk-bereketi çoğaltın sözcüklerinizle.
Bizler değişirsek, dünya da değişir.
Sevgiyle ve muhabbetle…

 

Yazıda kullandığım fotografı, Baltalimanı’ndaki Japon Bahçesinde 2016 Nisan ayında çekmiştim. Sanırım on güne kadar bütün kiraz agaçları çiçeklenmiş olur yine, huzur verici bir görüntü olduğu için sizlerle paylaştım.


Evren sizi sizinle bekliyor…

İşler çok ağır olduğunda diyorsunuz ki, “Bir adım daha atamam”.
Durumlar çok karmaşık olduğunda diyorsunuz ki, “Kaçmak istiyorum”.
İnsan varlığınız size göre ‘çok zorlu’ hale gelince, diyorsunuz ki, “Bir köşeye saklanmak ve bir daha asla hareket etmek istemiyorum”
Bilin…. Evren de sizinle birlikte tam orada! Evet, durumlar zorlu olabilir, güzel çocuğum, ama bu sonsuza dek sürecek anlamına gelmez. Siz yeniden KOŞULSUZ SEVGİYE doğru hareket etmeye hazır olana (karar verene) dek Evren de sizinle birlikte bekleyecek. – Yaratan

Alıntıdır : https://moralev.com/2018/04/06/evren-sizi-sizinle-bekliyor/

Fotografı geçtiğimiz yıllarda bir sabah Boğaz sahilinde yürürken çekmiştim.


Ready Player One

Bu sabah Warner Bros davetiyle izledim Spielberg’in son filmini. Ernest Cline romanından uyarlanan ve 2045 yılında geçen hikayede; insanların kendi zorlu hayatlarından kaçıp dilediği kimliğe bürünerek yaşadıkları OASIS isimli sanal gerçeklik platformunun dünyanın en büyük ekonomik kaynağına dönüşmesiyle başlayan olaylar anlatılıyor. OASIS’in kurucusunun ölümünden sonra oyuncular, ipuçlarına ulaşmak ve sistemin yeni sahibi olmak için birbirleriyle ölesiye yarışıyorlar. AI, VR, dronelar, Bitcoin vs. o kaotik geleceğe çok da uzak olmadığımızı hatırlatmaya yetiyor. Yönetmen Steven Spielberg, senaryo Zak Penn ve Ernest Cline, görüntü yönetmeni Janusz Kaminski. Oyuncular: Tye Sheridan, Olivia Cooke, Simon Pegg, Ben Mendelsohn, Lena Waithe, T.J. Miller, Mark Rylance

Fazla ipucu vermeden anlatmak zor bu filmi, 80 ve 90 larda doğup bilgisayar oyunlarıyla büyüyenlerin heyecanla ve keyifle izleyeceği bir film olmuş. Alan Silvestri’nin müthiş müziğiyle de izleme keyfiniz katlanıyor. Filmi mutlaka 3 boyutlu ve Imax olarak izleyin.
Hepinize iyi seyirler.

Detaylar: http://www.imdb.com/title/tt1677720/
Görsel linki : https://codigoespagueti.com/noticias/posters-individuales-ready-player-one/


Tomb Raider 2018

Bu sabah Warner Bros davetiyle izleme şansım oldu yeni Tomb Raider filmini. İlk filmleri oğlum Emir’in zoruyla izlemiştim. Bilgisayar oyunu ile karşılaştırma yapmam zor ama itiraf etmeliyim ki Alicia Vikander, Angelina Jolie’den daha fazla yakışmış Lara Croft rolüne. Hareketli ve pek çoğu nefes kesici sahnelerin birbiri ardına izlendiği 118 dakikanın nasıl geçtiğini anlamadım.

Yönetmenliğini Roar Uthaug’ın yaptığı filmin müziklerinde Junkie XL imzası var. Diğer rollerde ise Dominic West, Daniel Wu, Walton Goggins, Kristin Scott Thomas, Derek Jacobi var. İpucu verip izleme keyfinizi bozmak istemem. Filmi mutlaka 3 boyutlu ve Imax izlemenizi öneririm. İyi seyirler

Filme ait detaylar: http://www.imdb.com/title/tt1365519/
Görsel kaynağı: https://www.polygon.com/2018/3/14/17114648/tomb-raider-movie-2018-review-alicia-vikander


Senede Bir Gün Değil, Hep Kadınız

Bu yıl da 8 Mart için yazılacak olumlu bir gelişme yok. Kadına şiddet ve kimliksizleştirme, şiddeti ve kadın ölümlerini meşrulaştırma, kadınları çarşafa sokma çabaları son hız devam ediyor. “Kadınkırım” konusunda yine yol alınamadı. Erkek egemen meclisimizin %75 i kadın olmadığı sürece de değişmeyeceği ortada. Yolsuzluklarla, hırsızlıklarla, depremlerle, sellerle, yangınlarla çalkalanan ülkemde; kız çocukları kendileri bebeyken anne olmak zorunda bırakılmaya devam ederken, iyiyi güzeli hayal etmek bile zor. Senede bir kez hamasi laflarla, kozmetik ürün indirimleri, spa teklifleri ile geçiştirilen bir gün değil; “her gün kadın olunabilen” bir ülkede uyanacağımız günler için çabalamaya devam. 2022 yılında erkekler en az 327 kadını öldürdü, 198 kadının ölümü de ‘şüpheli’ olarak kayıtlara geçti. Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/erkekler-gecen-yil-en-az-327-kadini-oldurdu-793une-siddet-uyguladi-haber-1607120 

Minik bir not: Fotograf 1934 yılından. İyi düşünün lütfen, yaşamak istediğiniz hayatı şekillendirecek olan sizlersiniz, geleceğinizin daha fazla ipotek altına alınmasına izin vermeyin. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günümüzü daha güzel zamanlarda kutlayabilmek dileğiyle.

Kadinlar-1934

Geçtiğimiz yıl kadınlarla ilgili arpa boyu yol alınmadığı gibi; hepimizin saçlarını diken diken eden mahkeme kararları, cinayetler, dayaklarla “Kadınkırım” tam gaz devam ediyor. Enerjim yok yeni cümleler kurmaya, geçen yıllarda yazıp paylaştığım bilgileri ve yazıyı aşağıya ekledim. Okuduğunuz zaman hak vereceksiniz, rakamsal verilerde azalma değil artış olduğu da hepimizin malumu. Daha çok çaba sarf etmeliyiz, bizi yönetenlerden beklentimiz sıfıra indi, erkeklerin bilinç düzeyini yükseltecek çalışmalara önayak olalım, kişisel çabalarımızı artırıp daha çok kız çocuğun eğitimine, kişsel gelişimine katkıda bulunacak kampanyalara destek verelim. Bunları yapalım ki, gelecek nesillere verecek hesabımız olsun.

Her yıl 8 martta akıllara düşer kadınlar. Kocaman kocaman laflar edilir, devleti yönetenlerden, sanatçısına, öğretmenine, sokaktaki insanına kadar herkes hamasi laflar eder, bir gün sonra ettiği lafları unutur gider. 2002 den bu yana sistemli bir şekilde ötekileştirilmeye çalışılan kadınların, hayatın içinde aktif rol almaları istenmemekte. Taciz ve tecavüz durumlarında suçlu sadece kadın olarak gösteriliyor, hem de devletin yüce mahkemeleri, ilahiyat mezunu din bilginleri tarafından bile. Dekolte giyindin, saçın açık, boyandın, gece sokağa çıktın, bara gittin, içki içtin, sevgilin var e o zaman suçlusun, sorguya gerek yok, doğrudan infaz. Hükümetin yüksek kademesindekiler, kadına ikinci sınıf vatandaş olması yönünde tebliğlerde bulunup duruyor. Çocuk doğur, evinde otur, kocanın sözünü dinle, haklarından feragat et…. liste uzuyor gidiyor. Her gün 5 kadının öldürüldüğü ülkemde “Kadınkırım” hızla devam ediyor. Yaşam hakkı hepimizin en önemli anayasal hakkı olmaktan çoktan çıkarılmış durumda. 2002 yılında cinayetlerle katledilen kadınların sayısı 66 iken, 2007 yılında bu sayının katlanarak arttığını ve 1077’ye yükseldiğini görüyoruz. 2009 yılının ilk yedi ayında ise 953 kadın katledilmiş. 2010 yılında ise, 337 kadın en acımasız işkencelerle, kafaları baltayla, testereyle kesilerek, diri diri toprağa gömülerek,yakılarak, kurşunlanarak çok basit nedenlerle erkekler tarafından katledilmiş. Devlet ise dayak yediği, işkence gördüğü, ölümle tehdit edildiği için polise defalarca şikayette bulunan kadınları korumayarak kadın cinayetlerini meşrulaştırıyor. Erkek egemen sistem, son yılların en baskıcı ve kahredici günlerini yaşatıyor biz kadınlara. Meclisin yüzde 92si erkek, 375 koltukta kadın oturmadıkça da bu sorunlar çözülmeyecek. Nefret cinayeti, namus cinayeti, töre cinayeti … seç beğen al her model var. Kadınların artık bu konuda daha duyarlı ve aktif olmaları gerek. Güneydoğu’da yapılan bir araştırmada, araştırmaya katılan kadınların yüzde 46 sı erken yaşta zorla evlendirilmiş daha da acısı yüzde 20 si 12 yaşında bu küçük kadınların. Ülkenin yönetim kademesindekilerin, çeşitli yayın organlarında kendi karılarını neredeyse çocuk yaşta aldıklarını gerine gerine anlatmaları ise durumu daha da vahimleştiriyor.
2010 yılında Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nce 24 bin 48 hane ziyareti ve 12 binden fazla kadınla yüz yüze görüşmelerle gerçekleştirilen bir araştırma sonucuna göre;
-Türkiye’de kadınların yüzde 41.9’u fiziksel ve cinsel şiddete uğruyor.
-Yüzde 49.9’la en fazla şiddete maruz kalan kadınlar ‘düşük gelir’ grubunda. Orta gelir durumunda bu oran yüzde 41.8, ‘yüksek gelir düzeyin’de de yüzde 28.7.
‘-Çalışan’ kadınların yüzde 44.1’i, çalışmayanların yüzde 41.1’i şiddet mağduru.
-Eğitimsiz kadınların yüzde 55.8’i, lise ve üzeri eğitim alan kadınların yüzde 27.2’si şiddet mağduru.
-En az bir kez gebe kalmış her 10 kadından biri gebeliği sırasında şiddet yaşıyor.
-Kadınların yüzde 57.6’sı, üç veya daha fazla kez yaralandığını söylüyor.
-Erkeklerin ‘işten çıkmaya neden olma veya çalışmaya engel olma’ oranı düşük gelir seviyesindeki kadınlarda yüzde 21.5 iken, yüksek gelir düzeyindeki kadınlarda neredeyse aynı: Yüzde 21.2.
-Yaşadığı şiddetini kimseye anlatmayan kadın oranı yüzde 48.5. Düşük gelir düzeyinde bu oran yüzde 54.1, yüksek gelir düzeyindeyse yüzde 37.5.
-Şiddet yaşamış kadınların yüzde 33.7’si ‘hayatına son vermeyi düşündüğünü’ söylüyor. Düşük ve yüksek gelir grubunda bu fikri aklından geçiren kadın oranı aynı, yani yüzde 34.6.
Şiddet görenlerin yüzde 12.4’ü intiharı denemiş. Düşük gelir düzeyinde bu oran 12.4 iken, yüksek gelir düzeyinde yüzde 11
Utanç verici rakamlar bunlar, yürek burkan rakamlar. Lafa gelince herkes coşuyor, ama eylem yok.
Bu yıl biraz çaba gösterelim, aktif olarak derneklerde görev alalım, yakın çevremizden başlayarak, “Kadına Şiddete Hayır” kampanyalarına destek verelim. Kız çocuklarının eğitimine gönül veren herkese yardım etmeye çalışalım. Cinsiyetinden dolayı doğduğu günden başlayarak horlanan, yaşam hakkı elinden alınan kadınlara yardım edenlere destek olalım.
Sadece bir gün değil, yaşadığımız her an kadın olma hakkının, ülkemizde yaşayan her kadına tanınması için elimizden ne geliyorsa yapalım.


Yedi Denize Yelken Açmak…

Yeni denizlere yelken açma fikrini seviyorum. Denizci bir babanın genleri mi, yoksa maceracı ruhum mu bunu isteyen karar veremiyorum. Babamla çıktığım deniz yolculuklarında, geminin burnunun köpüklerle suları yararak ilerlemesini izlemek hep hoşuma gitmiştir. Güzel havalarda gemiye eşlik eden yunuslar, her daim yanıbaşımızda uçan martılar, güneşin denize aksi içime huzur ve mutluluk veren görüntülerdir. O yıllarda internet denen muhteşem çözüme sahip olmadığımız için yeni yerler hakkında bilgi alacağım kaynaklar kitaplar ve dergilerdi sadece. Bulabildiğim bütün kaynaklardan yararlanıp gideceğim rotada nereleri gezmem gerektiğini not ederdim. Daha önce oralara gitmiş birilerini tanıyorsam, ilgilerini çeken ve önerecekleri yerleri sorup yazardım unutmamak için. Yedi denizi gezen babam, hiperaktifin biri olduğundan ilgisi çabuk dağılır, sorduklarıma yarım yamalak cevaplar verirdi, ya da belki araştırıp öğrenirsem daha kalıcı bilgim olacağını düşünürdü, kimbilir. Doğan Kardeş dergisi, Resimli Bilgi, henüz o yıllarda Turkiye’de basılmamış orijinal Brittanica ciltleri ve National Geographic dergileri özene bezene sakladığım kaynaklarımdı. İlgi alanımdaki ülkelerin fotoğraflarına uzun uzun bakar, hayallere dalardım.

Şimdilerde uzaklara gitmeyi daha da çok seviyorum. Sadece yeni yerler görmek değil isteğim, bu güzel ülkenin ve yaşadığım şehrin planlı şekilde çirkinleştirilmesine, tarihi eserlerin yok edilmesine tanık olmak canımı acıtıyor, karşı durmaya gücüm yetmediğinden kaçma isteğim artıyor.

Hem babamın işi dolayısıyla, hem de kendi işlerim nedeniyle Türkiye’de, Avrupa ve Amerika’da pekçok yeri gezme şansım oldu. Kıymetini bilmediğimiz, hor kullanıp zarar verdiğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Politik amaçlara ve ranta kurban edip yok ettiğimiz doğal güzelliklere, tarihi eserlere sahibiz. Uzun yıllar önce, Kavacık sırtlarındaki çirkinliği görüp gözyaşlarına boğulan Japon konuklarımın “siz ne vurdumduymaz bir milletsiniz, bu doğal ve tarihi zenginliğe sahip şehir bizim olsa, onu bir fanusa koyar asla zarar görmesine izin vermezdik” cümlesinin yarattığı utancı hiç unutmuyorum. O zamandan beridir ki İstanbul ile ilgili yıkıcı kararların protesto edileceği her eylemde gücüm yettiğince yer alırım. Çarpık kentleşme konusunda bilgilendirebileceğim herkese derdimi anlatmaya çalışırım. Başarım tartışılır, çoğu zaman ellerim böğrümde, gözlerimden yaşlar akarak izliyorum olan biteni, gücüm yetmiyor. En ağırıma giden de, bu güzel şehre 70 li, 80 li yıllarda doğmuş insanların,  İstanbul’un tarihi dokusunu görmezden gelip, şehrin siluetini değiştiren gökdelenlere methiyeler yazması. Kadıköy’den vapura binip Beşiktaş’a giderken objektifime takılanlar, Avrupa ülkelerinde asla rastlayamayacağınız bir görmemişlik ve rant hırsı sonucu çirkinleştirilen binlerce yıllık güzelliğin yok oluşu. 46 iktidarıyla başlayan yozlaşma, 90 lardan sonra iyice hızlandı. Sanki taşralılar bu güzel şehirden,  candan isteyerek intikam alıyorlar. Yaptıkları her eğreti bina, bu şehri biraz daha çirkinleştirmeye yarıyor. Yeniliğe, şehirlerin gelişmesine karşı değilim. Ama bu çalışmalar, tarihi bir şehrin en değerli varlığı olan silüetini değiştirerek olmamalı. Pek güzel manzarası var diyerek 50 lerin başında Hilton’a imar izni verilerek başlayan çirkinleştirme hamlesi, ilerleyen yıllarda hızlanarak 80 lerde Dolmabahçe Sarayı sırtına dikilen Sivasotel (evet bu isim ona daha çok uyuyor) ve İstanbul’un kalbine çirkin bir hançer gibi saplanan Süzer Plaza ile devam etti. Tabii Taksim meydanı ve civarında altmışların sonları, yetmişlerin başlarında yapılan o zamanki adlarıyla Intercontinetal, Sheraton Otelleri, 80 lerden sonra yükselen Harbiye Orduevi kulesi de unutulmamalı. Yine 60 larda Tarabya’nın en güzel noktasına kondurulan eski Tarabya Oteli (şimdilerde daha da rezil bir görüntüyle İkitelli’de camlı plaza şekline girdi ne yazık ki), Yeşilköy sahilindeki Çınar Oteli de yanlış yerlerde dikilen binalar. Yıldız sırtlarına Özal zamanı yapışan Conrad Oteli, ve çirkinliğinden dem vurduğumuz Karayolları binasına inat , son alametler de dikildi Boğaz sırtına. Hayalet bina Tatlıcı kuleleri, Tabanlıoğlu projesi olan Zorlu kuleleri, Çiftçi kuleleri. Bunlara bir de Arap zevki çirkinlik abidesi Sapphire’ı ekleyince görüntü daha da çirkinleşiyor. Asya yakasındakileri ise saymaya gücüm yetmedi.

Şehri yüksek binalarla yenilemek isterseniz, silueti bozmayacak yeni ve uzak alanlar seçersiniz. Beylikdüzü, Kurtköy vs. yerlerde yükselen binalara sözüm yok, çünkü tarihi eserlerin sırtına saplanan hançerlere benzemiyorlar. Amaca uygun şekilde “yeniliği” temsil edebiliyorlar. Paris bu konuda en sevdiğim örnektir. Tarihi şehir özenle korunur, duvara el ilanı bile asamazsınız. Nerede kaldı ki tarihi surlara eğlence yeri yapmak. Hiç mi akıllarına gelmemiştir Trocadéro ve Eiffel manzaralı rezidanslar yapmak. Ya da Roma’da Colosseum manzaralı bir alışveriş merkezi inşa etmek isteyen hiç mi olmamıştır. Avrupa’nın pek çok şehrinde fazla çaba harcamadan tarihi filmler çekebilirsiniz. Çünkü doku aynen korunmuştur. İstanbul’da ise dönem filmi çekmek artık pek mümkün değil . Geçtiğimiz yıllarda Adalar’da çekilen birinci dünya savaşı dönemi dizisinde arka planda asfalt yollar görmek beni epey rahatsız etti.  Dostlarla sohbet ederken Ihlamur Kasrı’ndan kayıklara binilerek gezmeye çıkıldığını anlatan arkadaşımızı dinlerken, şimdilerde orada dikilen kuleler geliverdi gözümün önüne ve uzaklara yelken açmak fikri artık hiç aklımdan çıkmıyor.

Yazıda kullandığım görsel birkaç yıl önce Istanbul ile ilgili bir forumda paylaşılmıştı, ne yazık ki kime ait olduğunu bulamadım. Google görsel taramasından da bir ipucu çıkmadı. Tanıyan bilen varsa yazsın lütfen, emek sahibini isim olarak belirtmek isterim. 2011 yılında yazdığım bir yazının yeniden elden geçirilmiş halidir.


Sayfalar:1...78910111213...61