:::: MENU ::::
Browsing posts in: Sağlık

Günlük Tuz Tüketiminde Avrupa Birincisiyiz

Başlığı bir başarı gibi algılayanlar varsa çok yanılıyorlar. Kişi başı 18 gramlık günlük tuz tüketimi, ülkemizdeki yüksek tansiyon hastalıklarının ve buna bağlı olarak da kronik böbrek hastalıklarının artmasında büyük rol oynuyor. 18-21 mayıs tarihleri arasında dünyanın en önemli bilim insanlarını İstanbul’da ağırlayan ERA-EDTA 50. yıl kongresi; bu konuda son yıllarda kaydedilen ilerlemelerin görüşe sunulacağı toplantılara ev sahipliği yapıyor.
Kongre acilisSevgili Zeyno Tüzkan’ın davetiyle katıldığım bilgilendirme toplantısında, açılış konuşmasını yapan ERA-EDTA başkanı Belçika’lı Prof. Raymond Vanholder; kronik böbrek hastalıklarının her ülkede çok yüksek rakamlara ulaştığını belirtti. Bu hastalıkların tedavisinin ülke bütçelerine önemli yükler getirdiğini ve önleyici tıbbın da burada devreye girdiğini sözlerine ekleyen Vanholder, bilgilendirmenin öneminin de altını çizdi. Daha sonra söz alan kongre başkanı Prof. Gültekin Süleymanlar; erken tanısı zor olan KBH nın ülkemizde her altı kişiden birinde görüldüğünü belirtti. Giderek artan sıklığı, yol açtığı yüksek sakatlık ve ölüm oranları, yaşam kalitesini ciddi şekilde etkilemesi, farkındalığının düşük olması ve tedavisi için gereken böbrek işlevini yerine koyma tedavilerinin yüksek maliyetleri nedeniyle toplumsal yükü büyük olan bir hastalık olduğunu da sözlerine ekledi. Geçtiğimiz 10 yılda diyaliz ve transplantasyonun kümülatif global maliyetinin 1 trilyon doları geçtiği hesaplanmış. Ülkemizde diyabet sıklığı son 10 yılda iki kat artmış ve gelecekte diyabetik böbrek hastalığı sıklığı ve ilişkili sorunlarda daha da artacağı öngörülüyor. KBH nın diyabetten başka önemli bir nedeni de hipertansiyon olduğunu belirten Süleymanlar; dünyadaki sıklığı değişmekle birlikte ülkemizde yetişkin nüfusun yaklaşık 1/3 ünde hipertansiyon bulunduğunu, hipertansiyonun böbrek hastalığının nedeni olduğu kadar böbrek hastalığının ilerlemesinde de rol oynayan en önemli faktör olduğunu da sözlerine ekledi. tuz tuketimiProf. Cengiz Utaş ise böbrek dostu beslenme konusunda ipuçları verdi konuşmasında. Yemeğin tadına bile bakmadan tuz ekme alışkanlığımızdan vazgeçerek bile fayda sağlayabileciğinizi biliyor muydunuz? Beyaz peynir, zeytin, salça, turşu, beyaz ekmeğin ve lokantalarda pişirilen yemeklerin baş suçlular olarak sahneye çıkarıldığı konuşmalarda; sanayileşmiş gıdaların kullandığı MSG den (monosodyum glutamat) ve mısır şuruplu, suni tatlandırıcılı gıdalardan hiç söz edilmemesi beni oldukça rahatsız etti. Kolalı içecekler, çipsler, şekerli gıdalarla giderek obezleşen toplumlarda; kronik böbrek hastalıklarının sadece fazla tuz tüketiminden olduğundan söz etmek, bazı bilgileri görmezden gelmek gibi geliyor bana. ERA_EDTA Bilim Komitesi Başkanı ve Avrupa Pediyatrik Nefroloji Topluluğu (ESPN) Başkanı Prof. Rosanna Coppo; ERA-EDTA bilimsel programının Pediyatrik Nefrolojiye odaklandığını, kongre boyunca sempozyum, mini-dersler, ücretsiz bilgilendirmeler ve uzmanlık dersleri düzenleneceğini belirtti. Program dahilinde üriner sistem bozukluklarının önlenmesi ve erken teşhisten, böbrek fonksiyonlarının kaybı ve diyalize doğru ilerlemeyi önlemek için en iyi terapötik araçların kullanımıyla ciddi vakaların teşhisi ve yönetimine kadar Pediyatrik Nefrolojinin çeşitli alanlarında katılımcıların bilgilendirileceğini de sözlerine ekledi. VURProf. Oğuz Söylemezoğlu da çocuklarda tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonlarının uzun dönemde büyüme geriliği, hipertansiyon, renal skarlaşma ve böbrek yetmezliği gibi komplikasyonlara neden olacağından söz etti. Ev dışında idrar yapamamanın ciddi bir sorun olduğunu ve böbreklerde hasara yol açtığını da belirten Söylemezoğlu; Türkiye’deki nefrologların Avrupa’daki meslektaşlarından çok ileri düzeyde olduklarını da sözlerine ekledi.


İstenmeyen Dövmenizden Lazerle Kurtulun

Kasım ayının ilk günlerinde sevgili Zeyno Tüzkan’ın davetiyle ilginç bir bilgilendirme toplantısına katıldım. Gençlerin çok özendikleri ama genellikle ailelerinin red cevabıyla karşılaştıkları dövme yaptırmak artık korkulu rüya olmaktan çıkıyor. Yapılan dövmeyi beğenmediğinizde, sıkıldığınızda, adını yazdırdığınız sevgiliden ayrıldığınızda, kamu şirketlerinde çalışacak olursanız dövmenizi kolayca sildirebilirsiniz.
Dermatolog Uzman Dr. Ata Nejat Ertek bizlere dövmenin tarihinin yaklaşık beşbin yıl olduğunu ve dövmeden kurtulmak için çaba harcamanın da neredeyse o kadar eski olduğundan söz etti. Dövme silmek için yapılan ilk denemeler kesme ve zımparalama yöntemleriymiş. 1990ların sonunda Q Switch lazerler geliştirilmiş ve bu yeni nesil lazer sistemleri, dövme silme için kullanılan son teknolojiymiş. Sadece siyah dövmelerin değil, renkli dövmelerin çıkarılmasına da imkan vermekte ve sağlıklı deriye zarar vermeden dövme silme işlemi gerçekleştirilmekteymiş. Makineden çıkan lazer ışını ile dövme mürekkebi parçacıklara ayrılıyor ve bu parçalar, vücudun doğal mekanizması ile birkaç hafta içinde atılıyormuş. Çok önemli bir noktayı da özellikle yazmalıyım, hamileler ve diaybet hastalarına dövme silme işlemi uygulanamazmış.  

Daha sonra söz alan; Dövme Sanatçıları Destekleme Derneği temsilcisi Ateş Tor da bizlere doğru ve yanlış uygulanmış dövmeler hakkında bilgiler verdi. 23 yıldır binlerce dövmeye imza atmış olan Tor konuşmasının bitiminde bir dövme uygulaması yaptı.   

Sonra Dermatolog Uzman Dr. Ata Nejat Ertek’den en son teknoloji Qswitch ND YAG lazer sistemi ile uygulamalı olarak dövme silme işlemini izledik. Bu sistem, dıştaki dokuya zarar vermeden boyayı görerek dövmeyi siliyormuş. Seans aralıklarının 4-6 hafta olması en sağlıklı seçimmiş. Siyah, tek renk dövmelerin çıkarılması, sarı kırmızı, yeşil dövmelerden daha kolaymış. Dövmenin silinmesini etkileyen en önemli faktör; dövmenin derinliğiymiş ve dövme boyası ne kadar derindeyse silme işlemi de o kadar zor oluyormuş. Koyu renk dövmeler için simle işleminde 4-6 seans yeterli olurken, açık renk dövmeler için bu sayı 12’yi bulabiliyormuş. Koyu renk dövmeler en hızlı şekilde cevap verirken; bunu mavi, yeşil, kırmızı, turuncu ve pembe gibi sıcak renkler takip ediyormuş. Kişinin kendi ten rengine yakın olan renkleri ve açık tonları silmek daha zormuş. Bu renklerin işlemden sonra koyulaşma riski varmış. Bu nedenle, dövme sildirme işlemine başlamadan önce mutlaka konsültasyon gerekiyormuş. Dövme silme işleminin mutlaka bir uzman tarafından yapılması gerektiği de önemli bir detay. Silme işleminin ücreti yaptırdığınız dövme maliyetinin yaklaşık 4 katıymış, dövme yaptırmadan önce bunu da aklınızdan çıkarmayın 🙂


Yardımseverlik Çaba İster

Bir zamanlar katıldıkları ortamlarda kulaktan kulağa yardımseverlik oynamayı sevenler, şimdilerde “klavye yardımseveri” olmuşlar. Buldukları ve duydukları her bilgiyi; bir iki dakikalarını ayırıp doğruluğunu, kaynağını, varlığını, daha da önemlisi güncelliğini araştırmadan heyecanla paylaşanlar canımı sıkıyor artık.
Aylar ya da yıllar önce kaybedilmiş hastalara kan arayanlar mı istersiniz, bölüm başkanına sinirlenen çalışanın yazdığı “duyma engellilere ücretsiz tedavi yapılır” başlıklı sahte umut mesajını paylaşanlar mı istersiniz, 99 depremi sonrasında başlayan ve hala ortada dolaşan Amerika’dan gemi dolusu geldiği söylenen tekerlekli sandalye mesajını gönderenler mi istersiniz.
Zor değil doğrulama yapmak, paylaşma düğmesine basmadan önce size ulaşan metni iki kez okuyun lütfen. Sonra var ise, telefon numarasını arayıp ihtiyacın devam edip etmediğini sorun. Elinizdeki bilgide telefon numarası veya danışılacak bir mercii yok ise; önce size yollayanı arayıp doğrulatmaya çalışın, olmadı mı o zaman bir zahmet Google arama çubuğuna mesajdan bir cümleyi kopyala yapıştır yapıp aratın, bakalım güncel mi, inandırıcı görünüyor mu bulduklarınız.
Lütfen elinizi yüreğinize koyun ve düşünün azıcık, “gönder” ya da “paylaş” tuşuna bastığınızda kendinizi çok mu yardımsever hissediyorsunuz, sanırım öyle hissediyorsunuz ki yapmaya devam ediyorsunuz. Yapmayın lütfen, klavye yardımseveri olmayın. Kendinizi daha iyi hissetmek için yapacağınız başka işler bulun. Engelleri yüzünden bu ülkede hayatları cehenneme dönen insanlara, hastasını toprağa vermişlere darbe üstüne darbe vurmayın artık.
İyilik yapmanın çok çeşitli yolları var, ama her biri çaba gerektiriyor. Tuşlara basarak iyilik timsali olmaya devam edecekseniz, bir zahmet Change.org yazısına tıklayın ve orada yer alan kampanyalara destek verin de tıklamanız işe yarasın.

Bütün bunları yazmama sebep Facebook’da gördüğüm, yukarıda görsel olarak koyduğum ve “binlerce” evet doğru gördünüz binlerce kişinin; incelemeden ve kaynak vermeden paylaşıp durduğu “Görme Engelliler İçin Navigasyon Cihazı” mesajıydı. Bu da başka bir yazımın konusu olacak, şimdilik araştırmaya devam ediyorum.


3-9 Kasım Organ Bağışı ve Nakli Haftası

3-9 Kasım tarihleri arasında Organ Bağışı/Nakli Haftası olarak geçiyor takvimlerde. Ülkemizde bu konuda yapılan çalışmalar; çoğu zaman insanlarımızın bilgi eksikliği, inanç sistemi gibi duvarlara çarpıp çaresiz kalıyor. Tabii hastalar da şifa bulabilecek yerde, ölüp gidiyorlar sevdiklerinin gözü önünde tükenerek. Unutmamalıyız, hepimiz bir gün organ nakline ihtiyaç duyabiliriz.

On sekiz yaşını doldurmuş ve doğru ile yanlışı ayırabilme yeteneğine sahip herkes, başta kalp olmak üzere, akciğer, böbrek, karaciğer ve pankreas gibi organlar; kalp kapağı, göz kornea tabakası, kas ve kemik iliği gibi dokuları bağışlayabilmektedir. Bir kişi organlarını bağışlayarak bir çok insana yaşama şansı verebilir. Ülkemizde çok sayıda devlet ve üniversite hastanesinde organ bağışı işlemleri yapılmaktadır.

Ülkemizde kadavradan nakillere göre canlıdan canlıya gerçekleştirilen nakil operasyonları daha sık yapılmakta. Avrupa’da organ nakillerinin yüzde 80’i kadavra, yüzde 20’si canlıdan canlıya yapılmakta. Türkiye’de ise nakillerin yüzde 75‘i canlı, yüzde 25’si kadavradan yapılmaktadır. Organ bağışının az olması bunun en önemli nedenidir. Kadavradan nakillerin artması için hastaların beyin ölümünün gerçekleştiği merkezlere ve organ nakli koordinatörlerine büyük sorumluluklar düşmekte. Bireylerin ve hasta yakınlarının bilgilendirilmesi, yanlış bilinenlerin değiştirilmesi konularında çok yol almamız gerekiyor.

Türk Nefroloji Derneği verilerine göre ülkemizde diyaliz uygulanan veya böbrek nakli yapılmış yaklaşık 60.000 hasta bulunmakta. Bu sayının, gelişmiş birçok ülkenin neredeyse 2 katı olan yıllık % 10 artış oranı ile 2015 yılında 100.000’i aşacağı ve halen 1.5 milyar dolar olan tedavi maliyetinin iki katına çıkacağı tahmin edilmekte. Sağlık Bakanlığı verilerine göre ülkemizde diyaliz uygulanan veya böbrek nakli yapılmış 65.000’e yakın hasta bulunmakta ve toplam sağlık bütçesinin % 5.2’si bu hastaların tedavisi için harcanmakta. Bu sayının yakın gelecekte 100.000’e ulaşacağı ve tedavi maliyetinin 3 milyar doları aşacağı tahmin edilmekte.

Böbrek nakli, hastalara daha uzun ve kaliteli yaşam olanağı sunmasının yanı sıra, tedavi maliyetinin de önemli ölçüde azalmasını sağlamakta. 65.000’e yakın son dönem böbrek yetmezlikli hastanın ancak % 12.5’i böbrek nakilli, % 87.5’lik büyük hasta grubu diyaliz ile yaşamını sürdürmek zorunda. Üzücü kısmı, ülkemizde böbrek nakillerinin büyük kısmı canlı vericiden yapılmakta, kadavradan böbrek nakli sayısı yeterli değil.

Ulusal Organ Bekleme Listesine kayıtlı 19.000’e yakın hastanın böbrek beklemesine karşın, son yılda ancak 521 hasta bu şansa erişebilmiş (tüm böbrek nakillerinin % 18.5’i). Çaba harcanması ve dikkat çekilmesi gereken bir alan. Yapılacak çok iş ve alınması gereken çok mesafe var. En önemlisi de organ bağışı konusunda farkındalığın artırılması ve bağışçı sayısının artırılmasıdır. 2011 yılında toplam 1319 beyin ölümü bildirimi yapılmış olmasına karşın, sadece 343 kadavra vericisinin ailesinden organların kullanımı için izin alınabilmiş (% 26). Nüfusu 75 milyona ulaşan bir ülkede yıllık beyin ölümü bildirimi sayısı ve bağış oranı Batı ülkelerinin çok gerisinde. Toplumun bilinçlendirilmesinin ve sağlık personelinin bu konuda özel olarak eğitilmesinin önemi büyük.

Organ Bağışı ve Nakli Hakkında Bilmek İstedikleriniz
Türkiye’de Organ Bağışı


Dr.Ender Saraç ile SMA Devam Sütü Sohbeti

Perşembe günü 11 Digital‘in davetiyle, Dr. Ender Saraç‘ın konuşmacı olacağı ve yine onun sahibi olduğu Hay Sağlık Merkezi bahçesinde, sıcak bir ortamda düzenlenen SMA Devam Sütü konulu sohbete katıldım. Anneler ve anne olacaklar için önemli bilgilerin paylaşıldığı keyifli bir toplantıydı. Dr. Ender Saraç insana huzur veren bir konuşmacı, konusuna haklim bir bilim insanı olması nedeniyle de anlattıklarını can kulağıyla dinledim. Anne sütü mucizesini her dinleyişimde ne muhteşem bir makine olarak yaratıldığımıza bir kez daha hayran oluyorum. Anne sütü, bebeğin sağlık durumuna göre antikor üretebilen ve içeriğini değiştirebilen bir mucize. Bebeğinizin ateşi varsa, ishal olmuşsa anne sütünün içeriği hemen değişip ona şifa verir duruma geçiyor.
Bütün beslenme uzmanları; son araştırmaları da baz alarak, ilk altı ayda eğer annenin sütü varsa, bebeğin mutlaka anne sütü ile beslenmesini öneriyorlar. Bu artık tartışılmaz bir bilgi. Tabii aksi durumların da alternatifi olabilmeli. Sanayileşme devrinde; kadının da çalışma hayatına girmesi, stres katsayısının artışı, hormonlu gıdalar, katkı maddeli beslenme sistemi derken eski zamanların sağlıklı anne sütleri de azalıverdi.  İşte “devam sütü” olarak SMA (Simulated Milk Adaptation) da tam burada devreye giriyor ve bebeğine yetecek kadar sütü olmayan annelerin imdadına yetişiyor.
Dr. Ender Saraç’ın konuşması sırasında en çok dikkatimi çeken şey de obezitenin en önemli sebebinin, annenin hamilelik sırasındaki beslenme sistemi olduğunu söylemesiydi. Son bulgularla iyice kesinleşen bu bilgi, sağlıklı nesiller yetiştirmek adına gerçekten altın değerinde. Bebek maması seçiminde de içeriğine şeker ve tatlandırıcı katılmamış olmasına dikkat edilmesi gerektiğini belirten Saraç; 0-2 yaş arasında bebeğin yağ hücre sayısının belirlendiğini ve hazırlanacak mamanın kesinlikle beslenme alışkanlıklarını belirleyeceğini söyledi. Çocuklarına unlu, şekerli gıdalar, kızarmış patates, ketçap-mayonez yediren, kola ve şeker katılmış meyve suları içiren anneleri en hafifinden hainlikle suçlayan Dr. Ender Saraç’a katılmamak mümkün değil. Bebeğinizin 0-3 yaş arasında; kilo eğrisinin değil, boy eğrisinin yüksek olması sağlıklı olanı. Bu dönem süresince şeker, beyaz un ve tuzdan uzak durulması çok önemli. Çocukların ileri yaşlarda obezite illetyle savaşmaması için beslenme düzenlerini denetlemek ve sağlılklı gıdalar tüketmelerini sağlamak gerek. SMA (Simulated Milk Adaptation) devam sütü; içinde şeker ve tatlandırıcı olmayan ve whey proteini ağırlıklı formülüyle 0-3 yaş arası bebeklerin besin ihtiyaçlarını karşılamak için uluslararası kurumlar tarafından da öneriliyor. Anne sütüyle beraber alınan bebek sütünün nişasta içermesi, bebeğin anne sütünü tatsız bulması ve emmek istememesine neden olmaktaymış. SMA devam sütünde nişasta bulunmaması ve ideal büyüme için gerekli amino asitleri de içermesi önemli noktalar.

Dr. Ender Saraç’ın özellikle üstünde durduğu bir konu da verilen devam sütü ve ek besinlerin kesinlikle şeker katkılı olmaması gerektiğiydi. Eğer bu tip bir mamayla beslenirse, çocukların damak tadının olumsuz etkileneceğini ve asla sebze balık vs tüketmek istemeyeceklerini de ekledi sözlerine.

Bu keyifli bahçe sohbetinde uzun süredir görmediğim dostlarla karşılaşmak ve hasret gidermek de pek hoştu. Detox Bahar Salatası, Isırganlı Fritata, Falafel Topları, Somon Köftesi, Sağlıklı Lahmacun, Matza, Sağlıklı Çikolata Topları, Sağlıklı Cheese Cake, SMA Devam Sütü ile yapılmış Çilekli Muhallebi ve Zencefilli Limonatadan oluşan menü konuklar arasında çok beğenildi. Benim favorilerim Isırganlı Fritata ve falafellerdi, ilk fırsatta tariflerini bulmayı planlıyorum.
Teşekkürler Dr. Ender Saraç, SMA , Pfizer ve tabii 11 Digital‘in güleryüzlü ekibi.


Sonsuz Şimdide Olmak

“Serpe Diem Empes” Sonsuz Şimdide Olmak… Bu cümleyi ilk duyduğumda bir anlam verememiştim. Ne demek olduğunu kavrayabilmem, bir sürü yorucu ve üzücü deneyimden sonra gerçekleşti.
Sürekli hayatından yakınanları gördükçe “Sonsuz Şimdide Olmak” halinin ne kadar huzur verici olduğunu anlatmak istiyorum. Değişimle itişmek yerine kabullenmek, başa çıkamayacağını ve değiştiremeyeceğini bildiği zorluklarla didişmek yerine; derin bir nefes alıp “an” da kalmaya çalışmak daha huzurlu ve daha yaratıcı olmayı sağlıyor.
İnsan beyni inanılmaz detaylarla işlenmiş müthiş bir araç. Zihnimiz bize rahat vermemek için, ara vermeden çalışıyor.
İç sesinizi duymamayı denediniz mi? Hiperaktiviteyle baş etmeye çalışan ben ve benim gibiler için ne zor bir çalışma bilemezsiniz. Meditasyon çok sayıda kişi için huzur demektir. Benim gibi zihnini bastırmakta zorlanan biri için ise kafesinde koşturan hamster izlemek gibi. Nefesinize odaklanmak çoğu zaman işe yarıyor, deneyin. Olmadıysa da zorlamayın, o anda sizi ne mutlu edecek ise ona odaklanın. Birinin doğrusu, herkes için doğru olmayabiir.
Kendinizi sevmeye çalışmakla başlayın işe. Aynadaki sizden hemen hoşlanmayabilirsiniz, hatta ona çok kızabilirsiniz de. Sorun yok, adım adım ilerlemenin kimseye zararı olmaz. Beni tanıyanlar bilir, son yıllarda aldığım kilolar nedeniyle fotograf karelerinde yer almaktan hoşlanmıyordum. Sabahları aynaya bakmak bile istemediğim günler oldu. Sorunu çözüyor mu böyle davranmak, kesinlikle hayır. Bu noktada, iş hayatında yaptığımız gibi liste yaptım kendime; hoşlandığım ve hoşlanmadığım yanlarım, beğendiğim ve kızdığım huylarımı sıraladım. Sonra yavaş yavaş olumsuz olanların üzerlerinde çalışmaya başladım. Mucize olmuyor tabii, çaba harcamak gerekiyor, hem de çoook çaba harcamak. Aynada gördüğünüz kişiye gülümsemeye başladığınızda, işlerin kolaylaştığını görüyorsunuz.
Geçmiş yaşanmış bitmiş, geleceği bilemiyoruz ama şimdi sadece bizlere ait. Sonsuz şimdide olmaya çalışmak bazılarınıza saçmalamak gibi gelebilir, deneyin lütfen, ne kadar değiştiğinizi anladığınızda eski sizden eser kalmadığını da göreceksiniz.
2012 değişimlerin yılı, yeniliklere uyumlanmanın yılı, daha iyi insanlar olabilmeye çalışmanın yılı, yaşadığımız evreni yok etmek yerine iyileştirmeye gayret etmenn yılı. Mutsuzlukları görev edinmeyin, yaşadıklarınız için şükredin ve derin derin nefes alın ve “an” da kalın.
Serpe Diem Empes, Sonsuz Şimdide Olun…


Organ Bağışlayın, Hayat Kurtarın

14 Mart, sağlık sektöründe görev alanlar için önemli bir gün. Tıp Bayramı adı altında uzun yıllardır kutlanıyor. Sağlık sektöründe yaşanan yoğun sorunlar nedeniyle, bu yıl sağlık çalışanlarının Tıp Bayramını kutlamayacakları Tüm Sağlık-Sen Genel Başkanı Okay Erözgün tarafından dile getirildi.

Sektörde yaşanan sorunların kısa sürede çözülmesini dilerken; önemle hatırlanması ve farkındalık sağlanması gereken bir konuyu paylaşmak istiyorum sizlerle.

Geçtiğimiz günlerde aldığım bir bilgilendirme mesajı ve yollarda gödüğüm afişlerle yeniden hatırladım organ bağışı konusunu.

Ülkemizde bu konuda yapılan çalışmalar çoğu zaman insanlarımızın bilgi eksikliği, inanç sistemi gibi duvarlara çarpıp çaresiz kalıyor. Tabii hastalar da şifa bulabilecek yerde, ölüp gidiyorlar sevdiklerinin gözü önünde tükenerek.

Türk Nefroloji Derneği verilerine göre ülkemizde diyaliz uygulanan veya böbrek nakli yapılmış yaklaşık 60.000 hasta bulunmakta. Bu sayının, gelişmiş birçok ülkenin neredeyse 2 katı olan yıllık % 10 artış oranı ile 2015 yılında 100.000’i aşacağı ve halen 1.5 milyar dolar olan tedavi maliyetinin iki katına çıkacağı tahmin edilmekte. Sağlık Bakanlığı verilerine göre ülkemizde diyaliz uygulanan veya böbrek nakli yapılmış 65.000’e yakın hasta bulunmakta ve toplam sağlık bütçesinin % 5.2’si bu hastaların tedavisi için harcanmakta. Bu sayının yakın gelecekte 100.000’e ulaşacağı ve tedavi maliyetinin 3 milyar doları aşacağı tahmin edilmekte.

Böbrek nakli, hastalara daha uzun ve kaliteli yaşam olanağı sunmasının yanı sıra, tedavi maliyetinin de önemli ölçüde azalmasını sağlamakta. 65.000’e yakın son dönem böbrek yetmezlikli hastanın ancak % 12.5’i böbrek nakilli, % 87.5’lik büyük hasta grubu diyaliz ile yaşamını sürdürmek zorunda. Üzücü kısmı, ülkemizde böbrek nakillerinin büyük kısmı canlı vericiden yapılmakta, kadavradan böbrek nakli sayısı yeterli değil.

Ulusal Organ Bekleme Listesine kayıtlı 19.000’e yakın hastanın böbrek beklemesine karşın, son yılda ancak 521 hasta bu şansa erişebilmiş (tüm böbrek nakillerinin % 18.5’i). Çaba harcanması ve dikkat çekilmesi gereken bir alan. Yapılacak çok iş ve alınması gereken çok mesafe var. En önemlisi de organ bağışı konusunda farkındalığın artırılması ve bağışçı sayısının artırılmasıdır. 2011 yılında toplam 1319 beyin ölümü bildirimi yapılmış olmasına karşın, sadece 343 kadavra vericisinin ailesinden organların kullanımı için izin alınabilmiş (% 26). Nüfusu 75 milyona ulaşan bir ülkede yıllık beyin ölümü bildirimi sayısı ve bağış oranı Batı ülkelerinin çok gerisinde. Toplumun bilinçlendirilmesinin ve sağlık personelinin bu konuda özel olarak eğitilmesinin önemi büyük.

Sevgili Burcu Tüzün‘ün yazılarında sıklıkla yer alan organ bağışı konusunda etkin bir kaynak olan linki sizlerle paylaşmak istiyorum. Organ Bağışı ve Nakli konularında bilmek istediğiniz şeylere BURAYA tıklayarak erişebilirsiniz.

Unutmayın, sağlığımız en önemli zenginliğimiz; organ bağışı konusunda duyarlı olup, yakın çevremizi de bilgilendirelim, farkındalık yaratılmasına destek olalım.


11 Mart 2011, Saat 14.46 Yer Japonya

2011 yılında hepimizi derinden etkileyen bir doğa olayı yaşandı Japonya’da. O güne dek ölçülenlerin en büyüğü olduğu söylenen 9.0 şiddetinde bir depremle sarsıldı Japonlar.

Ardından da dev dalgaların altında kalıverdiler, depremin yarattığı tsunmaiyle. Yerel yetkililerin belirttiğine göre 16.464 kayıp ve 11.620 ölü vardı.

Bunlar yetmezmiş gibi 12 martta Fukushima Nükleer Santralinde patlama ve yangın başlamıştı.

Aradan geçen zamanda Japonlar bu yaraların izlerini hızla sardılar ve sarmaya da devam ediyorlar.

Gözünü hırs bürümüş politikacılar ve işadamları da, bütün bu olanları göz ardı edip demirperde ülkesi artığı teknolojileri ülkemize kakmaya çabalıyorlar.
Hatırlayalım ve hatırlatalım.


Bir Doktor Kanser Olursa

Aşağıda okuyacağınız yazıyı, değerli dost Tolga Turgay‘ın bir paylaşımıyla gördüm. Okudukça, yıllar içinde yaşadığım bazı olayları ve bu menhus hastalıktan kaybettiğimiz genç arkadaşımız sevgili Davut Topcan‘ı hatırladım, kah ağladım kah kızdım.
Dr. Aydemir Yalman 2 Mart 2012 de vefat etmiş. Nurlar içinde yatsın ve yakınlarına da sabırlar versin yaradan. Lütfen vakit ayırıp yazdıklarını okuyun ve yakınlarınızla paylaşın. Ölümünden sonra bile başkalarına ışık olacak bu değerli doktorun anısını yaşatıp, yazdığı satırları ölümsüzleştirelim.

Endoskopik olarak yapılan dördüncü nazal polipektomi ameliyatımdan sonra KBB doktorum arayarak patolojiden bildirilen sonucun iyi olmadığını, konunun önemli olduğunu ve daha iyi bir patoloji laboratuvarında! tekrar değerlendirilmesi gerektiğini söyledi. Ben olayın şokunu atlatamadan, kliniğimizin uzmanları hemen parçaları çok iyi bilinen bir patoloji laboratuvarına götürmüşlerdi bile. Olası iyi bir sonuç beklentisi ile geçen üç günün sonunda e-posta ile gelen patoloji raporu gerçeği yüzüme çarptı: Sol nazal kavitede invaziv skuamöz hücreli karsinom; orta derecede diferansiye.
Önce klinikten uzaklaşıp bir kafeye gittim tek başıma. Ne yapacağımı düşünmeye çalıştım uzun bir süre. Beynimin içinde uğuldayan “bu andan sonrası yok” düşüncesi sağlıklı karar vermemi engelliyor ve gözümün önüne sürekli olarak bugüne kadar yaşadığım hayat geliyordu. Kırk yıllık hekimdim. Anatomi, patolojik anatomi okumuştum ve oradan edindiğim bilgiler sonumun pek hayırlı olmayacağını söylüyordu.
Soru: Bir doktor olarak ben bu kadar yıkıldıysam, normal bir vatandaş böyle bir tanı ile yüzyüze geldiğinde neler yaşar acaba?
Doktorluk refleksi ile hemen ağ ortamına girip bu konudaki bilgileri araştırmaya başladım. Tüylerim diken diken olarak okuduğum pek çok yazıdan özetlediğim bilgiler şöyle : “Sinonazal tümörler tüm habis tümörlerin % 1’den azını oluştururlarmış. Bu habis tümörlerin % 70-80’i skuamöz hücreli karsinom olup kaynaklandığı yer de, sıklık sırasiyle maksiller sinüs (% 50-70), nazal kavite (% 15-30) ve etmoid sinüsler (% 10-20) imiş. Skuamöz hücreli karsinomların tedavisinde cerrahi spektrum basit endoskopik eksizyondan orbital ekzantarasyon, radikal maksillektomi ve kraniyofasiyal rezeksiyona kadar uzanıyor. Cerrahinin tipi tümörün yayılımına ve tutulan yapılara göre belirleniyor. Tedavide, radyoterapi cerrahiden önce de sonra da uygulanabiliyor. Sıralamada bazı değişiklikler olsa da radyoterapi + cerrahiyi içeren kombine tedavi en iyi sağkalımı sağlıyor. Skuamöz hücreli karsinomlarda kemoterapinin yerinin tartışmalı olduğu söyleniyor. Cerrahi, radyoterapi ve kemoterapi kullanımına rağmen sonuçlar, özellikle de ilerlemiş lezyonlarda yüz güldürücü sonuç vermiyormuş. Bir yazara göre, 1980’den 2003
yılına kadar yirmiden fazla hastayı kapsayan serilere bakıldığında, radyoterapi için 5 yıllık sağkalım % 0-39 (ortalama % 23), cerrahi + radyoterapi için sağkalım % 35-64 (ortalama % 44) olarak bulunmuş. Ancak, geç tanı hastalarda tedavilerin başarı oranını düşürmektedir.”
Ben bu ruhsal fırtınaları yaşarken klinik arkadaşlarım İstanbul’un büyük üniversite hastanelerinden birindeki KBB onkolojisi ile uğraşan bir doktordan randevu almışlar bile. MRG tetkiki yaptırıp doktora gittim. Doktorum filmlere baktı, kısaca endoskop ile muayene etti, ameliyat olmam gerektiğini ve ertesi günü beni tümör konseyine çıkaracağını söyledi. Ertesi günü konseyin yapıldığı yere gittiğimde bir kez daha yıkıldım. Kapıda sıra bekleyenler ya trakeostomili ya ağzı-burnu ameliyatlı ya da felçli ve bedbin yüzlü insanlardı. İçeri çağrıldığımda orada bulunan hiç bir doktor bırakın geçmiş olsun demeyi, yüzüme dahi bakmadı. Doktorum filmleri negatoskopa yerleştirdi, herkes büyük bir dikkatle onları izledi ve ameliyatın ne derece radikal yapılacağı konusunda karar verdiler. En son olarak da radyasyon onkoloğu olduğunu sandığım hoca, o bölgeye radyasyon verebileceğini, ama gözün zarar görme şansının yüksek olduğunu söyledi. Hakkımda bu kararlar alınıp, elime anestezi muayene kağıdı tutuşturulana kadar donmuş bir şekilde olanları izliyordum. Son bir gayretle kuruyan boğazımdan hırıltı şeklinde çıkan sesle doktoruma bu radikal girişimin 5 yıllık sağkalıma ne kadar etkisi olabileceğini sordum. Filmlerimi elime sıkıştırıp, diğer hastayı çağırırken yaklaşık % 40-45 dedi.
Soru: Bırakın kanser olmasını, her hangi bir hastaya yukarıda belirttiğim şekilde davranıldığında o kişinin neler hissettiğini düşünen kaç doktor vardır?
Patoloji raporumu aldıktan sonraki dört gün içinde yaşadıklarımı kısaca özetlemeye çalıştım. Zaten başıma gelenlerin şokunu yaşarken, bir de hastalanan doktor olarak ne kadar değersiz olduğumu düşünüyordum. Oysa onkoloji ile uğraşan doktorların ve sağlık çalışanlarının söyledikleri ilk söz, bu hastalıkta moral motivasyonun çok önemli olduğu değil midir?
Ertesi gün, büyük özel bir sağlık kuruluşunda KBB onkolojisi ile uğraşan bir diğer doktora muayeneye gittim. KBB doktoru ve radyasyon onkoloğu yapabileceklerini ve olası sonuçlarını etraflıca anlattılar. Bana seçenekler sundular, hangi tedavinin ne gibi etkileri olabileceğini, başarının olabileceğini de olamayabileceğini de açık açık izah
ettiler. Sonuçta, 33 seans radyoterapi ve adjuvan tedavi olarak da 6 seans kemoterapi uygulanmasına birlikte karar verdik. Altını çizerek söylüyorum; ne şekilde tedavi alacağım kararına ben de katıldım. Yani, kaderim yine benim ellerimde idi ve kendim için verilen karar benim de katıldığım bir karardı. Onkoloji ile uğraşan doktorların ve sağlık çalışanlarının söyledikleri ilk söz, bu hastalıkta moral motivasyonun çok önemli olduğu sözü gerçekleşmişti nihayet.
Soru: Sağlık sektöründe kurumlar arasındaki farkın siyahla beyaz arasındaki kadar keskin olduğunu herkes biliyor, ama doktorlar arasındaki farkın da bu kadar keskin olduğunu kaç kişi biliyor?
Uzun, upuzun bir tedavi süreci. Radyoterapi, masum gibi görünse de, insanı oldukça yoran, bazı duyularını ortadan kaldıran oldukça zor bir tedavi. Haftada bir kez verilen o hafif denen kemoterapi insanı üç gün elden ayaktan düşürüyor. İştah bozuluyor, sürekli bir bulantı, ağızda tat yokluğu vs. Bunların yanında, kan değerlerinin düşmemesi için iyi beslenmek de gerekiyor. Tam bir paradoks. Tüm bunlara dayanabilmeyi sağlayan bir tek güç var: Umut! Bu yan etkiler geçecek, tümör de gidecek, iyi olacağım… Bu arada tribündekilerin tezahüratlarını unutmamak gerekir. Arayan tüm yakınlarım, dostlarım güçlü olduğumu, iyi bir insan olduğumu ve Allah’ın izniyle bu illeti yeneceğimi söylüyorlardı sürekli olarak. Doğaldır ki bu insanlar başka ne diyebilirler?
Soru: Hastaya, hele de bir kanser hastasına, üstüne üstlük doktor olan bir kanser hastasına nasıl geçmiş olsun diyebileceğinizi hiç düşündünüz mü?
Yüreklendirmeye çalışan tezahüratlar, tedaviler, umut ve moral motivasyonu artırmak için gösterilen çabalar… Somatik olarak savaş veren, yıpranan vücut ile uğraşılıyor hep kanser tedavilerinde. İnsan yapısının sadece somatik bir yapı olmadığını, bir beyni, çeşitli duyuları, kısacası bir ruhu olduğu hep gözardı ediliyor. Yaşanan savaş çok ilginç; tedavi-bedensel yıkıntı, iyileşme umudu-başarısızlık korkusu, motivasyon arzusu-güçsüz, saçsız adama acıyarak bakan gözler, yürürken dengesizlik, ellerde uyuşukluk, ağızda mukozit, ishal veya kabızlık, vs., vs.
Soru: Tüm bu somatik yaşanmışlıkların duyuları nasıl etkilediğini, beyni ne kadar zorladığını, o kişiyi ruhen ne derece yaraladığını, kanser hastalarına mutlaka psikoterapi uygulanması gerektiğini, hatta daha ileri süreçlerde psikiyatrik yardım da verilmesinin uygun olacağını düşünen kaç onkolog vardır acaba?
İlk tedavim biraz iyileşme sağlasa da tam başarılı olmadı. Ardından beş seans “CyberKnife” denen daha güçlü ve daha lokalize etki edebilen bir tedavi aldım. Kısaca CyberKnife, tüm vücutta milimetreden daha hassas doğrulukla kanser tedavisi yapmak için tasarlanmış dünyadaki ilk ve tek robotik radyocerrahi sistemi olarak biliniyor. Bu sistem sayesinde radyasyon demetleri odaksal olarak kullanılarak, beyin ve vücuttaki kanserli bölgeler yüksek dozlarla tedavi edilebiliyor.
Sonuç yine beklenenden uzaktı. Bir yıl geçmişti ve ben yine aynı yerde, aynı endişelerle ve daha da yıpranmış bir vücut ve ruhla kemoterapi tedavisi alacağımı öğrendim. Kızdığımı belli etmiyordum ama, artık tezahüratlar da inandırıcılığını kaybetmiş, hatta bazen de sinirlendirmeye başlamıştı. Umutlar tükeniyor, beklentiler sonuçlanmıyordu bir türlü ve hala hiç kimse duygularımın, ruhumun ne halde olduğunu sormuyordu.
Yirmibir gün arayla 6 seans üçlü (cisplatin+taksotel+5FLU) kemoterapiye başladık. Bu kemoterapi denen bence sözde tedavi, insanı insanlığından çıkarıyor. Dostlarınız yalnızca yataklar ve yastıklar oluyor, onlardan uzaklaşamıyorsunuz, hep yatmak hep uyumak istiyorsunuz. Bu savaşta da yukarıda saydıklarımı misli ile yaşadım. İlave olarak beşinci seanstan sonra DVT (derin ven trombozu) oldum, altıncı seanstan sonra da pulmoner emboli geçirip dört gün yoğun bakımda yattım. Bu arada, hala hiç kimse duygularımın, ruhumun ne halde olduğunu sormuyor. O PET (pozitron emisyon tomografi) denen sevimsiz tetkik yine yapıldı ve sonuç hala başlangıç noktasındaki durumum. Tümör konseyi yine toplandı, artık tıbben yapacak bir şey olmadığı, radikal bir cerrahi ile belki sağkalımda % 5’lik bir artış olabileceği, buna karşılık yaşam kalitemin çok düşeceği söylendi. Seçim bana aitti, ailem bile kararı bana bıraktı. Ben de kararımı verdim; gittiği yere kadar savaşacaktım.
İşte burada şans yüzüme güldü Prof. Dr. bir sınıf arkadaşım yaşadıklarımın travması ve bundan sonra yaşayacaklarım için psikolojik destek isteyip istemediğimi sordu. Hemen kabul ettim ve üç aydır haftada bir gün ilgi alanı kanser hastalarına psikoterapi olan psikoloğumdan destek alıyorum. Ne kadar rahat ve güçlü olduğumu anlatamam, Cumartesi gününün gelmesini dört gözle bekliyorum hafta boyunca. Her şeyimi anlatabiliyorum, bazen ailemi de seanslara dahil ediyor…
Halen zorluklarla boğuşuyorum, korkularım oluyor, ağrılarım oluyor, umutlanıyorum ardından yıkılıyorum, sosyal hayattan uzaklaştım. Son üç aydır psikoloğuma yaslanarak yaşadığım bu zorlu süreç bana çok önemli şeyler öğretti. Özetleyecek olursam;
1. Bir hekimin önce bir hasta olarak bir doktora başvurmasını, sonra da hasta yakını olarak hastanede bulunmasının önemini bir kez daha anladım. Böylece yapılan davranış hatalarını yaşayarak gözlemleyebilir.
2. Bir hekimin hastasına, hele de kanser hastasına daha duyarlı yaklaşması gerektiğine inandım.
3. Her hastanın bir birey, bir insan olduğunun asla unutulmaması, en azından kendisiyle konuşurken yüzüne bakılması ve yazılı onam için yapılan bilgilendirmelerin gerçek anlamına uygun yapılması gerektiğine inandım. Çünkü, doktor olmama rağmen kemoterapinin yapacakları açık açık anlatılmadığı için ilk tedaviden sonra panik atak geçirdim.
4. Başta kanser hastaları olmak üzere, eğer mümkünse tüm hastalara psikolojik destek sağlanmasının çok önemli olduğunu anladım. Basit bir örnek verecek olursam; yazmaya başladığımda yaşadığım olayları tekrar hatırlamak beni çok rahatsız etti. Ama psikoloğum bunu yapabileceğimi defalarca söyleyerek beni yüreklendirdi ve sizlerle hastalık sürecimi paylaşabildim.

Dr.Aydemir YALMAN


Meme Kanseri Hakkında Son Gelişmeler

Dün sabah sevgili Zeyno Tüzkan’ın davetiyle katıldığım bir bilgilendirme toplantısından söz etmek istiyorum sizlere.   

Point Otel’in Barbaros Bulvarı’nda açtığı yeni otelin en üst katında bir salonda yapılacak olan toplantının ilk konuğu azman bir martı olunca hepimiz fotograf makinalarımıza davranıverdik.

Bu irilikte bir yırtıcı ile açık denizde karşılaşan canlının vay haline.

Toplantının açılış konuşmasını Mentor ekibinden Ceren Çerezi yaptı ve konuşmasını sunmak üzere, Dr. Canan Gürsel‘i davet etti. Amerikan Hastanesi cerrahlarından olan Dr. Canan Gürsel’in paylaştığı bilgilerden bazılarını maddelemeye çalıştım.
-Kadınlarda en sık görülen kaser tipi meme kanseridir.
-Kanser nedeni ile ölümlerde; meme kanseri ikinci sıradadır.
-Dünya üzerinde her 11 dakikada bir kadın meme kanseri nedeni ile can vermekte ve her 3 dakikada bir kadın bu hastalığa yakalanmakta.
-Gelişmiş ülkelerde sıklığı artarak görünmekte.
-Meme Kanserine yakalanma yaşı günümüzde 30 lara kadar düşmüş.
-Bu hastalıkta en büyük risk “Kadın” olmak.
-Genetik risk faktörü taşımayan kadınlar da meme kanserine yakalanabiliyor.
-Alkol kullanımı, yüksek kalorili beslenme, yağ içeriği fazla gıda tüketimi, menopoz sonrası aşırı kilo alma riski artıran nedenler olarak sıralandı.
-Meme büyüklüğü risk faktörü değil. Küçük göğüslü kadınların yanlış inançlarla taramalarını ihmal etmemeleri söylendi.
Meme Kanseri ile ilgili konu başlıkları olan bu bilgilendirmelerden sonra; Dr. Canan Gürsel bizlere Profilaktik Mastektomi konusunda bilgiler verdi.   
-Meme dokusunun hastalık oluşmadan koruma amaçlı alınma operasyonu
-Genellikle meme cildi ve başı korunarak yapılan bir cerrahi müdahele.
-Meme dokusu korunarak, hastanın kendi dokuları veya implantlar korunarak plastik cerrahi ile yeni meme yapılabiliyor.
-Genetik testi pozitif kadınlara uygulanabiliyor.
-Tek memede kanser olan kadınların karşı memesine yapılıyor.
-Psikolojik yardım almalarına rağmen meme kanseri korkusuyla başedemeyen hastalar uygulanıyor.
-Takip imkanı olmayan hastalara uygulanıyor.
Dr. Canan Gürsel; koruyucu mastektomi kararı verilirken, hastanın ayrıntılı olarak bilgilendirilmesi gerektiğini de sözlerine ekledi.
Daha sonra söz alan Dr. Reha Yavuzer; bizlere, Meme Rekonstrüksyonu hakkında bilgiler verdi. Slaytları izleyip, Reha Hocanın anlattıklarını dinlerken; bu ameliyatları yapan doktorlara ve uzmanlara sahip olduğumuz için bir yandan sevinip, bir yandan da ekonomik açıdan bu ameliyatların kısa sürede sağlık sisteminin de karşılayabileceği meblağlara ulaşmasını diledim.
Dr. Reha Yavuzer’in sunumundan başlıkları da şöyle sıralayayım;
-Meme Kanseri nedeniyle meme dokusunun cerrahi olarak alınması giderek artan sayıda gerçekleştirilen bir operasyon.
-Mastektomi nedeniyle meme dokusu alınan bir kadının meme dokusunun yeniden yapılandırılması işlemine meme rekonstruksiyonu deniyor.
-Meme dokusu gibi kadınlar için gerek fiziksel açıdan gerekse psikolojik açıdan bu kadar önemli bir organın kaybında plastik cerrahinin sunabilecekleri çok fazla.
-Meme onarımı, zamanlama açısından iki dönemde yapılabilir. Bunlardan biri eş zamanlı ya da anında onarımdır. Bu durumda, meme kanseri tanısı konulmuş hastalarda, meme kanseri ameliyatının gerçekleştirildiği seansta, mastektomi işlemi yapıldıktan sonra yeniden meme yapılması söz konusu.
-Sağlık konusunda toplum olarak çok özensiziz.
-Erkekler otomobillerine gösterdikleri hassasiyeti bedenlerine göstermiyorlar.
-Sağlık kararları, doktorların elini kolunu bağlıyor.
-Sağlık sigortaları kar telaşıyla kaliteli malzeme kullanımını engelliyorlar.
-Kamuoyu bu konularda daha çok şeyi sorgulamalı.
Reha Hoca’nın slaytlarını izlerken; bedenimizin ne müthiş bir makine olduğunu bir kez daha hayranlıkla gördüm. Kendi kendini onarabilen bir makineyiz bizler. Bilim adamları bunu ancak keşfedebildiler. Sırt kasınızı ters çevirip, göğüs dokusuna dönüşmesini sağlayan doktorların sayısının hızla artmasını dilemek, hastalığın yok olmasını dilemekten daha gerçekçi olabilir mi, ne dersiniz?


Sayfalar:1234567