Küçük yaşlarda annemin söylediklerine itiraz ettiğim zamanlarda “anne olunca anlarsın ve hak verirsin” derdi. Hayattaki duruşumu, kişiliğimi, kariyerimi ve daha bir çok konudaki yeteneğimi borçlu olduğum, ilk öğretmenim canım annem, yıllar sonra anne olunca ne demek istediğini anlayabildim. Sağduyunuz size bir çok konuda yardımcı oluyor ama, anne olunca sanki başka bir sürü güç de yanı başınızda beliriveriyor hayatı omuzlayabilmeniz için. Ne yazık ki; annem, bu müthiş kadın, alzheimer denen illetin pençesinde, bir hayal aleminde yaşıyor uzun süredir. Aidse bile deva bulan tıp ilmi, bu amansız derde çare bulmaktan uzak. Sadece yavaşlatıp, etkilerini azaltmaya çalışıyorlar. İnsanların yaşlandıkça kendi kendinin karikatürü olması hep içimi acıtmıştır. Bu hastalığa yakalanların ise kendileriyle olan ilişkilerinin yavaş yavaş yok olması içimi acıtıyor. Tam da birlikte en keyifli zamanları geçirecekken, sadece temel ihtiyaçlarını karşıladığım bir hastaya dönüşmesi çok üzücü. Tabii hayata huzurla devam edebilmek için kendimce yollar bulmaya çalışıyorum. Ama her an bana hastalığı hatırlatacak yeni bir davranış biçimi veya cevapla geliyor annem. Olgunlaşma mezunu olduğu için yıllarca özel dikim giysilerle göz kamaştırmamı sağlayan, ama şimdilerde bu el becerisini de yitiren annemin, tek tük eğlenceleri bilmeceler (onları da artık eskisi kadar çözemiyor, görüp üzülmesin diye o yatınca yarım yamalak yapılmış eskileri yok edip yenilerini koyuyorum) televizyondaki müzik kanalları, birlikte vakit geçirdiğimiz iskambil oyunları. Hastalanmadan önce de gezip dolaşmaktan hoşlanan biri değildi, araç tutması nedeniyle pek uzun mesafelere gitmezdi. Ama son zamanlarda ben veya kızkardeşim olmadan hiç bir yere gitmek istemiyor. Geçtiği yerleri eskiden çok iyi bilmesine rağmen yüzünde genellikle sanki oradan ilk kez geçiyormuş gibi bir ifade oluyor. Annelerinizin kıymetini bilin. Hayatın hayhuyu içinde onlarla geçirebileceğiniz keyifli zamanları hoyratça harcayıvermiş olmak sonradan üzebilir sizleri. Annem ve hepinizin annelerine sağlık ve bereket diliyorum. Canım annem, “Anneler Günü” kutlu olsun.
Hakan’ım Türkkuşu’m doğum günün kutlu olsun
Hakan Türkkuşu ile 15 yıla yakın süredir tanışıyorum. Uzun süre birlikte çalıştık. PR, etkili basın bülteni yazımı, toplantı salonu düzenlemesi, saha çalışması, datadeğerlendirme, açık alan organizasyon yönetimi gib konularda bıkmadan sorularımı cevaplayan, bana yol gösteren, kısa sürede deneyimli elemanlarla aşık atacak düzeye gelmeme yardımcı olan değerli birdosttur o. Hatta teknolojiye olan hakimiyetimi kazanmamı sağlayan da onun zorlamalarıdır. “Bu bilgisayar yine saçmaladı yaaa” diye serzenişlerime “ablacığım o senin kölen, sen ne emir verirsen onu yapar, verdiğin emirleri gözden geçir” diyerek sakinleşmemi sağlar, sonra da hatamı gösterip bir daha yapmamam için nelere dikkat etmem gerektiğini anlatırdı. Camel Trophy Man olarak da adlanırırız kendisini. Odasına girdiğinizde duvarında bildiğiniz tüm aktivitelerin yer aldığı tebrik mektupları, sertifikalar ve adrenalin sporlarına ait objeler karşılar sizi. Gözlerinin içi gülen, öfkelendiğinde ya da sevindiğinde aşırıya kaçmayan, şaka kaldıran, çalışkan, bilgi bağımlısı, titiz, matematiğe tapan, analiz yeteneği zirve yapmış bir adamdır. Uzun yıllar basın sektöründe muhabirlik ve editörlük yapmış, sonra aktif hayatı daha çok sevdiği için alan değiştirmiştir. İşten kalan vakitlerinde yazılım geliştiren, çeviriler yapan dostuma, sualtı, hava sporları, rafting gibi uç noktalar günlük sahil yürüyüşü gibi gelir.
1999 da Woodstock’ta lojistik konusunda Nirvana’ya ermiş, o deneyimle 2003’te bizleri Rock&Coke ile eğlendiren efsane ekipte yer almıştır. 2004’de Türkiye’nin ev sahipliğini yaptığı Eurovision’da organizasyon altyapı ve koordinasyonunda rol alan Hakan dostum, her yıl artan değişik çalışmalara imza atmakta.
6000 kişilk bir aile pikniğinde kuklacıya göz kulak olurken de görebilirsiniz, raft yaparken de, uçarken de. Yardımsever, böreksever, bilgisever ve tabii malt viski sever dostuma, sağlıklı ve huzurlu bir ömür,
akıllı müşterilerle, eğlenerek yapacağı işler diliyorum.
Seçimler bitti, ama her şey şimdi başlıyor.
Gökyüzü gri ve sıkıntılı tıpkı benim gibi. Dün akşamdan beri ruhum paramparça, içim daralıyor. Kendimi hasta gibi hissediyorum. Bildiğim bütün kişisel iyileştirme yöntemlerini denedim, hiç biri beni sakinleştirmeye yetmedi. “Sevin” dedi bir arkadaşım, “bak Kadıköy, Beşiktaş, İzmir kaybedilmedi” daha kötü hissettim kendimi. Atatürk’ün Kurtuluş savaşı’nı başlatmak için gittiği Samsun AKP’nin, başkentim Ankara AKP’nin, canım İstanbul’um AKP’nin, Mevlana’nın memleketi yine AKP’nin. Nasıl sevineyim. Onun alamadığı yerlerde MHP almış oyları, daha da vahimi DTP almış. Devletin bölünmez bütünlüğü umurunda olmayan, iliğini kemiğini sömürdüğü insanlara iş ve aş verebileceğini söylemek yerine “bağımsızlık” naraları atanların zaferiyle sonuçlanmış seçim. Bir çok beldede kafa kafaya tokuşarak selamlaşanlar halay çekip eğleniyor destekledikleri parti seçildiği için. Ben endişeleniyorum. MHP’nin bu kadar güçlenmesi hayra yorulacak bir durum değil. AKP güç kaybetti deniyor; sevinmeyin boş yere, oylarını MHP’ye emanet verdiler. Devlet Bahçeli’ye uzun ömür versin Allah, şimdilik onun liderliğinde ağır başlı davranılmaya çalışılıyor. Hem benim anılarım çok taze; bu MHP değil miydi RTE’nin güvenoyu almasını sağlayan. Yine aynı MHP değil miydi bir çok alınmaması gereken kararda el kaldırıp yolu açan. Nesine sevineyim, daha çok içim karardı. Dün geceden beri anlamsız yorumlar, alıkça konuşmalar dinleyip daha da gerilmemi engelleyen ntvmsnbc. com‘a teşekkür ederim. Seçim 2009 çok başarılı bir çalışmaydı, hazırlayanların ve kabul edip devreye sokanların hepsine teşekkürler. Gazete başlıkları, köşe yazarları, çok bilenler, bok yiyenler, yüzlerce gereksiz insan yerine sayısal bilgilerin aktığı bir ekrana bakmak biraz da olsa ruh sağlığımı korumamı sağlıyor. “Marshall Yardımı” ile ülke yönetiminde Amerika’yı söz sahibi yapan Menderes iktidarı ile başlayan yozlaşma sayesinde geldik bu günlere. Yolsuzluk, çalma, kaçakçılık, vurgunculuk, köşe dönücülük yükselen değerler olduysa hep onlar yüzünden. Köy Enstitüleri’nin kapatılması, Halk Eğitim Merkezleri’nin yok edilmesi ile hızlandırılan eğitimsizlik ve kültürel yozlaşmaya, planlı ekonomik güçlükler, krizler eklenerek Ulus Devlet olma azminden sadaka bekleyen ümmet olmaya dönüşüldü yıllar içerisinde. Başta Demirel olmak üzere bütün demokratlar bu işe hizmet etti. Gelen yakın çevresini zenginleştirip, halkı daha yoksullaştırdı. Halka hizmet “komünist” işi olarak adlandırılarak önü kesildi. Bana inanmayan genç arkadaşlar bir zahmet Beyazıt Kütüphanesi’ne giderek 1950-1995 arası bütün gazete arşivlerini inceleyebilirler. Böylece değişimi kendi gözleriyle görebilirler. Tabii görmek isterlerse, ne yazık ki çoğu at gözlüğü takmış, “apolitik” olmayı fasulye gibi nimetten sayan bir sürü iyi eğitimli genç, umursamaz bir tavırla günlerini geçirip duruyor. Aksine inanmam mümkün değil. Eğer öyle olsaydı bu sabah oy oranları bu durumda olmaz İ.Melih gibi biri hala başkentimde sırıtarak dolaşamazdı. Dileyen dilediğini düşünür saygım var. Saygı duymadığım ise; atasını, dedesini, vatanının ne zorluklarla kurtarıldığını unutup, huzur içinde parçalanmamızı izleyenler. Yıllar önce yaşlı ve nur yüzlü bir amca ateşli ateşli tartışan gençlere bakıp “düzen değişir ama, düzülen değişmeyecek ve o hep siz olacaksınız, bu kafada oldukça” demişti, seçim sonuçlarına bakınca hak verdim ona. Seçimler bitti, ama aslında her şey şimdi başlıyor. Genel seçimlerde daha güçlü olabilmek istiyorsak, daha bilinçli ve daha çok çalışarak hazırlanmalıyız. Şimdi bizlere düşen; daha uyanık, daha çok araştıran, gündemi takip eden, yolsuzluğa geçit vermeyen, yoksullukla mücadeleye destek veren bireyler olmak. Kendi adıma; neler yapacağımı araştırmaya başlıyorum. Üzerime ölü toprağı serpilmesine izin vermek istemiyorum. Bu vatan; bana şehit dedelerimin armağanı, Cumhuriyet’i Ata’m bana emanet etti. Bir kaç baldırı çıplağın yok etmeye çalışmasına da izin vermeye niyetim yok.
Defne’m artık genç bir kız olacak…
Sanki dün gibi herşey. 2005 yılının onca hay huyunda, içimi açan beni mutlu eden bir haberdi Defne’min doğumu. Annesi İrem’le BEÇGroup’ta çalıştığım yıllarda tanışmıştık. Kısa sürede iyi dost olduk. İşten ayrıldıktan sonra da görüşmeye devam ettik. Defne doğduğunda torunum olmuş gibi gelmişti bana. İlk zamanlar oldukça zor bir bebekti, sonra yavaş yavaş büyüyüp bir şirinlik muskasına dönüştü. Bebekliğinden itibaren gördüğü yüzlerden biri olma avantajımı; Defne’m ayaklanıp, dillendiği yıllarda birlikte eğlendiği oyun arkadaşı olmaya kullanmıştım. Annesi ile babası azıcık nefes alsın diye Defne’ye arkadaşlık ediyordum. Her çocuk gibi o da anneciğine çok düşkündü. Hatta 6-14 ay arası “İremin Kenesi” lakabını hak edecek kadar yapışıktı anacığına. Birlikte pek eğleniyorduk. Küçük çocukların attığı kahkahaların verdiği keyfi verebilecek çok az şey var yeryüzünde. Hatta arada annesinin yerine okula onu almaya gittiğimde “Mügem gelmiiiiş” diye koşarak gelmiyor mu, içimin yağları eriyor. Defnem artık kocaman bir genç olacak yakında. Robert Kolej’in yuvası onu çok geliştirdi. Zaten çok zeki ve algıları açık bir çocuk olduğu için kolayca yabancı dili de kavradı. Nisan başında okul arkadaşlarıyla yapılacak doğum günü var. Annesine Barbie’li pasta siparişi vermiş bücürüm. Çukulata Büyücüsü‘de bir tanecik kızı için bütün hünerini gösterecektir eminim. İyi ki doğdun Defne’m, sağlıklı, mutlu ve keyifli bir ömrün olsun.
Nono’cuğum seni ve seninle vakit geçirmeyi çok özledim
Nedret Hazar Esen, benim büyük teyzemdi. 2007 nin 16 şubatında aramızdan ayrıldı. Alzheimer hastasıydı, ihtimam ile bakıldığı için doktorların öngördüğünden daha çok yaşamıştı. Son dakikalarında yanındaydım. Küçük teyzem ve kızkardeşime bu akşamı atlatır dendiği için evlerine dönmüşlerdi. Ancak akşam saatinde gidebildiğim için, kalbi durduğunda yaşam destek ünitesine bağlanmayacağını da doktorlara ben söylemek zorunda kaldım. Kimsenin yaşamasını istemeyeceğim bir deneyim bu, düşmanlarımın bile. Sevdiğiniz, bir zamanlar birlikte gülüp eğlendiğiniz biri hemen yanıbaşınızda sonsuzluğa doğru yola çıkıyor. Beterin beteri sözüne çok inanırım, o nedenle yine de şanslıydık diyorum hep, acı çekmedi hiç. Hatta kendisine ne olduğunu bile anlamadı. Son aylarda hep uyuyordu zaten. O yatakta yatan beden, bir zamanlar benimle Taksim Parkı’nda saklambaç oynayan, bale resitallerimde ön sıradan bana moral veren, haftasonları 3 film birden seansları düzenlediğimiz neşe dolu kadın değildi ki. Kimdi inanın bilemiyorum. Sadece bir beden olarak kalmıştı. Sadece küçük teyzemi tanıyor, bizlere kibarca gülümsüyordu. Öyle acı ki bunlara tanık olmak. Tabii daha da acısı, anneciğimin de aynı hastalıkla tedaviye alınması. Şimdilerde anlık durumları unutması dışında bir sorun yok. Hastalığın seyrini bilmek hem işinizi kolaylaştıran hem de daha çabuk moralsiz kalmanıza neden olan bir durum.Nono’cuğumun değişimini ilk ben fark etmiştim. Nedeni ise eşimin eniştesine konan “Alzheimer” teşhisi idi. Onunla hastalığın bütün evrelerini tanıyınca, bir başkasında belirtileri anlamak daha da kolay oldu. Ama ne anneme ne de küçük teyzeme durumu anlatamadım, hatta bilim kadını olan kız kardeşim bile kabullenemedi durumu. Kabul ettiklerinde ise, hastalığı yavaşlatmak için bile geç kalınmıştı. Uzunca bir süre ufak tefek vukuatlarla idare ettik. Eniştemin ölümünden sonra durumu daha da ağırlaştı. Apartman komşularını rahatsız etmeye başlayınca, yanında biri olmadan yaşamaması gerektiğine ikna edebildim annemleri. Ama işin zoru da bundan sonra başladı. Bulunan her kıza ve kadına “bu çirkin, istemem evimde” diyordu. Nasıl bir menhus hastalık ki kişiliğini tamamen değiştiriyordu insanın. Nono’m kimseleri kıramaz, sesini yükseltmez, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle gezen biriydi. Değil insanları eleştirmek, suratını bile asmazdı. Bir sürü badireden sonra bir gün bakıcı kadını evden atıp, neden yaptığını bilmediğimiz bir şekilde ocağın üstünde gazeteleri yakmaya kalkması son oldu. Alzheimer Derneği’nin Dragos’taki özel bakımevine yatırıldı. Göğe uzanan onlarca çam ağacının, çiçeklerin, bahçede gezen kaz ve ördeklerin olduğu bir tesisti. Etiler-Dragos arası bir hayli mesafe olduğu ve yoğun tempolu çalıştığım için ancak haftasonu ve tatillerde görebiliyordum Nono’mu. Bakımevinin her köşesinde kameralar olması içimizi rahatlatıyordu. Hem ben, hem de iki kardeşim monitörlerimizi 24 saat nöbetleşe kullanmaya başlamıştık. Oraya her gidişimde bir başka hastanın hikayesini öğrenmeye çalışıyordum. 2006 yılında “Babalar Günü” toplantısında beni çok üzen biriyle karşılaştım orada. Moran yıllarında “Rasin Baba” diye hitap ettiğim, sayesinde birçok kişiyle tanışıp, sektöre ait püf noktalarını öğrendiğim Rasin Yenen’de hastaydı ve bakımı imkansızlaşınca oraya yatırılmıştı. Yanına gidip boynuna sarıldım. Ama o; telaşla bana “biraz sonra beni gelip alacaklar” deyip duruyordu. Teyzemle nişanlı olduğunu zanneden Ali Bey’in hikayesi de bir başka içler acısı durumdu. Ankara’da üst düzey bürokrat olan Ali Bey, bakımevinde sabahları erkenden kalkıp, özel olarak kolalanan gömleklerini ve takım elbisesini giyiyor ve “vazifeye” gitmeye hazırlanıyordu. Lütfen; özellikle aile bireylerinizden aktif görevle çalışan erkeklere mutlaka bir hobi kazandırın. Bütün bu insanların neredeyse hepsinin ortak noktası boşlukta kalmaları. Bu benim fikrim, tıbbi bir dayanağı yok, ama benim 3 hastam, Rasin Baba, Ali Bey hepsinde hikaye aynı şekilde seyretmiş. Artık kendilerine kimsenin ihtiyacının kalmadığını ve bir işe yaramadıklarını sanmışlar. Annemle mümkün olduğunca vakit geçirmeye çalışıyorum. Arada iskambil oynuyoruz, birlikte film izliyoruz. Yıllardır bulmaca çözer annem, geçen ay farkettim ki artık çözemiyor. Bulmacaların çoğu başlanmış ve öylece kalmış. Ama o yapamadığının bile farkında değil. Arada haydi bilmeceni beraber yapalım da sonra kağıt oynarız” diyorum ve durumu kontrol ediyorum. Ertaç Enişte ile başlayan Alzheimer bilgilenme sürecim hala devam ediyor, sağolsun dostlar rastladıkları makaleleri ve haberleri paylaşıyorlar. Yurt içinde ve dışında bir sürü siteyi taramaya çalışıyorum. Kaybolduğunda, hastanızın kolay bulunması için geliştirilen chip dışında bir yenilik yok. Daha bu hastalığı neyin tetiklediğinden bile tam emin değiller. Makus talih diye kabullenmek yerine, savaşmayı tercih ediyorum ve her gün yeni birşeyler öğrenmeye çalışıyorum. Biliyorum ki bu hastalık tembellik eden beyinleri daha çok seviyor. Sağlıklı ve esen kalın…
Kendi köşemin Kadı’sıyım, ortamların hastasıyım…
Uzunca bir süredir blogkürede süren bir tartışma var. Blog yazarları tutkularının esiri olup, firmalara yalakalık yapmaya başlamışlar. Ellerimizi yüreğimize koyalım ve düşünelim. Ne yapmış bu insanlar; birkaç markadan gelen ürünleri, armağanları kabul edip, bu markalar ile ilgili yazı yazmışlar. Tez boyunları vurula hepsinin. Üstadlar sakin olun ne oluyor, neyi paylaşıyoruz, kimin Varyemez Amca’sı öldü de biz miras savaşı yapıyoruz. Herkes “etik bekçisi” kesilivermiş, yazılıyor da yazılıyor. Geri gidip kendi yazdıklarıma baktım, haddimi aşan ya da söylendiği üzere yalakalık eden neler yazmışım diye. Herhalde “kuzguna yavrusu anka” oluverdi ki hata bulamadım. Birlikte suçlandığım Üstad’ların yazılarını taradım bütün bir öğleden sonra, yine ters birşey göremedim. Aklı başında insanların, en çok birlik ve beraberlik duyguları aşılaması gereken günlerde, kendi içimizde anlamsız iktidar gerginlikleri, alınganlıklar yaşanıyor. İnanın hala çözemedim; markaların, blog yazarlarını bir lansmana veya toplantıya davet etmesi ne zaman bu kadar probleme dönüştü. Gerekçeler daha da içimi acıtıyor, okur sayıları, Alexa raporları, ölçümler havalarda uçuşuyor. Bu konuda ilk yazılardan birini yazan değerli Üstad “Güneşin Tam İçinde” yüce gönüllülüğünü göstererek dedi ki “gelin bir liste oluşturalım, sevilen okunan blogların listesini yapalım, böylece markaların da işi kolaylaşır, seçenekleri artar”. Amanın, o da ne; sanırsınız ki Amerika Rusya’ya bomba attı. Ortalık toz duman; vay efendim onun daha çok okuru varmış diğeri zaten yeni başlamış, GTİ Üstad ve bir kaç kişi anlatmaya çalıştık bu bizlere ait bir liste paylaşarak çoğaltacağız, “aklınıza geleni ekleyin” dedik, yine de yaranamadık. Geldiğimiz noktada hala bıkmadan usanmadan yazılıyor çiziliyor, markalar ve şirketler bloglara dediğini yaptırır mı, denge bozulur mu. Utandım, inanın utandım bunları okurken, koskoca insanlarız bu kadar mı güveninizi saygınızı kaybedecek durumdayız. Saatlerce üzülüp durdum, sonra aklıma sevimsiz köşe kadısı Özkök’ün yazısı geldi “köşeler babamızın malı mı” başlıklı yazı. İçimdeki cadı uyandı birden, evet dedim kendi kendime; burası benim tapulu malım, dilediğimi yazarım, ister vezir ederim, ister rezil. 33 yıldır bütünleşik pazarlama iletişiminin içindeyim. Masanın birçok tarafında görev aldım. Birçoğunuz dünyada yokken, ben aktif olarak iş hayatının içindeydim. Üstelik de basının en baba adamlarıyla aynı masalarda oturup, onlardan feyz alma onuruna da sahip olmuştum. 1995 yılından bu yana da halkla ilişkiler sektöründe çalıştım. Marka adına ilk 10 sırada sayacağınız her markaya hizmet verdim. Gazetecilerin de iyisi, kötüsü, arsızı, hırsızı, yalakası vardır kabul ederim. Ama hepsini bir kalemde aşağılamayı ve karalamayı gerektirmez herhalde. Kısaca, ben bu köşenin Kadı’sıyım, ortamların da hastasıyım, varsa şikayeti olan bana ambargo koysun, hatta daha da iyisi en yüksek mevkii nezdinde kınanayım. Ata’ma, Cumhuriyet’e, Türkiye’me, bağımsızlığımıza dil uzatmadığı ve dürüst davrandığı sürece de blogum herkese açık. Dinlerim, izlerim; aklım ve yüreğim evet derse de bir güzel yazarım. Haydi hepinize uğurlar ola…
Oğlumu çok özledim…
Bugün yeni bir yılın ilk günü, hayalindeki müzik için, müziğindeki hayalin peşine düşen ve Berklee College of Music’ten burs kazanmayı başaran oğlumdan ayrı geçen bir yıla ilave olan bir başka gün. Duyduğum gurur, özlemimi hafifletse de, bazen burnumun direği sızlıyor Emir’imi düşündükçe. Sağlıklı, huzurlu ve başarılı olması avutuyor tabii ama, “canım oğlum” diye sarılıp öpmek, şakalaşıp birlikte gezmek isteği çok zorluyor bazen. Annelik zor iş gerçekten de, özlemimi ona hissetirmemeye çalışmak oldukça yordu beni. Skype programını yazandan allah razı olsun. Yoksa bu koca yılı nasıl geçirirdim bilmem. Saat farkına aldırmadan uzun uzun sohbet ediyoruz ve özlemimizi gideriyoruz. Ara vermeden 3 dönem okuduğu için gelemedi, yılbaşı için gelmeye çalıştığında da askerlik sorunu çıktı karşımıza. Ayrı kaldığımız süre içinde, senfonisini adım adım dinledim, sahne düzenini planlarken önerilerde bulundum. Bu arada; genç bir Türk yönetmenin çekeceği yeni bir filmin müziklerini hazırlıyor, bu da duyduğum gururu bir kaç kat arttırıyor. Şimdilerde bir kız arkadaşı var hem güzel hem yetenekli, yaban ellerde yalnızlığını paylaşacak bir nefesin hayatında olmasına çok seviniyorum. Aynı okulda olmaları ve zorlukları bilmeleri ilişkilerinde anlamsız kıskançlıkları da engelleyecektir. Başarılar canım oğlum ve onu mutlu eden arkadaşı Amberlynn, en kısa sürede okul kağıtlarının askerlik şubene ulaşmasını diliyor ve bahar tatilinde sizleri burada ağırlamayı hayal ediyorum.
Kendime notlar
-Kendini sev, önemse.
-Egoist olmayı dene, kendine daha çok vakit ayır.
-Halinden şikayet etmeyi aklından bile geçirme.
-Cahiller ve aptallarla tartışma, nefesini boşa tüketme.
-Çok kızgın ve sinirli olduğun zamanda bile gülümsemeye çalış.
“İmdat” sadece bir Beatles şarkısı değildir…
Hava soğuk ve gri, ruhu daraltacak kadar karanlık bir sabah. Düne kadar, böyle havalarda mutsuz ve huzursuz birine dönüşürdüm. Bu sabah ise kendime Nick Vujicic‘i hatırlatıp, sağlıklı, mutlu ve varlıklı olduğum için yaradana şükrettim. Onunla ilgili yazacak ve konuşacak çok şey var, ama şimdilik sizlerle sevgili dost Ali Haydar Ünsal‘ın blog yazısını paylaşacağım. Zaman içerisinde hem size, hem kendime ne kadar şanslı olduğumuzu hatırlatmak için Nick’in videolarını paylaşırım. Bugün sizlere bir başka yazının hatırlattıklarını anlatmak istiyorum. “Help! – Not Just a Beatles Song” “İmdat, sadece bir Beatles şarkısı değildir” başlıklı yazıyı okuduğumda, zorluklarla geçen 2006 yılını hatırladım. Zaman zaman hepimiz sıkıntılı dönemler yaşarız. Dertlerimizi paylaşmak istemediğimiz, başımıza gelenlerin herkes tarafından bilinmesinden hoşlanmadığımız, bizlere acınmasını istemediğimiz zamanlar. Ne kadar yanlış bir düşünce. Eğer dostlarımız varsa, sıkıntılı zamanlarımızda bizim için hissedecekleri en son şey acımak olacaktır. Sessizce çığlık attığınız zamanlarda kimsenin sizi duymasını anlamasını beklemeyin. Atasözlerimizin bazıları böyle durumlara çok uygundur, “Derdini söylemeyen derman bulamaz”, yaşadığınız sorun her neyse içinden çıkamayacağınız kadar sizi daraltmadan birileriyle paylaşmayı deneyin. Belki derdinizin tam çözümünü bulamaz ama arkadaşlarınız, aileniz ve sevdikleriniz kendinizi iyi hissetmeniz için ellerinden geleni yapacaktır. Tabii yapılacak yardımların ve desteklerin, incelikle ve karşı tarafı incitmeyecek biçimde olması da önemli. Maddi anlamda dibe vurduğum günlerde, dostlarım normalden daha sık ziyaretime gelir olmuşlardı. Bana moral ziyareti yaptıklarını söylerken, elleri kolları dolu geliyorlar, farenin düşşe başını yarabileceği boşluktaki buzdolabımı tıka basa doldurup gidiyorlardı. “Çaya geldik, teras sefasına geldik, alışveriş yaparken gözüme ilişti sen çok seversin dayanamadım aldım” gibi bahanelerle beni kırmamaya çalışarak destek verdiler. Yılın sonuna yaklaştığımız bu günlerde, küresel krizi de fırsat bilen firmalarda bir çok kişi işsiz kaldı. Arkadaşlarınızı dostlarınızı arayın, hatırlarını sorun, seslerinden anlayamazsanız mutlaka görmeye gidin, sessizce haykırdığı yardım çağrısına belki biraz da olsa destek verebilirsiniz. Hepimizin kemerlerini sıktığı bir dönemdeyiz, hatta annemin deyimiyle “ne kemeri kızım, sıka sıka kemer mi kaldı” dediği durumdayız. Ama geleneklerimiz, ağızlara pelesenk olan dini inanışlarmız, bize olanları olmayanlarla paylaşmamızı söylüyor. Haydi çekinmeyin, arayın dostlarınızı, bolluk aslında yüreğimizde, gülüşümüzde ve hissettiklerimizde.
Sevgi ile kalın…
Hepinize, sevdiklerinizle ve ağız tadıyla iyi bayramlar…
“Aaah ah nerede o eski bayramlar” bu cümleden oldum olası hoşlanmam. Bayramların bir yere gittiği yok, hep bizimle birlikteler. Sadece algılar, ihtiyaçlar ve öncelikler değişiyor. Aile fertlerim ve ben eski adetleri, her bayram elimizden geldiğince sürdürmeye çalışıyoruz. Olabildiğince aile büyüklerinden birinin evinde toplanıp yemekler yenir, herkes kendi ile ilgili güncellemeleri yapar diğerlerini bilgilendirir, çocuklarla şakalaşılır, gülünür eğlenilir. Bayramın manası da bu değil mi zaten. Son yıllarda bir furya başladı, tatile gidenlere kendini kötü hissetirme kampanyaları diyorum ben bunlara. Ne yapsın insanlar, yoğun bir tempoda, stress içinde, krizlerle, it dalaşlarıyla savaşıyorlar, uzun bir tatil fırsatı görünce de biraz hava değişimi istiyorlar. Önemli olan herkesin mutluluğu değil mi zaten. Tatile gidenler, zaten bir kaç gün önceden aile büyüklerine uğrayıp hayır dualarını alırlar genellikle. Bütün bir yıl arayıp sormayan, ama bayramın ilk günü yarım saat uğrayıp, eğreti kutlamasını yapıp kaçan bir aile ferdi yerine, bana sevgiyle sarılacak, vakit ayırıp söyleşecek birini daima tercih ederim. Sevgili dostlarım hepinize ağız tadıyla, sevdiklerinizle, sağlıklı ve huzurlu güzel bir bayram tatili dilerim.
Sevgi ile kalın…