Daha önce de pek çok kez yazdım, aile büyüklerimin çoğu hasta. Bu nedenle vaktimin çoğu, hastanelerde ve muayenehanelerde geçiyor. Geçtiğimiz 10 gün yine yoğunlukla böyle geçti. Tam artık isyan etmeye başladığımda, 2 gün arayla toprağa verdiğim iki eski arkadaşımın cenazeleri, hayatı ciddiye alarak değil, eğlenerek yaşamam gerektiğini hatırlattı bana. Her ikisi de kalp krizinden öldüler, hayatı çok ciddiye almışlardı. Birisi anne, diğeri babaydı. Arkalarında gözü yaşlı eşler ve çocuklar bırakarak gittiler. İyi eğitimli, başarılı hayatları olan insanlardı. Ailelerine iyi bir hayat vermek için canlarını dişlerine takmışlardı. Her ikisinin de kalbi yaşadıkları strese daha fazla dayanamamıştı. Biri “ben biraz uzanayım, içim bayılıyor sanki” diyerek ölüme yürümüştü, diğeri ise telefonda konuşurken fenalaşmış bulunduğu yere yıkılıvermişti. Yaşadıkları sürece sevgi dolu dostlardı, acı çekmeden ve sevdiklerine de çektirmeden bu dünyadan göçüp gittiler. Eşleri de arkadaşım olduğu için onları anlatan yazılar yazmak için izin istedim, her ikisi de “şimdilik yazma, belki bir süre sonra” dediler, ben de saygı duydum ve isimlerini bile yazmadım.
Hayatı ciddiye almamamı hatırlattınız bana dostlarım, ikiniz de nur içinde yatın.
Alzheimer denen menhus illet
Adını söylemek bile sıkıntı verirken, hastalığın kendinin sıkıntı vermesi kaçınılmaz. Menhus bir illet bu, henüz bilim insanları da nedenini tam anlayabilmiş değiller. Tedavisi ise uzunca bir süre mümkün görünmüyor. Şu aşamada ancak hastalığın ilerlemesi önlenebiliyor, biraz da olsa hastanın yaşam kalitesini iyileştirme konusunda çabalar var.
90 ların sonuna doğru eşimin eniştesinde başlayınca tanıştım bu hastalıkla. Daha önceleri filmlerde, dizilerde mizah unsuru olarak kullanılan belirtileri yakınlarınızda görmenin hiç de eğlenceli olmadığını yaşayarak öğrendim.
Hem iyi, hem de kötü oldu hastalığı tanımam, büyük teyzemde başladığını fark edip anneme ve küçük teyzeme uyarıda bulunduğumda konduramadılar böyle birşeyi ablalarına. Nihayet ikna olduklarında ise hastalık üçüncü aşamaya geçmişti bile. Bir kaç yıl içinde de hızla ilerleyip teyzemin ölümüne sebep oldu. Ne acı ki aynı senaryoyu üçüncü kez izliyorum. Bu kez anneciğim hasta. İkinci aşamada yavaşlattık ama üçüncü aşamaya da yakında geçeceğiz sanırım.
Önceleri haksızlık gibi geliyordu bu durum bana. Öyle ya hayat dolu insanların gözümün önünde köşe yastığına dönüşmesini içime sindiremiyordum. Yapabildiğim tek şey biraz daha iyi vakit geçirmelerini sağlamaya çalışmaktı. Gün be gün bakışlarının donuklaşıp, algılarının azalmasını izlemek hiç de kolay değil. Aynı soruyu üst üste onlarca kez duymak, hep aynı anıların gülümseyerek defalarca anlatılması, okul yıllarında ezberlenmiş şiirin bir kaç gün arayla tekrar tekrar söylenmesi, basit günlük işlerin bile yapılmasının unutulması içinizi acıtıyor. İleri safhalarda sizi gördüklerinde gülümsüyorlar, sadece emin olamıyorsunuz, acaba tanıdı da mı gülümsedi, yoksa her yabancıya gülümser gibi mi gülümsedi.
Beyin denen makinenin dişlileri aksak ritmle çalışmaya başlayınca olanlar bunlarla sınırlı değil tabii. Hastalığın ilk dönemlerinde ilaç kullanılmadığı zamanlarda aşırı sinirli, gergin ve hatta saldırganlaşabilen yakınınızı tanımakta zorlanıyorsunuz. Ağırınıza gidiyor, üzülüp perişan oluyorsunuz sizi tehdit olarak görebilmelerini sindiremiyorsunuz. Hatta paralarını çaldığınızı, onları aç bıraktığınızı ve hatta öldürmeye çalıştığınızı söyleyebiliyorlar.
Enişte ve teyzede yaşanan sıkıntıları annemde en aza indirdik. İlaçla yavaşlattığımız için gerginlikler hafif atlatıldı. Tabii paralarını olmadık yerlere saklayıp “sen mi aldın” diye sorma ritüeli bir kaç kez yaşandı.
Şimdilerde bir köşede oturup, eski günlerde 10 dakikada çözdüğü bir gazete dolusu bulmacayı tüm gün uğraşıp başaramamasını görmek durumundayım. Yemek yemesi, su içmesi, ilaçlarını kullanması hep takip etmem gereken eylemler. Dalıp gidiyor başka alemlere, su içmek yemek yemek gibi şeyler aklına bile gelmeyiveriyor.
Ailelerinizdeki yaşlıları iyi takip edin lütfen. Basit ipuçlarıyla hastalığı yakalamak mümkün. Belki kondurmak istemeyeceksiniz ama uyanık olmanızda, hem sizin hem de hastanızın açısından yarar var. Ne yazık ki hastalığı görmezden gelen bazı ailelerin yaşadığı tatsız olaylarda, hastanın başını alıp gitmesi ve kayıplara karışması sonrası yaşanan üzüntüler hoş değil. Savaşmak için yapılacak fazla şey yok, genetik bir hastalık bu, çevrenizdeki belli yaşın üzerindekilere; aktif sosyal yaşam, düzenli egzersiz ve açık havada bolca yürüyüş önerin. Özellikle emekliye ayrılan erkekler mutlaka daha önceki yıllarda bir hobi edinmeliler, böylece boşluk ve işe yaramama hisleri yaşanmayacak ve alzheimer, demans gibi hastalıklarla yüzyüze gelme olasılıkları azalacaktır.
Ve tabii en önemlisi; bu hastalıkla tek başınıza savaşmaya çalışmayın. Mutlaka yardım alın. Hastanın kendisinden çok, yakınlarının desteğe ihtiyacı oluyor. Tanıdığınız birinin, zaman içerisinde size bir yabancı gibi bakması, sizi hırsızlıkla suçlaması, hatta kendisini öldürmekle tehdit ettiğinizi söylemesi, daha ilerleyen zamanlarda aynada kendine selam verir hale gelmesi, çok da kolay katlanılacak durumlar değil.
Bu linki de elinizin altında bulundurmanızda yarar var. http://www.alz.org.tr
Hayatınıza dışarıdan bakmayı deneyin…
Arada sırada bir adım geri çekilip hayatıma dışarıdan bakıyorum. Geçmişe değil tabii, o anda neler olup bitiyor ona bakıyorum. Nerede hata yapıyorum, nasıl düzeltebilirim, hatta düzeltmeli miyim diye de baktığım oluyor. Tempomu yavaşlatıp, daha uzun nefes alıp veriyorum, etrafıma daha fazla bakıyorum. Farkındalık denen durum tam da bu işte. Ne işine yarıyor derseniz, kendimi daha iyi hissetmemi sağlıyor.
Olmuş olana yapacak bir şey yok, olacak olanı da engelleyemem, ama “an” tamamen benim kontrolumda 🙂 Deneyin, iyi gelecek tavsiye ederim.
Fotoğrafın konuyla bir ilgisi yok, kendi çektiğim fotoğraflardan kullanmak istedim sadece 🙂
40 yaşından sonra kariyer değiştirilir mi?
Kesinlikle evet. Kenarından köşesinden dolaşırsınız dilerseniz, dilerseniz de hiç ilgisi olmayan başka bir iş yaparsınız. 19 yıl yöneticilik yaptıktan, masanın arkasında oturup ayağıma hizmet getirilmesine alıştıktan sonra bu beyliğime son verip, Milliyet gazetesinde sıradan bir reklam satış elemanı oldum. Çalışmam gerekiyordu, şımarıklık yapma lüksüm yoktu, kaldı ki 5 nisan 1994 krizi ortalığı toz duman etmişti. Zor gelmedi mi, tabii ki çok zor geldi. Elimde çanta kapı kapı dolaşıp reklam yeri satmam bekleniyordu. Kısa sürede birlikte çalıştığım ekibe kendimi sevdirmeyi başardım. O dönem, karşımızda bir dev gibi dikilen Hürriyet IK ekine rakip Milliyet IK sayfaları yapmaya başladık. Gayet de iyi işler başardık. Teknoloji sayfalarını hazırlayan arkadaşımız yurt dışına gidince onun görevini de üstlendim. Bu gün teknolojiyi günü gününe takip etmemi sağlayan, her yeniliğe yüzümde bir sırıtmayla yaklaştıran hep o sayfalar olmuştur. Şimdilerde bir çok büyük şirketin CEO ya da genel müdürü olan genç iş adamlarıyla da o zaman tanışmıştım. İnterneti büyük bir heyecanla takip etmemi sağlayan ve ilk servis sağlayıcım olan Superonline ile de o yıl tanıştım. AKM nin yan duvarına büyük ekran olarak yansıtılan Win 95 sunumunu anlatan Bill Gates’i dinlerken gözlerimden yaşlar geldiğinde bana “aman sen de amma abarttın” diyen iş arkadaşlarımın bir kısmı, bilgisayarla barışmayı bile geçtiğimiz yıllarda yükselen Farmville sayesinde gerçekleştirdi 🙂 Sektörel fuar sayfaları hazırlama konusundaki isteksizliğimi de bilgiye olan açlığım bastırmıştı. Bu sayede hem İstanbul’un, hem de yurdun diğer yerlerinde neler olduğunu öğrenme şansım oldu. Devasa iş makinalarından, unlu gıda firmalarına, gözlük markalarından, silah sanayiine kadar pek çok konuda detay öğrendim. Bana zaman zaman ukalalık yapma şansı verdiği için o günleri hep minnetle anarım 🙂 Milliyet maceram reklam müdür yardımcılığı ünvanıma rağmen (o zamanlar böyle ünvanlar söke söke alınıyordu, ulufe gibi dağıtılmıyordu) Doğan Grubunun genel manasızlıklarına katlanmak istemediğim için istifamla son buldu. Kısa bir deneme sonrası, Miliyet’te ajansların bana yaşattığı gerginlikler nedeniyle artık bir başka ajansta Medya Planlama ve Satın Alma işinden haz etmeyeceğimi görüp , yeni bir arayış peşine düştüm. Şansım yaver gitti ve bana göre biçilmiş kaftan olan Halkla İlişkiler/Organizsayon işi yapan bir firmada göreve başladım. 6 yıl süre ile hem yurt içi, hem yurt dışı pek çok organizasyonda aktif olarak görev yaptım. Camel Trophy seçmeleri için orman yollarında dolaşmaktan, 6-7 bin kişilik şirket pikniklerine, yerli malı ilk Woodstock örneği H2000 den, 5 yıldızlı otellerde basın toplantılarına kadar pek çok iş yaptım. Hizmet verdiğimiz çok çeşitli markanın, birbirinden değişik ürünleri için geliştirilen strateji toplantılarında saatler geçirdim. Yaşadığım her andan keyif aldım. Taa ki şirket Amerikalılara satılana kadar. Yine bir dönüm noktası ve yine hayata devam.
Korkmayın; kariyer değiştirmek o denli korkulacak bir şey değil, bir başka yazıda sizlere 50 yaşınızda işsiz, evsiz ve beş parasız kalırsanız neler yaparsınız o konuda da ipuçları vereceğim. Bu günlük bu kadar duygu fırtınası bana bile çok 🙂
Her yaşa, her duruma göre kariyer planınız olmalı
Bir süredir okuduğum yazıların ve yorumların çoğunda, iş hayatında ve kariyerindeki adımları tartışan, bu konuda fikir alışverişinde bulunanları görüyorum. Ülkemizde yaşayan pek çok kişide olduğu gibi, bu paylaşımları yapanlarda da gelecek endişesi sorunların en büyüğü olarak görünüyor. Genç yaşta olanların gelecek endişesi ile yaşı 35 üzeri olanların endişeleri farklı elbet. Geçtiğimiz günlerde 40 yaş üstü insanların kariyerleri konusunda neler yapabilecekleri üzerinde söyleşiliyordu. Çoğu genç arkadaşımız o yaşlarda artık her sorunu halletmiş olacağını umuyor ve emekliliğe hazırlanıyordu. Onca eğitim, öğretim, özel kurslar, seminerler, kişisel gelişim çalışmaları 40 yaşta tükenecek bir enerji için mi olmalı? Yoksa o yaştan sonra farklı alanlarda hem kendini oyalayacak, hem de çevresine yardımı olacak alanlara mı yönelinmeli? Benim oyum ikinciden yana. Takip ettiğim bloglar, kişisel gelişim siteleri, 50 yaş üstü kariyer sahipleri için bile yeni alanlar önerip hayata bağlanılmasını işaret ederken, 40 yaşını geçtiği için öleceğini zannedenlere şaşıp kalıyorum bazen. Sonra 20 li yaşlarda insana 40-50 gibi rakamların ne kadar uzak ve ölümcül olduğunu hatırlıyorum 🙂
Yaşayıp görmek yerine, örneklerden dinlemek ve olası hatalar yüzdesini azaltmak hep akıllıca gelmiştir. Örnekleri dinleyin, okuyun ve araştırın, mutlaka aklınızın yatacağı bir yedekleme programınız olacaktır. Hayat hepimize garip oyunlar oynayabiliyor zaman zaman, ama planlanmış bir hayatta, olası kriz senaryolarını da ihmal etmezseniz sizi yıkabilecek pek az olay çıkacaktır karşınıza. Fiziksel engellerin, coğrafi engellerin, ekonomik ve siyasi engellerin hepsiyle aynı anda karşılaşabileceğiniz senaryolara da hazır olun. Kaygan zeminde patinaj yapılarak günü kurtardığımız bir ülkede yaşıyoruz. Her duruma hazırlıklı olmak sizi “eşitler arasında birinci” yapacaktır. Gençlerin çoğu eğitimli artık, pek çoğu bir değil iki yabancı dil öğreniyor, hepsi bilgisayar kullanıcısı. Bu durumda, eşit imkanlarla yarışanlar arasında öne geçmenizi sağlayacak her olanağı değerlendirmelisiniz.
Önemli bir nokta da, mutsuz hissettiğiniz işlerden ayrılabilme cesaretinizin olması. Her sabah sürünerek yataktan kalktığınız, her anından bezdiğiniz bir işe gitmenin ne size, ne de çalıştığınız şirkete hayrı olur. Ekonomik krizin sıkıştırmasıyla bulduğunuz ilk işe giriyorsanız, işinizdeki sorunlarla barışmayı, onlara rağmen çalışabilmeyi denemelisiniz. Gerçekten bunalıyorsanız da cesaret gösterip ayrılın . Üst satırda da dediğim gibi, bezgin ruh haliyle yapacağınız işler, sizi mutsuz ve hasta ederken, yöneticilerinizin de sizin hakkınızda ilerideki yöneticilerinize söyleyecek kötü anılar edinmesine neden olur.
Bir diğer konu da aynı şirkette uzun yıllar çalışabilme konusu. Hep yakınılır “yöneticimiz koltuğuna yapışmış gitmiyor” diye. Bunun tersi olan pek çok dünya şirketi çalışanıyla tanıştım, bir kaçı üst düzey yönetici oldular zaman içinde ve çift haneli yıllara varmalarından da rahatsız değiller. Çünkü şirketleri onların yenilenmesini, yeni pozisyonlara terfi etmelerini destekler şekilde yönetiliyorlar. “Salla başını al maaşını” tipi değiller. Yeni bir pozisyona geçmek için hak etmeleri gerektiği, kurumsal kurallarla belirlenmiş. Orada çalışanlar mutsuz değiller. Tempolu çalıştıkları dönemlerde bile, öyle hoş küçük dokunuşlarla moral tazeleniyor ki çalışanın kaçma duygusu hissetmesi engelleniyor. Temelde şahıs şirketi değil de, kurumsallaşmanın başarılmış olması sanırım bu rahatlığı getiren. Türk şirketleri arasında bir elin parmağını geçen çok firma çıkmaz bu tip çalışılan. Önde gelen bir kaç holding dışında tabii.
Bir yorumda, uzun yıllar aynı şirkette çalışmanın yaratıcılığı öldüreceğinden söz etmiş gençler. Katılmıyorum, mesleki körleşmenin bile çaresi, önce kendinizi sürekli yenilemekten geçiyor. “Ver yiyeyim, ört giyeyim, bekle de canım çıkmasın” mantığı ile çalışan pek çok “yaratıcı yönetmen” ve “metin yazarı” tanıdım. Üstelik de çok uzun yıllar geçirmemişlerdi bulundukları şirketlerde. Nasıl olmak ve neler yapmak istediğimize karar verip, amacımıza uyan eğitimleri, seminerleri takip etmek, yazılmış makaleleri mutlaka okumak gerek.
Özetle önce biz tam donanımlı olmaya çabalamalıyız ki, çalışacağımız şirketler de bizlere, yatırım yapmaya değer kişiler olarak bakabilsinler.
Önemli not:
IK uzmanı, kariyer koçu ya da bu konularda uzman biri değilim. Yazdıklarım kendi hayatımdan, yakın çevremden gözlemlerim sonucu değerlendirmelerdir.
Görselin yazının konusuyla bir ilgisi yok tabii 🙂 Geçtiğimiz yıllarda Boğaz sırtlarında Erguvan zamanı çekmiştim.
Yardım çağrısıdır, lütfen destek veriniz.
Bu sabah e postalarımı kontrol ederken Zipkinci.com‘dan gelen bir mesaj dikkatimi çekti. Hemen akabinde Friendfeed’den Okan Yıldırım arkadaşımızın yolladığı direkt iletiyi gördüm. İkisi de, beyin tümörü teşhisi ile tedavi gören ve ameliyat olması gereken güzeller güzel bir kız evlat içindi. Safiye isimli bu hastanın, yeniden sağlığına kavuşabilmesi için bizlerin desteğine ihtiyaç var. Hepimiz günlük kahve ve hızlı tüketilen gıda kotamızdan biraz da olsa artırsak ve aileye destek olsak güzel olmaz mı?
Haydi dostlar lütfen yazımın altında belirtilen ve aileye destek olacak birikimin toplanacağı hesaba, sizler de bütçenizi yormadan katkıda bulunun.
Tanrı, kimseyi evladının sağlığı ile sınamasın.
Detaylı bilgi görebileceğiniz link: http://zipkinci.com/duyuru/40576-cok-onemli.html
Banka bilgileri:
Hesap sahibi : MUHSİN ÇALIŞAL
Banka : YAPI VE KREDİ BANKASI A.Ş.
Şube kodu : 339 MTK ALTINDAĞ / İZMİR
Hesap no : 84998061
Iban : TR180006701000000084998061
Lütfen okuyunuz !
Bu yazının konusu daha erken saatlerde Friendfeed’de yazdığım bir girdiye yapılan manasız yorumlardan çıktı. Pek çoğunuz beni sadece paylaşımlarımla tanıyorsunuz. Kiminiz blog yazılarımı okuyup benim hakkımda fikir ediniyor, kiminiz çeşitli toplantılarda kısa da olsa sohbet edip tanımaya çalışıyor. Ama öyle bir kesim var ki, tam da şu eski sözü hatırlatıyor yaptıklarıyla “kişiyi nasıl bilirsin diye sormuşlar, kendim gibi demiş”. Üstadlar, gençler; yaptığım paylaşımlar ilgimi çeken, takdir edilmesi gereken, günlük telaşla atlayıverdiğimiz ama alkışı hak eden konular çoğunlukla. Beni yalakalıkla, çıkarcılıkla, hesapçılıkla suçlamalarının sebebi ise, sanırım son günlerde pek moda olan “Sosyal Medya Görevlisi” pozisyonu ile ilgili. Hayır hiç bir marka için bu görevi yapmıyorum ve yapmayacağım da. Yapanlara saygım sonsuz, benim yeteneğim yok bu konuda. Hem bunca zaman sevdiğim için paylaştığım şeyi, bundan sonra üstüne para alarak yapmak da bana ters.
33 yıllık çalışma hayatımda alnıma hiç leke sürdürmedim, bundan sonra da haddini bilmezlerin bana çamur atmasına izin vermeyeceğim. Devletin verdiği “tabandan” emekli maaşımla yaşamaya çalışıyorum. Zorlandığım zamanlarda ya çocuk bakıyorum, ya ders veriyorum, ya da sağolsun eski iş arkadaşlarımın halen yürüttükleri işlerde danışmanlık yapıyorum. Dışarıdan bakıldığında pek parlak gördüğünüz yaşantının hemen hemen 10 katı gösterişli bir hayat yaşadım aktif çalıştığım yıllarda. Üst düzey yönetici olduğum için kazancım iyiydi ve ben de, hem yaşamayı hem de yaşatmayı seven biriyim. Ailem nedeniyle de çok iyi yaşamaya alışıkım, aynı şekilde, varlığı da yokluğu da bilecek şekilde yetiştirildim. O nedenledir ki 2006 yılında, bir anda hayatım tepetaklak olup beş parasız, işsiz ve hatta evsiz kaldığımda yok olmak yerine, hayata devam etme kararı aldım. Çok zor zamanlar geçirdim. Hala da geçiriyorum. Bazen günlerce evden çıkamıyorum, çünkü paramı ve akbilimi hesaplı harcamam gerekiyor. Altıyüzküsür lira emekli maaşımla ancak bu kadar oluyor. Sevildiğim ve sayıldığım için tanıtımlara, eğitimlere, öngösterimlere davet ediliyorum, gördüklerimi hissettiklerimi yazıp aktarıyorum. Bunları bana silah olarak kullanıp; beni çıkarcılıkla, yalakalıkla suçlayanlara inat yazmaya ve paylaşmaya devam edeceğim.
Bir de önemli not ; iş aramıyorum, sosyal medya görevlsi filan olmayacağım, kendini tehlikede hissedenler sakinleşsin. Histeri krizine girip saldırmayın boş yere, istediğiniz pür nur mevkiler sizlerin olsun, tepe tepe kullanın.
“Yedi Tepe’den Yedi Kıta’ya Ritm Tutturacak Genç Adam”ı Tanıyınız
Okuyacağınız satırları benden önce davranıp yazan canım dostuma teşekkür ediyorum.
Konuk yazar : Didem Özbahçeci Sönmez
Bugün bir Can Dündar yazısı yazmak istedim 🙂
Tarih 3 Aralık 2009, yer İstanbul Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı. Sahnede dev kadın Sezen Aksu, 4 tane pırıl pırıl genç müzisyene eşlik ediyor. Yıllardır onun gönüllerimize, kulaklarımıza kazınmış parçalarından bazılarını bu 4 genç senfonik olarak yeniden düzenlemiş ve onları çoşkuyla seslendiriyor.
Bu gecenin mimarı, bütün bu sahnedekileri bir araya getiren o dörtlüden biri var ki Emir Çerman. Bu ismi bir yere kaydedin ve günü gediğinde “ben onun ilk konserini dinlemiştim” demenin gururunu yaşayın. Kendi çıktığı müzik yolculuğunda, okuduğu dünyanın en önemli müzik okulunu Berklee College’ı ülkesine seçmelere getirmeye ikna eden, her aşamasında titizlikle çalışan ve yer alan müzisyenliğinin yanı sıra iyi de bir organizatör olan bu genç adamın takipçisi olun. 25 yaşında kendine ektikleriyle yetinmeyip, ülkesine de katkıda bulunmak için çabalayan Berklee College of Music’ın 2. kuşak Arif Mardin’i olmaya aday Emir Çerman, ilerde yapacaklarının ilk sinyalini dün akşam“Yedi Tepe’den Yedi Kıta’ya ıstanbul’un Ritmi” konserinde ilk büyük organizasyonuyla ortaya koydu.
İşte dün akşamı o salonda olmayanlar için özetleyebilecek tarihe düşülmüş bir not.
Dün akşam o salonda olup, yüreklerimize düşen notları da eklemek isterim……
Emir’ciğim yıllar önce yapmak istediklerini anlatırken, Sezen Aksu ile çalmak, aynı sahnede olmak paylaştığın hayallerinden biriydi. Dün akşam gösterdin ki; bunun için yıllarca beklemen gerekmedi, hatta hayali gerçeğe dönüştürmenin örneğini yaşattın kendine ve hepimize. Buradaki ilk konserinde Sezen Aksu ile aynı sahnede …”Gülümse” parçasını karşılıklı yorumlayışınıza gözyaşları ile tanıklık ettik. Bestelerini dinlerken coştuk hep birlikte.
Bu yılın başında Sezen Aksu’nun bir açık hava konserine gittmiştik, ön sırada Çağan Irmak oturuyordu. Her parça bitişince yerinden fırlıyor, ellerini parçalarcasına alkışlıyor ve çığlık çığlığa BRAVO diye bağırıyordu. Dün akşam kendimi sürekli Çağan Irmak gibi hissettim. Ben bunlara bir de japon çizgi filimlerindeki gibi gözyaşını ekledim.
Annenin tanımadığımız tüm arkadaş ve dostlarıyla çıkışta tanışırken, hayatımda ilk kez gördüğüm insanlara sarılma ihtiyacı duydum. Hepimizin gözleri yaşlı, birbirimizle paylaştığımız tek duygu; bize yaşattığın inanılmaz gurur ve mutluluktu.
Sana hep “yolun açık, şansın bol olsun” diye temennide bulundum. Yolunu; kendi ellerinle açık hale getirdiğine şahitlik ettik. Geriye yalnızca, onlarca kez ŞANSIN BOL OLSUN, ŞANSIN BOL OLSUN demek istiyorum.
Bize böylesine çoskulu duygular yaşattığın, gururun, mutluluğun ve hazzın ne demek olduğunu hissettirdiğin için yürekten teşekkürler ve sevgiler “SANATÇI” 🙂
Yolun hep çok açık, şansın bol olsun….
Sonsuz sevgilerimle
Didem Özbahçeci Sönmez
4. Kişisel Gelişim Zirvesi 2009
21 Ekim günü Maslak Sheraton’da düzenlenen bir etkinliğe konuk oldum. Sevgili Yasemin Sungur’un sunumunu dinlemek üzere hazırlanıp, biraz erken gidip diğer sunumları da izleyeyim dedim. Çok da iyi etmişim. Tam gün katılımlı bir seminer olmasına rağmen, ben öğleden sonraki oturumları kendime daha uygun buldum.
İlk forumun konusu : “Krizde çalışanların değişen rolü- Krizde şirketler hangi özellikleri arıyor” idi. Turkcell Genel Müdür Yardımcısı Selen Kocabaş’ın başkanlığında başlanan forumda katılımcılar da önemli firmaların üst düzey yönticileriydiler. Borusan Holding İnsan Kaynakları Müdür Yardımcısı Semra Akman, Sabancı Holding İnsan Kaynakları Grup Başkanı Mehmet Göçmen, Türk Telekom Akademi Direktörü Ayhan Artar, Bosch İnsan Kaynakları Direktörü Lami Yağcılarlıoğlu’nun çalışanlara önerilerin ve kendi firmalarının uygıladığı stratejilerin paylaşıldığı bir oturum oldu . Konuşmacıların dördü de krizin hafiflediğinden söz ettiler. Bu süreçte insan kaynaklarında iyileştirmeler yapıldığından da bahsettiler. Sabancı yetkilisi Mehmet Göçmen ise krizi, 200 km hızla giden araçların aniden frene basması gibi tanımladı. Göçmen aynı zamanda global krizin dinozorlardan kurtulma fırsatı olarak da görülebileceğini ekledi. BOSCH IK Direktörü 2008 ekim ayında kriz konuşulmaya başlandığını, bu süre zarfında personele çeşitli eğitimler verildiğinden söz etti ve esnek çalışma modeliyle, fazla insan kaynağını şirket içinde değerlendirdiklerini ekledi. Turkcell’in bu dönemde gelir getiren, potansiyel büyüme alanı olan ileri dönük işlere yatırım yaptığını belirten Selen Kocabaş; liderlikte teknik altyapının, servisin ve iletişimin önemini anlattı.
Bütün konuşmacılar, bireylerin düşünce yapılarını değiştirmeleri gerektiğinden söz ettiler. Yine hepsi ilk kez çeyreklerde değerlendirme yapıldığını belirttiler. Aldığım notlar içinde Sabancı yetkilisi Mehmet Göçmen’in “Enerji yatırımları Kopenhag’a takılacak”, “Ekonomik sürdürülebilirlik yanında çevresel ve toplumsal sürdürülebilirlik de çok
önem taşıyor”, “Risklerden arındırılmış ekonoik değerler öne çıkacak” cümlelerinin altını çizmişim.
Daha sonra Banu Gökçül geldi sahneye ve ilginç ipuçları verdi bizlere. Konuşması boyunca nefes almamızı hatırlattı, bedenimizi esnetmemizi istedi. Esnemeyen bedenin esnemeyen zihne sebep olacağını söyledi. “Zihin ve beden aynı sibernetik sistemin parçalarıdır”, “Zihin durmadığı zaman, iç konuşma üretir”, “Zihnin kötü deneyimleri hatırlamasının nedeni, ruhu ve bedeni yine aynı duruma düşmekten korumaktır”, “Beden günde 1 saat hareket etmezse depresyon tetiklenir. Hedefe yönelik uygulanacak 1 saatlik aktivite ruhunuzu ve bedeninizi koruyacaktır”, “Kafadan geçen iç konuşmalar bedene yansır, bu nedenle önemli olan, zihin dilidir beden dili değil”, “İç ses yoksa korku da yoktur”, “Ego; bakacağınız en son yerde saklanır, içinizde” cümlelerinin altlarını çizmişim.
Hemen her konuşmacı “Engeller zihinde”mesajı verdi. “Kriz ezberin bozulması demektir”, “Bir kriz herkesin kriziyse önemli değildir. Eğer kişisel krizinizi yaşıyorsanız önemlidir”, “Umutlarınızı yüksek, sabit giderlerinizi düşük tutun” gibi sözcüklerin altlarını iki kez çizdim.
Diğer konuşmacıları da başka bir yazıda anlatacağım.
59 milyon işsiz, 90 milyon aç, 50 bin ölü bebek …
IMF toplantıları için yapılan protesto olaylarının gölgesinde kalan acı gerçekler var aslında. Küresel kriz nedeniyle 90 milyon insanın aşırı yoksulluk içinde yaşayacağını, 59 milyondan fazla insanın işsiz kalacağını, Afrika’nın Sahra
altındaki azgelişmiş bölgelerinde 30 bin ile 50 bin bebeğin ölebileceğini, 900 milyon insan hâlâ temiz sudan yararlanamadığını ve 1 milyar insanın yoksulluk çemberini bir türlü kıramadığını söylemiş Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick .
İçim acıdı rakamları gördükçe. Dünyanın bir bölümü, gözü dönmüş bir şekilde semirip obezleşirken, diğer bir bölümünde küçücük bebelerin açlıktan ölmesi nasıl içimize siner hale geldik, ne zaman çatladı ar damarlarımız.
Neler yapılır diye kafa patlatan bir sürü insan var, iyi niyetli projelerle zor durumda olanlara yardıma çabalıyorlar. Kişisel tasarruflarla destek olmaya çalışsak da, toplumların büyük kesimi, vurdumduymaz bir şekilde hem doğal kaynakları harcamaya hem de para harcamaya devam ediyor. İnançlarıyla siyaset yapanların bile, önüne geçilemez bir hırsla değişime uğradıklarını görüyoruz. Kendi elimizle hazırlıyoruz sonumuzu. Dünya Bankası başkanının söyledikleri öngörü değil, ürkülmesi gereken gerçekler aslında. Açlık ve susuzluk yüzünden çıkacak savaşların ayak sesleri Afrika’dan gelmeye başladı bile. Tarıma uygun arazileri erozyona, içilebilir su kaynaklarını kurak topraklara dönüştürüyoruz hızla. “Amaan filanca yıla kadar çok var” deyip sırtımızı dönmek kolay kolay olmasına da, içimize siniyor mu olanlar, biraz olsun denesek destek olmayı yapılanlara. Aç, susuz, işsiz insanlara daha yaşanabilir, kendimize de daha huzurlu bir dünya verebiliriz belki.
Rakamsal veriler için kullandığım linkler:
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalHaberDetay&Date=07.10.2
009&ArticleID=957933
http://www.ntvmsnbc.com/id/25007152/
Fotoğraflar için kullandığım linkler:
http://www.wefa.org/uelke-izlenimleri/afrika.html