:::: MENU ::::
Browsing posts in: Hayata dair paylaşımlar

Müthiş kadınlar, TurkishWIN ve hedefim

Dün akşamüstü, bir süredir üzerime serpilmiş ölü toprağını sıyırıp atan, uzun yıllardır içimde tepişip duran ama bastırmak zorunda kaldığım bir hayali gerçekleştirebileceğim umudunu ve gücünü veren muhteşem kadınlar dinledim. Hem de; en az sahnedekiler kadar müthiş hikayeleri olduğunu düşündüğüm yüzlerce başarılı kadınla birlikte. Kabul, aramızda eser miktarda da olsa başarılı erkekler vardı 🙂 Microsoft’un evsahipliğinde, sevgili Melek Pulatkonak tarafından organize edilen TurkishWIN Istanbul toplantısında konuşmacılar salonda bulunan bütün konukları sarsmıştır eminim. Sahnede konuşan isimlerin anlattıklarını dinlerken içinde bulunduğum ruh halinden uzaklaşıp mutluluk ve heyecanla doldum. Toplantı bittiğinde içimde büyüyen heyecanla ne yapacağım hakkında pek fikrim yoktu açıkçası. Sonra bugün konuştuğum genç dostlarım, onların iş hayatı telaşları ve heyecanlarına bakınca, artık 35 yıldan fazle emek verdiğim bir konuda debelenmek yerine, beni daha çok mutlu edecek birşey yapmak istediğime karar verdim. Üstüne bir de yıllar önce rastlantıyla bir blog yazısını okuyup hayran olduğum, dün akşamki toplantıda fiziken de tanışma fırsatı bulduğum sevgili Tara Ağaçayak‘ın bir yazısında rastladığım üç hashtag sayesinde kararımı verdim. #bewhoyouare #dowhatyoulove #changetheworld Dünyayı değiştirmek büyük adım tabii, ama bir yerlerden başlamak gerek 🙂 Başlayabilmek için 6 yılım var. Sorumluluklarımın asgariye ineceği ve hayalime adım adım hazırlanacağım 6 yıl. Hayalim ise 60 yaşından sonra, eğer hala üzerinde yaşayabildiğimiz bir dünya varsa, görmek istediğim ülkelerden başlayarak hem gezip, hem de yaşadıklarımı paylaşacağım. Bir turizm şirketi aracılığyla olmayacak bu yolculuk. Her adımını internet üzerinden kendim planlayacağım. En ucuz uçak bileti avantajı ile ilk noktama uçup, CS yardımıyla konaklayıp, NuNomad üzerinden kuracağım bağlantılarla kısa süreli işlerde çalışıp, bir sonraki hedefime yol alacağım. Bunları yaparken; yıllardır hayal ettiğim, beyaz kumlu denizlerde dalıp, mavi gökyüzü altında yelken basmayı da ihmal etmeyeceğim. Belki, ülkemdeki hatta birçok az gelişmiş ülkedeki sevimsiz anlayışı kırabilirim. Hani belki de; emekli olunca “ne işi var günlük hayatta, köşesine çekilsin dantel örsün” denip dişlanan kadınlara örnek olur, ufuklarını genişletirim. Boşanan veya kocası ölen kadınların, evlilik programına çıkıp yeni koca aramaktan, sabahın filancası programlarına konuk edilmekten, en kötüsü dört duvar arasında çaresiz ve umutsuz kalmaktan başka seçenekleri de olabileceğini düşündürmek hedefim.
Bu hedefi (şimdilik hayal de olsa) koymama neden olanlara teşekkür etmek istiyorum. Önce beni sevgili Melek Pulatkonak’la tanıştıran genç dostum Murat Kaya‘ya, sonra çok yönlülüğüne, enerjisine, güleryüzüne, sabrına ve network yeteneğine hayran kaldığım başarılı iş kadını TurkishWIN kurucusu sevgili Melek Pulatkonak’a, dün akşam konuşmalarını dinleyip her birinden ayrı ayrı feyz aldığım Özlem Denizmen Kocatepe, Anastasia Ashman ve itiraf edeyim dinlerken gözyaşlarıma engel olamadığım azmiyle en çok etkilendiğim Sedef Köktentürk Baldwin’e… Hepinize teşekkürler, bu yaşta beni gaza getirdiniz, kimbilir salondaki yarı yaşımda genç kadınlar neler hissetmiştir. Konuşmacılardan özellikle alıntı yapmadım, çünkü toplantının Pozitif TV tarafından kaydedilen videosunun siteye ekleneceği günü heyecanla bekliyorum. Sizlerle o linki paylaşırken, toplantı sırasında hissetiklerimi yazmak, konuyu daha anlamlı kılacak. Konuşmacılar hakkında detaylı bilgilere hem isimlerinin üzerlerine hem de buraya tıklayarak erişebilirsiniz.
Şimdi bana müsaade, hayalimin ilk adımını atıp; ücretsiz ilkyardım eğitimi alabileceğim bir adres arayacağım. Gelişmeleri ara ara yazarım.
Sevgi ve ışıkla kalın…


Yeni Arif Mardin’in ayak sesleri

Bu yazıyı sizlere hem gururlu bir anne, hem de veteran bir iletişimci olarak yazıyorum. 2008 yılı başında yeni Arif Mardin olmak üzere Berklee College of Music’te eğitim almaya giden oğlum Emir Cerman, bu yolculuğun ilk sinyalini 2009 yılı sonunda İstanbul’da Lütfi Kırdar’da sahnelenen” Yedi Tepeden Yedi Kıtaya İstanbul’un Ritmi” konseriyle vermişti.  

2010 yılında hazırladığı Rhythm Of the Universe adlı proje ile de bu yolculuğun hızla sürdüğünü gösterdi.

90 ülkeden 200 gencin görev aldığı bu proje, 1 nisan akşamı dünyanın en önemli konser salonlarından biri olan Boston Symphony Hall’da düzenlenecek ve Oscar ödüllü ünlü müzisyen Alan Sivestri’nin de yer alacağı bir konserde sahnelenecek. 200 gencin her biriyle tek tek ilgilenen projesini anlatıp destek isteyen ve hepsini ikna edip dünyanın ilk Birleşmiş Milletler Müzik topluluğunu kuran, Grammy ödülllü öğretmenleri ünlü müzisyen Prince Charles Alexander’dan destek alan Emir, ilk prova sonrası, hissettiği coşkuyla  ağlamamak için kendini zor tuttuğunu söylemişti. Siyaset olarak birbiriyle kanlı bıçaklı olan milletlere mensup gençler, müziğin yarattığı dostlukla çok güzel bir projede buluştular. Şu saatlerde yüreğim kuş gibi, sabah erken saatlerden beri bir sürü işle uğraştım sokaklarda koşturdum farkına varmadım ama şimdi evdeyim ve heyecanım dorukta. Ben bu durumdaysam 90 ülkeden 200 genç ve tabii Emirim ne ne kadar heyecanlıdır tahmin bile edemiyorum. Yolunuz açık olsun oğlum ve yetenekli arkadaşları. Ve Emir’in projeye başlarken sorduğu soruyu sizlere de sorayım;

“What if everyone became a musician”

Trailerı Youtube da izlemek için tıklayınız


Tereciye tere satmak…

Tereciye tere satmak zor iştir. Ustalık ister, incelik ve hınzırlık, hatta azıcık da duygusallık gerektirir. Yakın zamanda denk gelen birkaç olay nedeniyle kendi kendime söylenmek yerine yazıp paylaşayım istedim.
Adı Halkla İlişkiler olan bir mesleği yapmaya karar verenlerin, bu işin en önemli boyutunun “iletişim” ve “insan ilişkileri” olduğunu sindirmeleri gerek. İletişim yeteneği ile doğmamış iseniz geliştirmek için çaba harcamanız gerekir. Son yıllarda İletişim Fakültelerini seçenlerin çoğu bu mesleğin renkli ve eğlenceli olduğunu düşünerek seçiyor sanırım. “Çoğu” kelimesine özellikle dikkat çekmek isterim. Eser miktarda da olsa, aralarında mesleğinin inceliklerine, etik değerlere ve en önemlisi insani yönüne dikkat edenler de var. Onların da çoğu zaten olanakları ölçüsünde kendilerini geliştirmeye devam ederek, ya master yapıyorlar ya da eğitim seminerleri ve workshoplara katılıyorlar.
Milliyet Gazetesi Reklam bölümünde çalıştığım dönemde, haber merkezine ve bizim servise gelen basın daveti ve bülteni sayısı gün içinde üç haneli rakamlara ulaşabiliyordu. Gözlemlediğim kadarıyla, bültenin haber değeri ve kişiye özel hazırlanmış olması, hemen eşitler arasında birinci sıraya çıkmasını sağlıyordu. 94 yılında henüz “e bülten” yollamak güncel olmadığından, fax yoluyla iletilen birbirinin aynısı basmakalıp cümlelerle yazılmış, kime yollandığı belli olmayan bültenler anında çöpü boyluyordu. 95 sonundan başlayarak onlarca global markaya hizmet verdiğim Halkla İlişkiler ve Özel Etkinlik şirketinde basın mensuplarına yollanacak davet ve bültenleri olabildiğince elden teslim etmeye çalıştım. Günlük hayatın karmaşası içinde, size kendi eliyle davet veya bilgi getiren (getirilen bilginin mutlaka haber değeri taşıyor olması ilk şarttır) , hatrınızı soran birini görmezden gelmeniz zordur.
Son zamanlarda adet olduğu üzere tanıtım toplantıları, açılış ve seminerlere basın mensupları yanında blog yazarları da davet ediliyor. Bana yollanan mesajlarda eğer davet adıma değil de “Sayın Basın Mensubu” diye başlıyorsa, gerisini okumam mutsuzluk verici bir hal alıyor ve gideceği yer de genellikle çöp oluyor. Sayıları çift haneli rakamları geçmeyen  sayıda blog yazarına gönderim yapacak iseniz,  lütfen vakit ayırıp ne konularda yazdığına, kim olduğuna, neleri paylaştığına azıcık bakıverin. İlgi alanım olmayan bir konuda paylaşım yapmamı isteyenlerin yaptıkları işi iyi anlatmaları ve dikkatimi çekmeleri gerek. “Kuzguna yavrusu Anka görünür” sözünü aklınızdan çıkartmayın. Hazırladığınız etkinlik, çıkardığınız yeni ürün, gündeme getirmeye çalıştığınız konu her ne ise sizin için çok önemli ve tek olabilir, yaptıklarınıza ilgi göstermesini beklediğiniz kişilere önce, “insan” olduğunu hatırlayarak davranmayı deneyin. Mesela, mesajınıza onun adıyla başlayıp “merhaba” deyin. İnanın gerisi iplik söküğü gibi gelecektir.
Sevgiyle ve muhabbetle…
Gorsel kaynagi

https://resources.workable.com/wp-content/uploads/2013/05/pr-manager.jpg


Özgür irademiz var mı?

Gerçekten özgür irademiz var mı?  Yoksa arızalanınca yok olma emri verilen, başka bedenlerde yeniden yaşam hakkına kavuşturulan çok gelişmiş robotlar mıyız?
Geçtiğimiz günlerde okuduğum birkaç makale ile bu konuyu sorgulamaya başladım. Bulduğum makaleleri üstüste okuyunca, epey kafa karıştıran konular ortaya çıktı. Özgür iradeli gelişmiş bir yaşam formu olma fikrine daha yakınım tabii. Ama bir düşünün, hiç hasta olmayan, hep genç ve dinç kalan,düşünebilen gelişmiş bir robot olmak da fena fikir değil hani.  brain_areas
Şaka bir yana, geçmiş yaşamlar, reenkarnasyon gibi konuların da daha rahat sindirilmesini sağlayabilir mi bu araştırmalar. Daha da ileri gidersek din denen kavramı derinden sarsıp, bütün inanç sistemlerini değiştirebilir mi?
California Üniversitesi nörofizyologlarından Prof. Benjamin Libet, 1973 yılında yaptığı deneyler sonucunda tüm kararlarımızın, seçimlerimizin önceden belirlendiğini, bilincin ise herşey olup bittikten yarım saniye sonra devreye girdiğini ortaya koymuş. Bu durum, diğer nörofizyologlarca da hep geçmişte yaşadığımız ve bilincimizin tüm yaşananları yarım saniye sonra gösteren bir “monitör” gibi olduğu şeklinde yorumlanmakta. Araştırmalarını sürdüren Benjamin Libet daha da ilginç sonuçlara ulaşmış.
Bu sefer Libet, parmakları hareket ettirme “kararını” deneklere bırakmış ve bunun neticesinde beyinde oluşan sinyalleri incelemiş. Parmağı hareket ettirmenin karar anı, beyinden emir yollanması anı ve parmağın hareket anlarını not etmiş. Son derece ilginç bir gerçekle karşılaşmış. Karar anından önce, parmağı hareket ettirmek için beyinde ilgili hücreler harekete geçiyorlar. Yani aslında parmağınızı hareket ettirme emri, sizden önce veriliyor. Ondan sonra size bu kararınız bir his olarak yaşatılıyor. Libet’in bu çalışmaları, bilim dünyasını derinden etkilemiş. Çünkü deneyin sonuçları derin anlamlar içeriyor. Son olarak Max Planck Enstitüsünden bilim adamı Prof. John-Dylan Haynes gelişmiş manyetik rezonans ve bilgisayar tekniklerini kullanarak ilginç araştırmalar yapmış. Araştırmalarda deneklerden önlerinde bulunan 2 düğmeden birini seçmeleri istenmiş. Düğmeye basılışın karar anının incelendiği bu deneylerde, Benjamin Libet’in deneylerini doğrular neticeler elde edilmiş. Esasen seçim yapıldığı düşünülen an, hissettirilen bir algıdan ibaret. Yapılan deneylerde düğmeye basma kararının 6 saniye öncesinden deneklerin hangi düğmeye basacağı, beyin hücrelerinin aktivitelerinden tahmin edilebildiği görülmüş.
Ülke gündemini işgal eden üzücü, sinirlendirici konularından biraz da olsa uzaklaşmak böyle bilimsel araştırmaları okumak iyi oluyor.
Sevgi ve ışıkla kalın…
İlgili linkler:
Benjamin Libet, “Unconscious cerebral initiative and the role of conscious will in voluntary action”, The Behavioral and Brain Sciences, 1985, ss. 529-566.
Chun Siong Soon, Marcel Brass, Hans-Jochen Heinze & John-Dylan Haynes Unconscious determinants of free decisions in the human brain. Nature Neuroscience April 13th, 2008.

Değişime Doğru…

Ergün Arıkdal’ın Ruh ve Madde Yayınları’ndan çıkan kitabı “Değişime Doğru” mutlaka okumanız gereken, ufkunuzu genişletecek, içinde yaşadığınız günlere ve dünyaya farklı açıdan bakmanızı sağlayacak bir kitap.  Alıntılanan bölümler uzun, ama vakit ayırıp sindirerek okuyun ve paylaşın lütfen.
Hem içinde yaşadığımız dünyanın, hem de bizlerin değişime gerçekten ihtiyacı var.
Sevgiyle ve muhabbetle…
Değişime Doğru…
Bütün dünya, bir çok yıldızdan beri, sadece insanlar vasıtasıyla, taşıyla toprağı ile bitkisi ile hayvanı ile her türlü canlısıyla, yaratılmış olan herşeyiyle beraber, böyle bir ışık bilgisinin kendilerine ulaşabilmesini sağlayabilecek bir niteliği kazanmak hususunda çaba harcamaktadır. Yani yer, gök gelecek olan çok yüce, çok seyyal, çok suptil, çok ışıklı, çok latif, bütün yüce iyilikleri kendi içerisine almış ve bununla hemhal olmuş olan bir sözün, bir kelamın, bir bilginin kendilerine ulaşabilmesini sağlayacak bir zemin hazırlamakla meşgul…
İnsanlar herşeyden önce zihinlerini temiz tutmayı öğrenecekler, öğrenmek zorundalari yani birbirleriyle olan ilişkilerini gayet bağlantılı ve gayet açık seçik hale getirmek zorundalar. Yüksek bir enerjiye dayanabilecek şekilde…
–0–
Referans Bilgi
Gelecek, dünya üzerindeki beşeri faaliyetin iniş ve çıkışları ile doludur. Gelecek, muzdarip ruhların çığlıklarıyla doludur. Gelecek, elinizdeki bilgilerin yetersiz kalıp, kendi uzerinize hücum etmesiyle doludur. Gelecek, pek ince bir perde arkasında, hakikatle batılın yanyana bulunduğu sahnelerle doludur. Gelecek, beşer şuur ve vicdanının yükseleceği ve şaha kalkacağı zamanlarla doludur. Muhakkak ki, gelecek, spiritüel kudretin çok bariz olarak, bütün şu beşeriyeti, belirli bir şekilde ele geçirmesiyle dolu bulunmaktadır. Bunlar birer kehanet değildir. Varlıklarınızı ince duygularla ve temiz düşüncelerle yıkamaya alışmaniz için, her ne olursa olsun, vakit geçmiş değildir.
–0–
Dejenerasyon
Dünyadaki karmaşanın nedenleri hususunda, kendisinin yüksek bir otorite olduğunu zannedenler tarafından ifade edilen birçok bilgiler vardır. Bunların birçoğu bilindiğı gibi tamamen maddesel unsurlara ve kavramlara dayanan, maddesel birtakım etkilere veya sebeplere dayanan hususlar olarak karşımıza çıkarılır. Dünyadaki karmaşanın sebebi acaba nüfus artışı mıdır? Acaba fert başına düşen doların azlığı veya çokluğu mudur veya insanların kendilerine ait birtakım kimlikler araması mıdır veya bir toplumun diğer toplumlar üzerinde hakimiyet kurma sevdası mıdır, patronluk sevdası mıdır? Hatta daha değişik bir açıdan baktığımız vakit, bu kargaşanın nedenleri arasında inançların birbirleriyle mücadelelerinden doğan tatsız olayları da işin içine katmamız mümkündür. Halbuki bu inançların temelinde yatan unsurlar birlik beraberlik ve kardeşliktir. Böyle olmasına rağmen kargaşaya, karmaşaya sebebiyet veren en önemli hususlardan bir tanesi de inançlar meselesidir.
Oysa spiritüel planların, yüce yönetici planların inançlarla olan ilişkileri gayet azdır. Yani inşanların dünya yaşamında neye inanıp neye inanmadıkları, inandıklarıyla nasıl muamele ettikleri, hayatlarını onlarla paralel şekilde götürüp götürmedikleri hiç önemli değildir. Bütün mesele insanın kendi özü ile özü olmayanlar arasındaki bağlantılar karşısında varlığın nasıl hareket ettiğidir. Tabii bunlar üzerinde oldukça uzun düşünülmesi, anlaşılması ve birtakım ön bilgilere ihtiyaç duyulan konulardır. Şimdi biz bu meseleyi bir kenara bırakalım ve dünyadaki kargaşanın nedenleri üzerinde dururken önümüze çıkan ilk meselenin de dejenerasyon olduğunu tespit edelim.
Dejenerasyon Fransızca bir kelimedir. Türkçede bozulma veya yozlaşma, kendi asıl değerlerini yitirerek daha suni değerler içerisinde bulunmak manasma gelmektedir. Aynı kelimeden türemiş birçok kavramlar vardır. Mesela rejenerasyon vardır, ve yozlaştıktan sonra düzelme, yenileşme manasma gelir.
Dünyadaki karmaşanın nedenleri temelde dejenerasyona dayanır. Her yönden; maddi ve manevi dejenerasyon alabildiğine yayılmıştır. Neden alabildiğine dejenerasyon vardır? Bu hepimizin gözüne çarpan bir husus, müşanede edebiliyoruz, anlayabiliyoruz, hatta zaman zaman kendi varlığımızda bile birtakım dejeneratif durumları gözleyebiliyoruz. Eğer kendimizi gözlemeyi alışkanlık haline getirebilmişsek, duygularımızda, düşüncelerimiz de zaman zaman bazı dejeneratif hareketleri tespit etmemiz mümkündür. Bunu hiç kimsenin inkar etmemesi gerekir. Kim ki kendisiyle uğraşabilir, kendisini  denetlemeye, kendisini kontrol altına almaya çalışırsa, kendisinde bir takım dejenerasyon belirtilerinin olduğunu fark edecektir.
Bütün kurumlarıyla yozlaşma alanları oluşturan beşeri uygarlık büyük değişimin eşiğinde bulunuyor, temelde bu var. Demek ki dejenerasyonları böyle ayrı ayrı ele almamak gerekiyor. Herhangi bir toplum veya varlık içerisinde yayılma gösterdiği vakit, tek tek ağaçlar tarzında veya tek tek otlar tarzında, bitkiler tarzında değil de, bir bitki tarlası gibi, bir ot mahalli veya bir ağaç bahçesi gibi ele almak lazım. Bunu daha somut bir şekilde ifade etmek gerekirse, adeta bir sinek sürüsü gibi, bir oğul veren arıların hareket edişi gibi, yani bir alanmış gibi, eni boyu derinliği olan bir sistem halinde ortalığa yayılıyor. Artık tek tek orada bir anın istilasından bahsedilemez, anların istilasından bahsedilir. Dolayısıyla dejenerasyon dediğimiz zaman bunu tek tek değil, bir dejenerasyon alanı, bir tesir alanı tarzında ele almak lazım. Bu tesir alanı içerisine girmiş olan varlıklar da bu dejenerasyonun konusunu teşkil ediyor.
Bütün yozlaşmış kurumlarıyla birlikte dünya, şimdiye kadar geçip. geldiği zaman ve mekanlarda hiç görmediği, hiç işitmediği ve hiç konuşmadığı gerçeklerle karşılaşma kaderinin icaplarını yaşıyor ve yaşamaya da devam edecek. Çünki beşeri uygarlığımız büyük bir değişimin eşiğinde bulunmaktadır. Bu değişimin gerçekleşebilmesi için önce değişime konu olan her şeyin değer yargılarını yitirmiş olması, yani yozlaşmış olması lazım. Dejenere olmadıktan sonra, rejenerasyon, yani yenilenme meydana gelmez. Durduğu yerde hiçbir şeyin yenilenmesi mümkün değildir, muhakkak yenilenmesini gerektiren bir vaziyet içerisinde, yani burada olduğu gibi bir dejenerasyon içerisinde bulunması gereklidir.
–0–
Değişimin Eşiğinde
Hepimizin gözlediği gibi, dünyanın her yerinde insanların sahip oldukları çeşitli kalınlıktaki kabukların çatlatılması ve açılması, açılan kabukların altından çıkan kirliliğin giderilmesi için son derece yoğun bir çalışma var. Gün geçmiyor ki bu tip bir çalışmayı ve yoğunluğu kendi televizyonlarımızdan seyretmeyelim. Seyredilen insanları öyle uzun boylu kınamaya, ayıplamaya gerek yoktur çünki bu tip varlıkların, bu tip davranışların ortaya çıkmasının ihtiyacında olan bizleriz esasında; onlar bizim bu ihtiyaçlarımızı karşılamak durumundadır.
–0–
Olayların Amacı
Toplumsal, fiziksel ve jeolojik düzlemdeki olayların ana hedefi, dünya üzerindeki, insanlığın kendi şuur ve vicdanlarında meydana getirdikleri kabuklaşma sonucunda oluşan yozlaşma alanlarının içinden sıyrılabilme çabasını hızlandırmaktır. Bu kabuklaşma meselesi çok önemli bir husustur. Her birimizin kendimize göre, kalınlı inceli, ışık geçiren veya geçirmeyecek derecede bir durumu olan bir kabuğa sahibiz. Bu kabuklaşmalar bizim isteğimizle meydana gelmemiş, hayat dediğimiz bu geniş ve şuurlu faaliyet içerisinde meydana gelmiş birtakım dirençlerdir. Bu kabuklaşmaların altında kala kala, yani hakikat ışığını alamaya alamaya, kabuk altında bulunan varlığımızın bazı yörelerinde birtakım yozlaşmalar, dejenerasyonlar, bozulmalar meydana gelmeye başlamıştır. Eğer inançlarımızı kabuklaştırmışsak, inancımızın altında bulunan iman hususunda, Evrenle kendimiz, Yaradan’la kendimiz, varlıklarla kendimiz arasındaki münasebet hususunda bir yozlaşmaya gitmişizdir ve muhakkak bir yozlaşma olmuştur. Bunu tatbikat içerisinde, yaşam içerisinde gözlemek gayet kolay bir husus; herkes bunu gözleyebilir.
Eğer bu kabuklaşmalar ahlaki değerlerimiz üzerinde olmuşsa, bakıp görüyoruz ki: bu kabuklaşmanın altında bulunan bizim bir çeşit ahlaksal bünyemiz dejenere olmuş vaziyettedir. İşte son zamanlarda bütün medyanın şişire şişire ortaya koymaya çalıştığı husus da budur. Ahlaksal bir dejenerasyon nasıl ve hangi sebeplerle vuku bulmaktadır? Bunu hepimiz biliyoruz. Ayrıca isimlendirmenin bir gereği yok.
–0–
Yozlaşma Alanı
Demek ki her yozlaşma alanı, içine aldığı her şeyin kendi iç yozlaşmasını sağlıyor, içeride olanlar da kendi iç realitelerini pekiştirecek şekilde yozlaşmanın bütün etkinliklerini hissetmeye devam ediyor. Bunu şöyle de açabiliriz: Adeta yozlaşma alanı dediğimiz hususu özel bir tesir alanı olarak kabul edin. Özel bir manyetik veya özel bir radyasyon alanı gibi kabul edin. Bu radyasyon alanı içerisine giren her varlık bu radyasyon alanının taşımış olduğu imkanları, tesirleri kendi bünyesinde de aynı şekilde yaşamaya çalışır. Ve radyasyona çarpılmanın ‘veya radyasyon zehirlenmesine uğramanın temelinde aşağı yukarı bu radyasyon alanına benzemek var gibidir. Şimdi bu yozlaşma alanını da bir radyasyqn alanı gibi düşünelim. Çernobil olayında meydana gelen hadiseleri şöyle bir anımsayalım. Orada görünmeyen bir alan vardı, hatta hiç farkında olmadan, uzaklara kadar rüzgarlarla, yağmurlarla taşınan bir radyasyon afeti yaşandı; kendi ülkemizde de yaşadık.
Tonlarca maddeyi denize dökmek zorunda kaldık. Halbuki gözle hiçbir şey görmedik, hatta parmaklarımızın ucunda da hiçbir şey hissetmedik ama vücudumuz bu alandan korkunç derecede etkilendi. İşte yozlaşma alanı da aynen buna benzer. Yozlaşma alanının içerisine girdiğimiz vakit, bu bize bazen yukarıdan, bazen de yatay vaziyette kendi yaptığımız işlerden ötürü bir sonuç olarak ortaya çıkabilir, her şey kendi iç yozlaşmasını da meydana getirebilir.
Diyelim ki bir yozlaşma alanı A tipidir. Bunun içerisinde bulunan Ahmet, Mehmet, Ayşe de kendi varlığında A tipi yozlaşmayı meydana getirir: derhal onun tesiri altında kalarak, ona benzemeye başlar. O yozlaşma alanının niteliklerini kendisinde temsil etmeye başlar ve dejenerasyon gayet kolay bir tarzda hiçbir başka araca gerek kalmadan, etkileşme yoluyla, bir çeşit indüksiyon yoluyla kendine benzetmeye devam eder. Böylece dejenerasyona uğramış varlık onu kendi realitesi zannederek, onu pekiştirecek, yani kendi realitesini güçlendirecek şekilde yozlaşmanın bütün etkilerini hissetmeye ve yaşamaya devam eder.
Bu yüzden denebilir ki, dejenerasyonun sebeplerinden bir tanesi, insanların dünyada niçin yaşadıklarının farkında olmayışlarıdır, Neden yeryüzündeler, bunun cevabını hiçbir şekilde veremiyorlar. Bu soruya cevap verebilmek için çeşitli tesir alanları yaratılmış durumdadır. Her varlık, “Niçin dünyadayız?” sorusunun cevabını veremediği için, şuurdışından, bağlı olduğu vazife planının sürekli telkini altında kalmaktadır. Bu yoğun telkinler dünya üzerinde çok farklı realitelere sebep olur,
Herkes kendine has vazifeyi gerçekleştirmede şuur dışının etkisi altında kaldığı için, karşı iradeler karşılıklı olarak bir yıpratma politikası içine girer. Kimse kimseyi ortadan kaldırmaya çalışmıyor ama realitelerin mücadelesi başlıyor. Bunların bir kısmı da insanların meydana getirmiş olduğu ortak alanların içine çekilme şekliyle olur. Her plan, başka insanlardan da yararlanma peşindedir.
Alanlar şeklinde realitelerin mücadelesi başlayınca dejenerasyon da başlar. Bir ana tesir alanı var, bir varlık geliyor, belli yoğunluktaki o alanın adeta titreşimini düşürüyor, bozuyor. Yani bütünlüğü bozuyor. Çünki kendi vazifesini, kendi realitesini, planının yoğun itilimiyle yapmaya çalışıyor. Farkında olmadan, şuurdışından kendisine tecrübeler yaşatılıyor. Çünki artık dünya çok hızlandırılmış bir tempo içindedir. Global hareketlerin eşiğindedir.
–0–
Basınçlar
Beşeri kabukların çatlatılması, çizilerek açılması işlemi yukarıdan aşağıya inen etkiler sayesinde sürüp gidiyor. Çatlatılma ve çizilme işleminden sonraki aşama, yani bireysel ve toplumsal çaba harcayarak kabukları itmek, iç basıncı artırarak kabukları özden uzaklaştırmak biz insanlara düşüyor. İç basıncın artırılarak kabukların açılmasına devam etmeliyiz; bu çabayı hiçbir zaman elden bırakmamak gerekiyor. Kuşkusuz bu kabuklardan tam olarak kurtulmamız dünya yasalarının zorunlu bir gereği olarak mümkün olmamakla beraber, onları kendimizden belli bir mesafede tutmamız mümkündür.
Yani her tarafta bir dejenerasyon alanı mevcuttur. Bu dejenerasyon alanlarının şu veya bu kısmı içerisine girmemiz de adeta kaçınılmaz bir durumdur ama bunun meydana getirmiş olduğu etkilerin üzerimizdeki ağırlığını da mümkün olduğu kadar azaltmak da bizim elimizdedir. Realitelerle olan aramizdaki mesafeyi belli bir aralıkta tutmamız mümkündür. Öyle yapılıyor, öyle deniyor, öyle yeniyor, şimdi böyle oluyor, şimdi böyle olması lazım, beli de onlar gibi olmalıyım şeklindeki ifadeler dejenerasyonun kendi bünyemizde kolaylıkla gelişmesine sebep olur .
Bu kabuklardan tamamen kurtulmamız çok mümkün değildir, hatta pek mümkün de değildir. Çünki bazı etkilerden kendimizi kurtarmak için bir takım dirençlere ihtiyacımız vardır. Bu dirençler o etkilerin süresine bağlı olduğuna göre, nerede ne vakit neyin biteceğini, bu etkinin ortadan kalkacağını veya bu etkiye karşı ne kadar dayanabileceğimizi kestiremeyiz. Bu yüzden bu dirençler belli bir zaman sonra artık bizimle özdeşleşmeye başlar. Bizim karakterimizin veya psişik yapımızın birer temel unsuru olmaya başlar. Mizaçlar, istidatlar ve mahiyetler haline dönüşür. Ancak bu tarzdaki sürekli dirençler vasıtasıyla toplum içerisinde, hayat içerisinde kendimizi daha fazla yozlaştırmadan belli bir zaman aşımını, yani belli bir ömrü tamamlamaya çalışırız.
–0–
İnanç Kabukları
Tabii ki bu konularda inançların dirençleşmesinin çok önemi vardır. İnançlardaki dirençler çoğunlukla değişmeyen inançlar ve bilgiler tarzında ortaya çıkar. Yani hiçbir esnekliği olmayan bir durumla karşılaşırız. İnanç kabukları dediğimiz bu kabuklar çeşitli niteliklerde bulunabilirler. Bireysel ve toplumsal, maddi ve manevi kabukların içerisinde en önemli olanı elbette yüzyıllardan beri bize kadar gelmiş olan inanç kabuklarıdır. Bunları biliyoruz. Yıpranmış, eskimiş, içindeki özü tamamen kaybolmaya yüz tutmuş inanç kabuklarım inceltmek, eski özüne kavuşturmak artık imkansız hale gelmiştir. Bu durumu iyi anlayarak, yakıtı bitmiş ocağı yeniden canlandırıp alevlendirmek gayretlerinin hiçbir neticeye ulaşamayacağını da son kez tespit etmek gerekiyor.
Bu ifadeler birçok okurumuz için sarsıcı olabilir ama bu bir gerçektir, bir realitedir: buna da alışmak zorundayız. Nitekim asırlardan beri konuşulamayan inanç konuları tartışılabiliyor artık. Bunlar, inanç kabuklarının karşılıklı olarak birbirlerini çatlatması, o kabukların altında bulunan yozlaşmış kanaat ve düşüncelerin yavaş yavaş ortadan silinmesi, bünyenin temizliğe ve iyi işlere götürülmesi için yapılan çalışmalardan ibarettir.
Yıpranmış, eskimiş ve içindeki özü tamamen kaybolmaya yüz tutmuş her türlü inanç kabuklarını inceltmekte gösterilen tolerans iyilik ve sağlık durumlarının işaretidir.
Örneğin, Karadeniz yöresinde bulunan bir belediye reisinin o yörede bulunan eski bir Rum kilisesinin çanlarının çalınmasına, çalışmasına müsaade etmesi de gene bu inanç kabuklarının incelmesine, çatlamasına çok güzel bir örnektir. Türkiye’miz daha pek çok inanç kabuklarını, siyasi inanç kabuklarını, dinsel inanç kabuklarını, ideolojik inanç kabuklarını, ahlaksal inanç kabuklarını da çatlatıp, içine hakikat ışığınin girmesini sağlayacaktır ve bunlar çok kısa bir zamanda olacak gibi görünüyor. Buna da büyük ihtiyacımız var.
Hepimiz, her tekamül yolcusu, içinde yürümeye çalıştığı yolun kabuklaşmış inançlarından kurtulma gayreti içinde olarak, o inançlarla kendi tözü, yani cevheri arasındaki mesafeyi giderek açmak zorundadır. Her inancını ayrıntılı olarak incelemeye almalı, giderek iç basıncını artırarak bu kabuklaşmış inançlarından uzaklaşmalı ve yukarıdan gelmekte olan ışısı içeri alabilmelidir. Kabuklar bizim kendi kabuklarımız, başkalarının değil. Bu kabukları bir an evvel ortadan kaldırmanın, en azından ışık geçirecek kadar inceltmenin yollarını aramak lazım, zarlaştırmak lazım. Kalın bir kabuktan ziyade, incelmiş bir zar haline getirilmiş bir kabuk çokdaha evladır.
–0–
Yeni Çağa Hazırlık
İnsanlık olarak sahip olduğumuz bütün inançların her birinin özümüzle olan bağlantısını azami derecede gevşetmek Yeni Çağ’a hazırlanmanın en emin ve etkili yoludur. Bizim düşüncemiz böyledir. Her türlü bağlantıyla alakamızı sıkı olmaktan ziyade, gevşeterek yürümekten başka çaremiz yok. Çünki çok büyük değişiklikler çok sıkı bağlantılarla bağlı olanlar için büyük ıstırap kaynağı teşkil edecektir ve teşkil etmektedir de, bu daima’ böyledir.
Kendimizi, kendi varlığımızı en öndebirinci derecede tutmak zorundayız. Kendimizden, kendi varlığımızdan daha önemli, kendi ruhumuzdan. kendi metafizik güçlerimizden ve hayatımızdan önemli hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla etrafımızda meydana getirilmiş olan; ister yukarıdan, ister yatay, yani dünyanın kendi tesirleriyle meydana getirilmiş olsun her türlü bağlantı ve kabuk, varlığın hürriyetine bir engel teşkil eder. Ve hür olmayan varlık değişemez. Ancak zorla bir değişime tabi tutarsınız ama o da zulümden ibarettir, başka hiçbir şeyden değil. O bir değişim değil, zulmün bir çeşit tezahür şeklidir. .
Yeni çağ’ a uyabileceksek, 2000 yıllarını uyumlu olarak aşıp ona geçebileceksek, özellikle genç arkadaşlar, 2000’li yıllardan sonraki hayatlar asıl sizlerin hayatlarıdır. Oraya uygun bir şekilde adapte olabilmeniz için, kendinizi belli bir bağlantı gevşekliğinde tutmanız gereklidir. “Bu budur, bu kesinlikle böyledir, bunun dışında başka hiçbir şey yoktur.” sözü çok yanlış bir ifadedir; bizi çok uğraştırır sonunda. Onun öyle olmadığını anlamak için kendi varlığımızda çok büyük zaman harcamaları ve büyük meşakkatlere maruz kalırız. Bu şu andaki hayatımızda da, zaman zaman geçirmiş olduğunuz olaylar içinde de bellidir. Onar yıllık ideolojik safhalardan geçe geçe bu zamana kadar gelmiş olan birçok insanın ne gibi zorluklar içinde kaldığını ve hala ne gibi bağlantılar ve zorluklar içinde kalmakta olduğunu, hür olmadığını görmekteyiz ..
–0–
Kabuklar ve Dejenerasyon
Her inancın çok daha farklı bir şekilde anlaşılabilmesi için, katılaşmış anlayış ve inançları yumuşatmak ve onlarla olan bağları gevşetmekten başka yol yoktur. Kabuk değiştirmek, daha fazla ışığı geçirebilecek saydam kabuklara sahip olmak için esneklik gösterebilmek şarttır. Dünya kabuğunu değiştirme hedefine pek çok yaklaştık. Dünya da kendi kabuğunu değiştirmek hususunda yapmış olduğu faaliyetleraracılığıyla, göz önüne almış olduğu hedefe oldukça yakınlaşmış bir durumdadır. Dünya bir değişimin tam arifesinde bulunmaktadır. Değişimin maddi ve manevi sarsıntılarını bu şekilde yaşıyoruz.
Dünyadaki kargaşanın nedenleri arasında en büyük sebeplerden bir tanesi de budur. İnsanların kendi kabukları içerisinde sımsıkı kalmaları, onların bir dejenerasyona maruz kalmalarına sebep oluyor. O kabuklarından kendi iradeleriyle. kendi istekleriyle, kendi vicdanlarıyla sıyrılamadıkları için, dejenerasyon yoluyla bu kabuklardan sıyrılmanın veya sıyrıltılmanın imkanları aranmaktadır. Çok sevdiğimiz bir eşyanın, bir nesnenin kokuşmuş olduğunu görmek gibidir bu durum. Nitekim çoğu kez olmuştur. Çok sevdiğimiz bir yemek yapmışızdır veya bir gıda maddesi gelmiştir, onu alır buzdolabına koyarız. Ama unuturuz onu oradan çıkartmayı. Sonra hatırımıza gelir o yemek, “Ben bunu unutttum, alayım bakayım.” deriz ve alırız. Ama elimize ilk geçtiği zamanki manzaranın yerine, içini açtığımız zaman kurtlanmış bir şeyle karşılaşırsak ne hale geliriz? İşte yozlaşma da aşağı yukarı buna benzer. Yani zihnimizde, bize göre, o değer yargılarına göre ,verdiğimiz hükümlere göre o çok tertemiz bir nesne idi, bir et parçasıydı fakat belli bir zaman sonra, yani belli bir kapta, belli bir yerde tuttuğumuz için, hiçbir esneklik göstermeden sıkı sıkıya onu muhafaza ettiğimiz için, bir bakıyoruz ki, içinden kurtlanmış bir gıda çıkıyor. Bu onun yozlaşmasından ibarettir, o gıdanın dejenerasyonudur.
Her şey zamanında ve zemininde; kendine en uygun tarzda hareket halinde bulunmasıyla mumkündür. Nitekim onun kapağının üstünün açılması, daha soğuk bir yerde muhafaza edilmesi, arada sırada belki karıştırılması alt üst edilmesi gerekirdi, yani kendisiyle meşgul olunması gerekirdi. İnsan da kendisiyle meşgul olmazsa, kendini tanımak ve bilmek için kendisini mevzu edinmezse, kendisiyle karşılıklı diyalog haline gelmezse, sonunda olacak iş, kokuşmuş bir gıda gibi, kendisinin de giderek dejenere olmasıdır.
–0–
Dünyaya Bağlanmak
Dejenerasyonun çok biçimleri vardır. Dünyada asıl dejenerasyon, dünyanın bütün değerlerine bağlanmaktan ibarettir. Dünyada en değerli olanlar neler ise onlardır. Bugün için görüyoruz işte; paradır puldur buna benzer birtakım şeyler edinmektir. Dünya maddesini edinmek üst üste düğüm atmaya benzer. Bu düğümleri çözmenin yollarını, en azından bu düğümleri gevşek tutmanın yollarını bilmek lazım. Belki bazı hususlarda bazı şeylere düğüm atmamız gerekebilir ama bunları gevşek düğümle yaparsak, bunun da şuuruna varırsak dejenere olmamamız veya dejenerasyonun dalgaları altında fazla ezilmeden kurtulmamız mümkündür. Çünki dejenerasyon dalgasına uğramamak, o dalganın altında kalmamak mümkün değil. Çünki dünyanın kendisi, kendisini değiştirmek zorunda. Dünya kendi kendini değiştirecektir çünki dünyamız gerçekten dejenere olmaya başlamış bir dünyadır ..
Dünyanın kendi endişesi onun üzerinde yaşamakta olan parazitlerine de sinmiştir, insanlara da sinmiştir ve insanların bugün en büyük korkuları dünyanın giderek daha fazla dejenerasyona uğramasıdır. İşte Yeşiller hareketi vs. tarzında, doğayı dejenere olmaktan kurtaralım, pislenmekten kurtaralım tarzında yapılan hareketler aslında bir bakıma bize göre dünyanın kendi endişelerini bize nakletmesinden ibarettir. Dünya zaten değişrnek üzeredir çünki bir şeyin değişmesi için iki nokta arasında farklı seviyeler olması gerekir. Bu seviyelere, altta olana dejeneras­yon seviyeleri, üstte olana da rejenerasyon seviyeleri diyoruz. Yani rejenere olması için önce dejenere olması lazım, yozlaşmış olması lazım ki, sonradan yozlaşmışlıktan çıkmak, yani yenileşmek tarzında bir olay olsun.
Dünya hayatının şimdilerde nasıl bir dururnda olduğunu görüyoruz. Toz duman arasında fark edilen ikiyüzlülükten ibaret olduğunu görmemek ne mümkün. İnsanlığın birbirinin gözlerine bakacak hali kalmamış. Yüzler dümdüz anlamsız, derinliğini kaybetmiş, yüzeysel. İki yana bakan iki sima bir kafaya yerleşmiş. Biri konuşurken öteki susuyor, öteki konuşurken diğeri susuyor. Kimse kimseyi anlamıyor, anlamaya da. çalışmıyor. Herkes şuursuz bir şekilde koşum takımlarıyla bağlı olduğu duygu arabasını çekmenin, bir yerlere ulaşabilmenin telaşı içinde.
–0–
Duyguların Hamalı Olmayalım
Evet duygular, şu meşhur duygularımız; en çok önem verdiğimiz nesneler. Duyguların geliştirilip deneysel doygunluğa ulaştırılabilmesi için biz insanlar bütün hareketleri türlü kalıplara sokarak yapıyoruz. Kimisi için vicdani olurken, kimisi için de nefsani oluyor bu tür hareketler. Duygularıyla birleşmeyen insan var mıdır acaba? Duygularının hamalı olmayan, ilerleyeceği yolu unutmayan, neden sonra sağduyusunun önden ilerleyerek bıraktığı izleri takip etmek zorunda kalmayan insan acaba nerede? Bu soruları sormak gerekiyor.
Hepimiz duygularımızla özdeşleşiyoruz, Baştan aşağı öfke oluyoruz; baştan aşağı sevgi oluyoruz. Baştan aşağı kin garez içerisinde olmakla, baştan aşağı merhamet ve acıma duygusu içerisinde olmak arasında bir fark yoktur. Bunlar duygularla özdeşleşmek demektir . Bizim için en büyük zorluk bu özdeşleşmenin sınırlarını takip edememekten ileri geliyor. Her şeyimizde en uç noktalara kadar gitmek, her şeyi marjinal hale getirmek bizim en büyük zaafımızdır. Bu yüzden de duygularıyla birleşmeyen hiçbir İnsan yoktur. Çünki insan duygularıyla ancak varlığını sürdürmektedir. Onun bütün tecrübesi beden içerisinde enkamasyon kanunlarına uygun bir şekilde yerleşmiş olduğu için, beden içerisindeki bütün bağlantıları duyguları vasıtası ile olduğu için, çevresiyle ve kendisiyle, yani madde ile olan bağlantıları duyguları ile kurulduğu için, duyguları ile birleşmeyen insan hemen hemen yoktur. Buradaki birleşmeden maksat işbirliği manasında değil, özdeşleşme, duygularının esiri olmak manasındadır.
Duyguların hamalı olmamak lazım. Hamal olmak başka, bir şeyi taşımak başkadır. Yani hiç durmadan ne olursa olsun, hiç dinlenmeden, hiçbir amacı olmadan başkalarının gayesine hizmet ederek mütemadiyen bir şeyi taşımak hamallıktır. Yani iradi ve vicdani olmayan, gerçek bir hedefe bağlı olmadan yapılan işlerin çoğu da böyledir. “Bütün bu işin hamallığını da ben yapıyorum” diye de şikayet ederiz. Yükler ağırdır, hafiftir, olabilir, olmayabilir, yani hedeflerimize ulaşmak jçin yapacağımız hareketlere uygun düşer veya düşmez; her şeyi bizim yapmamız manasına geliyor gibidir ama buradaki hamallık bütün yüküyle, bütün baskısıyla taşımak manasma.
Örneğin, küfelerle veya sırtlarına koydukları taşıma cihazlarıyla, büyük yüksek çuvalları veya balyaları taşıyan hamallar vardır. Onlar bütün güçleriyle, bütün ağırlıklarıyla, yani bellerineve ayaklarına verilen büyük basınçla yükü taşırlar.
Dikkat edersek burada bir basınç, fizik bir güç var. Manevi bir yük taşımak hamallık değildir; bu işin fiziki yükünü taşıyoruz, yani duyguların en taşınmaması gereken hususlarını da taşıyarak, duyguları bütün adiliğiyle veya bütün yüceliğiyle veya bütün eksikliği veya bütün fazlalığıyla sırtımızda taşıma hamallığından bahsediyoruz. Zararlı olan duygusallık budur. Duyguya haddinden fazla yer vermektir.
Demek ki duyularımızın hamalı olduğumuz vakit ilerleyeceğimiz esas yolu unutmamız yüzde yüz, kesin bir şey. Yani yaşayışımızdaki maksat nedir? Yeryüzünde yapacağımız vazifeler, hizmetler nelerdir? Duygularımızın aşırı derecede esiri, onlarla aşırı derecede yüklü olarak yaşamak suretiyle asıl dünyaki hedefimizi de şaşırırız. Nereye gideceğimizi bilemeyiz çünki duygularımızı taşımaktan başka şeyimiz kalmamıştır. Vazifemiz ve hedefimiz kalmamıştır, hakiki hedefimizi kaybetmişizdir. Bu husus bir yerde inanç kabuklarıyla kapalı olan bütün insanlarda da vardır. Onlar dünyaya neden geldiklerini bilmeden, sadece  inançlarının verdiği duygularının hamalı olmak suretiyle, onların ağırlığı altında ezilmiş kalmış, hedeflerini şaşırmış, yoldan çıkmış, yani kendi yollarında ilerlerken o yolun oyuncağı haline gelmiş kimselerdir. O yolun duygularının hamalı olduğumuz vakit, o yolun da oyuncağı oluruz. O zaman kendi hedefimize asla ulaşamayız. O yol bize hiçbir zaman faydalı olmamış olur.
Tabi burada bizim duygularımızın hamalı olmadan, hedefimizi kaybetmeden ilerleyebilmemiz için her şeyden evvel sağduyumuzu önden ilerletmek zorundayız. Her şeyde sağduyumuz bizden önce hareket etmelidir, bizden, önce ilerlemeli ve bize bıraktığı ışıklı izleri takip etme imkanı sağlamalıdır. Sağduyumuz varsa belki bu duygu hamallığmı kısmen boşaltmamız ve kendi gerçek hedefimize doğru ilerlememiz mümkündür. Böylece yozlaşmanın üzerimizdeki etkilerini azaltmamız, hatta kaldırmamız mümkün olabilir.
–0–
Duyguların Hedefi
Yukarıda ele alıp sormaya çalıştığımız sorular hemen hemen her çağda cevapsız kalmıştır. Çünki dünya insanı duyguları yönünden yük almıştır. Bu yüzden elde ettiği duygusal deneyimlerle maddenin belirli yoğunluğunu yaşamaktadır. Kısaca duygularımızı, maddeyi tanımakta nasıl maşa olarak kullanabileceğimizi öğreniyor veya öğrenmeye çalışıyoruz. Bunun eğitimini görmeye çalışıyoruz.
Maddeye olan yaklaşımı duygularımızla yapabiliyoruz. Duyguların hedefi bu durumda insanı maddeye bağımlı hale getirmektir. Netice buna dönüyor. Bütün duygular İnsanı maddeye bağımlı hale getiriyor. Bazıları, “Duygular maddeyi araştırmak için kullanılmaz, madde ötesini, bir metafizik araştirmayı. bir ilahiliği, bir transandantal durumu da araştırmaya yarayabilir.” diye İtiraz edebilir. Biz bu duygularla da oraya gidebiliriz diyebiliyorsanız belki bazılarımız için mümkündür. Ama o transandantal olan yerin maddesini, onun yapısını bu duygularla araştırmaya çalışmamız, sonunda yozlaşmaya kadar götürebilir, bazılarında bu vuku bulmuştur. O duyguları vasıtasıyla ulaştıkları seviyenin etkisini kendi varlıklarında hissederek derhal bir özdeşleşme kurmuşlar ve kendilerini uluhiyetle birleştirdiklerini veya ilahlık mertebesine ulaştıklarını zannetmişlerdir ki, hemen dejenerasyon orada başlamıştır. Bu bir dejenerasyon ifadesidir. Öyle çok yüksek seviyeli tasavvufi bir anlamı da yoktur. Çünki gerçek tasavvufi manasında böyle bir durumun ifade edilmesi mümkün değildir.
Duyularımız vasıtasıyla herhangi bir ulühiyete dokunamayız, yaklaşamayız. Duyular, madde kainatına ait bir araştırma aracının yayın yaptığı tesirlerine benzer, radar gibidir. Radar dalgaları gibidir duyularımız. Bu radar dalgalarını madde ötesi yüksek alemlere yönlendirdiğimiz vakit elde edeceğimiz şey, gene radar dalgasının çarpıp geleceği maddesel unsurlardır. Kaba seviyeli etki alanlarından bilgi almamız mümkündür, ulaştığımız şeyler de o şekildedir.
–0–
Duyguların Kontrolü
Hem bağımlı olmak, hem de duyguları kontrol edebilmek ancak tek hedefe bağlanmakla olur. Bu tek hedef de esasında kendimizi fark etmemiz, kendimizi tanımamız, kendimizi bilmemiz meselesidir. Fark etmekten maksat nedir? Fark etmek her türlü özdeşleşmeyi, putlaştırnayı, putperestliği ortadan kaldırmak demektir. Bunu kaldırdığımız zaman artık kendimizi fark etmeye başlariz. Çünki kendimizi biz salt kendimiz olarak algılayamıyoruz. Daima bir şeylerle beraber. Sosyologları insanı hep ekonomik, kültürel, biyolojik olarak tarif etmeye çalışıyorlar. Yani daima kendi olmayan başka hususlarla yapılan bir tarif. Varlığın, insanın kendisi yok ancak kendisini başka bir şeylerle kıyaslamak suretiyle bir gölge fenomen ortaya çıkarır gibi bir hadise meydana getiriyorlar. Tabii sonunda da hiçbir şeyelde edilmiyor. Yani kendini fark etmek, bütün kıyas unsurlarını ortadan kaldırmakla mümkündür. İnsanın kendini tanıması kadar zor ve önemli bir amaç da yoktur.
“Kendini bilen Rab’bini bilir” ifadesi de İslam tasavvufunda, hatta Yunan ve Mısır tasavvufunda, ezoterizminde en önemli bir ifade tarzıdır. Kendimizi fark etmek, duyulara olan bağımlılıktan kurtulup onları bir maşa gibi kullanabilmenin esaslı başlangıcını oluşturmaktadır. İnsanın kendini fark etmesi, duyuları maşa gibi kullanabilmesi, yani kendine tam hakimiyet önemli bir husustur. Bu amaçla şöyle bir karara varmalıyız: Ben duyularımı maddeyi tanımak hususunda maşa olarak kullanabilecek bir beceriye ulaştım; böyle bir liyakatim var. Ben ancak duyularımla tanırım, fakat onları maşa olarak kullanırım. Duyularım ne bendir, ne de benden ayrıdır, burada tutarım onu. Benden olmayan bir şeydir, bana verilmiş olan bir araç tarzında kullanmak lazım. Duyularımızı maşa olarak kullanma liyakatine ulaştığımız zaman duyulara esir olmamak; iyi olmak, doğru almak, yalan söylememek, merhametli olmak, sevgi göstermek, sevgi almak, sevgi vermek, toleranslı olmak, herkesi bir gözle görebilmek, yani insanların büyük özlem içerisinde olduğu ama bir türlü yakalamak imkanını bulamayıp, sadece gevezeliğini yaptığı manevi kıymetleri ancak biz bu şekilde ele geçirebiliriz.
İnsanlar duygularının esiri olurken, esasında kendilerini tanımamakta sabitlik gösterdiklerini ifade etmektedirler. Kendi varlığımızı yüceltmek yerine, maddenin varlığını yüceltmek için çalışıyoruz. Sonra geriye dönüp, bakın yarattığımız şu irfana, şu uygarlığa diyerek caka satıyoruz. Böylece maddeye hükmettiğimizi de sanıyoruz. Halbuki işler başka türlü çalışıyor. Madde, duyguları kendine mal etmeye, onları kendi düzeyinde tutmaya çabalıyor. Bundan dolayı, hiç durmadan duyguları yükseklere çıkartmak için yarışılıyor. Maddenin aracılığı ile salt düşünce planına yükseleceğimizi sanıyoruz. Ama neyse ki böyle olmadığını, habis bir hücre çoğalması gibi her yerimizi kuşatmaya devam eden yozlaşma alanları ile görebiliyoruz. Eğer maddenin aracılığı ile salt düşünce planına yükselmemiz mümkün olsaydı, bu yozlaşma hareketleri olmazdı. Bu ikisinin arasındaki bağlantıyı kurmamız gerekiyor.
Yozlaşan her şeyin yerini sonunda bereketli alanlar almaktadır. Yozlaşmanın hızına direnç göstererek, gayet dikkatli bir şekilde maddenin bizden istediğini ona vermek, ondan da istediğimizi almak, gerçek bir yaşam sanatı olmaktadır, Varlıksal şuur ve hedefimizi kaybetmeden, maddenin imkanlarından yararlanmak, ona ve kendimize en faydalı yükseltici tesirleri almak ve vermek, marifetin ta kendisidir. Yani ariflik dedikleri, eskilerin böyle kasıla kasıla gerilerek söyledikleri sözün temelinde bu vardır.
–0–
Karmaşa – Teşevvüş Devrindeyiz
Bugün tüm dünyada bir karmaşa devri yaşanıyor, bunu hepimiz bilmekteyiz. Kendi mahallenizden, evimizden, topluluklarımızdan, partilerimizden, medyamızdan, gazetelerimizden, sokaklarımızdan, gidişimizden, gelişimizden, bankalarımızdan, siyasilerimizden ve millet meclisimize kadar her şeyde memleket olarak büyük bir kargaşa devri yaşıyoruz. Bundan korkmamak lazım. Bu sadece bir dejenerasyon içinde bulunmamızın bir sonucudur. Bunun sonu da bir rejenerasyondur. Muhakkak ki bütün bu olaylar yaşanacak, bütün bu. olaylar bitecek ve maddeyi maşa ile tutmayı öğrendiğimiz andan itibaren de bir yenileşmeye doğru gideceğiz. Maddeyi elimizle değil, maşalarla tutmayı, onu şuradan şuraya koymayı veya onu şu şekilde yeniden düzenlemeyi öğrendiğimiz vakit rejenerasyon, yani yenileşme olayı tekrar başlayacaktır. Çünki dünya da aynı nizam üzerinde ilerlemektedir. Bu dünyanın dışında herhangi bir şey yapmak imkanına sahip değiliz.
Bu kargaşa devrine, yerleşik spiritüel deyimimizle teşevvüş diyoruz. Teşevvüş hali içerisinde; bir karışıklık, bir bulanıklık, bir seçemezlik, A’yı B’ye, B’yi A’ya karıştırmak, altını üstüne getirmek manasında bir bulanıklık hayatı yaşanıyor. Teşevvüş hayatı bir çeşit sis altında bulanık bir görüştür. Zihnin teşevvüşü,  yani kafanızı bir yere çarptığınız zaman başınızın dönmesi, nerede olduğunuzu tefrik edememeniz ve dengenizi bulamayıp yere düşmeniz manasma gelir. Ve bir beyin travmasında, beyinde bir teşevvüş meydana gelmiştir ifadesi kullanılırdı, Yani isimleri, yerleri hatırlayamamak gibi birtakım unutkanlıklar vs.’nin olduğu durumlardır.
Biz, dünyamız ve aynı zamanda kendi ülkemiz ağır bir teşevvüş devri içerisinde ve bu teşevvüşün, bu memleketin yüksek vazifedarlık niteliğinin bir sonucu olarak daha fazla derinleşmeden, letarjik bir durum içine düşmeden atlatılması en büyük temennimizdir. Yani bir komaya geçmeden, çünki teşevvüşten komaya da geçmek mümkündür. Bunun için de uyanık olmak, kendimizi araştırmak, anlamak zorundayız. Maddenin önümüze sunmuş olduğu bir yığın cazip seçenekleri, ancak maddenin bir türü olan duyularımızın, duygularımızın bir maşa olarak kullanılmasıyla mağlup edebiliriz ve kendimizi bu şekilde kurtarabiliriz.
–0–
Karmaşa Plansaldır
Kargaşanın altında yatan öğe, bireylerin ve onların bağlı olduğu planların kapasitelerine bağlı olan çabalardır. Burada ferdi çabalarımızın çok önemi var. Atalet içerisinde bulunmamız, kargaşayı ve kargaşa devrini iyice körükleyen hususlardan biridir. Yani tembellik, iradesizlik vs. tarzında. Zaten tembelliğin adı şimdi ekonomik yan gelir arama tarzında kendini gösteriyor. Bir sürü faiz oyunları, bir sürü kağıt aldım verdim oyunları esasında bu milletin başındaki parazit bir tembelliğin sonuçlarını göstermektedir. En az eforla en çok hayat standardına ulaşma yolunda çalışılıyor.
Dünya, rahatını aramakla meşgul. Dünyada herkes rahatını arar ama bunun belli bir şekli ve özelliği olması gerekir. Liyakatini kazanmak lazım, bu rahatlığa layık olmak lazım. Liyakatin de en güzel yolu çalışmak ve gayretle olur. İyiliğe rahatlığa vesile aramakla olur; girişmek lazım. Çalışmanın kendisi girişmektir zaten. Zannetmeyelim ki çalıştığımız için birçok şeylere erişiyoruz, toparlanıyoruz, şu parayı alıyoruz veya şu evimiz oluyor, şu arabamız oluyor, Tanrı bize şu çocukları veriyor vs. Çalışmamızın sonucu olduğunu zannetmeyin, bizim yaptığımız çaba çok az çabadır, çok az bir gayrettir, o gayretlerle bu işler olmaz. Bu kadar kıymeti ve enerjiyi biraraya getirmemiz mümkün değiL.Bu nimetin külfetini yaşamak lazım. Hiç kimse külfete katlanmak istemiyor. Bir ücret istiyorsak, bir çaba göstermek lazım. Bir çabaya karşılık bir ücret vardır. Bir çalışmaya karşılık bir bedel vardır.
Kargaşanın altında yatan öğe dedik, bu da bireylerin ve onların bağlı olduğu planların kapasitelerine bağlı olan çabalardır.
Yukarıdan, ruhsal dünyadan gelen her türlü yardıma rağmen, daha önceden çizilmiş sınırlar içinde kalan çabalar, bu sınırları aşabilecek kabiliyette bulunmamaktadır. Bizlere düşen en iyi vazife, fertlerin sınırlarını en iyi şekilde belirlemek ve sınırlar içindeki kapasiteden azami şekilde yararlanmaktır. Kargaşa döneminde varlıkların meydana getirdikleri olaylar zaman zaman kendi inisiyatifleri ile ilgili olsa da zaman zaman çeşitli tesirlerle de olabilmektedir. Yukarıdan gelen baskılı etkilerin yanı sıra yataydan, yani fizik plandan gelen etkiler de vardır. Birey yukarıdan aldığı tesirle yatay plandaki diğer varlıklara yönlenebilir. Bu sırada şuur alanlarında farklı iletişimler meydana gelir.
Metapsişik Derneği ve onun yıllarca süren çalışmasının meydana getirdiği topluluklar bir ortak alana sahiptir. Bu büyük topluluğun bireyleri kendi kişisel etki alanlarına sahiptirler. Bu ‘alanlarda işbirliği içinde oldukları bireylerin etkilerini sürekli olarak görmek mümkündür. Dıştan gelen bu etkilerin nitelikleri bireye de geçer. Duyguların devreye girmesi ile ani sarsıntılar da ortaya çıkar. Karmaşayla da teşevvüş devrinin alanlar ile yakından ilgisi vardır. Bireylerin yeni tesir alanlarına kendilerini adapte edememelerinden dolayı ortaya çıkan komplikasyonlar neticesinde, uyumsuzluk göstermeleri ve yolun ağırlığından dolayı gidişe ayak uyduramayıp son bir çaba ile’ diğer varlıkların alanlarına etki edebilmek şeklinde yönlendirmeye tabi tutulmaları ve sonuç olarak ise güçlü alanlara etki edemeyip, ancak girebildikleri alanlara girerek o etki alanları içindeki bulanıklığa sebebiyet vermeleri çok doğaldır.
Yani bu hem bizler için, hem de bütün dünya için ve kendi milletimiz için geçerli olan bir ifadedir. 2000 yıllarına doğru büyük sancılar içinde ilerlerken, en ağır liyakat imtihanlarından geçirilmek suretiyle, bütün esneklik ve uyum süreçlerinin eğitimini gören insanlık tam bir genel teşevvüş devrinin varlıkları olarak rollerini yerine getiriyor. Bu ağır ve genel teşevvüşün zeminini duygulara bağlı içgüdüsel hayatın hakimiyeti oluşturur. Vicdan ve sevgiden giderek yoksunlaşan bilgisiz bir insanlığın, sınavcı tesirlerin karşısında gösterdiği davranış tutarsızlığı, şuurlardaki perdelerin iyice yoğunlaşmasına, kalınlaşmasına, insanı kendi kendisinin içine hapsetmesine neden olmaktadır. Bütün tekamül seviyelerinde, insanları teşevvüşe sokan sınav etkilerinin harekete geçirdiği mekanizma duygulardır. Duygular ister şuurlu, ister şuurdışı olsun dünya hayatının gerçekleşmesinde en büyük rolü üstlenmiştir. Dünya hayatına bizi bağlayan, ona hizmet etmemizi kolaylaştıran, ama genede ona galip gelerek gelişmemizin bu aşamasını sağlamamıza yardım eden, duygulardır.
–0–
Üstün Tesirin Hakimiyeti
Dejenerasyonun bir diğer sebebi de yükseltici, geliştirici, hızlandırıcı bir alanın durağan, ağır hareket eden, yükselme ihtiyacında olan, artık işlevini giderek kaybetmiş, hedefini şaşırmış olan bir alanı kontrol altına almasıdır. Daha alt seviyede bulunan alanın değerleri yavaş yavaş kendi içinde azalmaya, yok olmaya başlar. Değer kayıplarına uğramaya başlar, çünki kendisinden çok daha değerli olan bir realite onun üzerine gelmiş, ona baskı yapmaktadır. Oradan kendisine gelen bir tesir vardır, bu tesire dayanamaz. Yani buzun sıcağa dayanamayışı gibi başlar erimeye; buzun erimesi ne demek? Buzun dejenere olması demektir. Suya tahvil olunuyor, eriyor, yani kendindeki o form, o biçim, o soğukluk, o nitelik artık yavaş yavaş ortadan kalkıyor; dejenerasyon budur. Bizim de dejenere olmamız, içinde bulunduğumuz dünyanın dejenere olması demek, dünya üstü çok yüksek seviyeli bir etki alanının dünyayı değiştirmek, başkalaştırmak istemesinden ve daha üst seviyelere çekme arzusundan meydana gelen umumi bir değiştirme, bir transformasyondur.
Dünyanın her varlığı üzerinde, iğnesinden ipliğine varıncaya kadar, madeninden, ağacından, kuşundan, itinden, aslanından, insanından, siyasetçisinden, askerinden, öğretmeninden, hatırınıza ne gelirse, toplumun her kesimi, kısacası öyle söylemek lazım, tabiatın her kesiminde bir dejenerasyon vardır. Ama bu aynen bir ısı karşısında buzun erimesine benzeyen bir dejenerasyondur. Yani kalıplarının dışına çıkması, kalıplarını yok etmesi, kalıplarını kırması, kalıpsızlaşmak, kalıbını meydana getiren neler varsa, onu kalıp içerisinde, dört duvar içerisinde tutan neler varsa, bütün bunların yavaş yavaş çözülme meylinde olması demektir. İnançlar, felsefelerı iktisadi düşünceler, hukuk meseleleri, aile ilişkileri, insan anlayışı, sanat, fen, bilim, herkes bu dejenerasyondan nasibini almaktadır.
Çözülmesi, kabuğunu kırması, dirençlerin ortadan kalkması gereken durum varsa, bu yüce tesir bütün bunları sağlar. Bütündirençleri eritir, kırar. Yani onun karşısında herhangi bir güç sağlam kalamaz; ne kadar soğuk olursa olsun, o ısı onu yavaş yavaş eritmeye, çökertmeye, başka hale geçirmeye, tahvil etmeye muktedirdir.
Demek ki aslında dejenerasyonlan korkulu şeyler olarak değil, büyük bir hikmet içerisinde, büyük bir sabır ve dayanıklılıkla Allah’ın bir lütfu olarak kabul etmek lazım. Dejenere olmadan biz yenileşemeyiz. Yani içinde bulunduğumuz hal ve şeriatten, kanaatlerimizden, düşüncelerimizden. fikirlerimizden. inançlarrmızdan, saçma sapan şeylerimizden, birikmiş kendi yanlış anlayışlarımızdan, yanlış yorumlanmızdan meydana getirmiş olduğumuz yapay dünyamızdan başka türlü kurtulamayız. Bu kalıplaşmış dünyanın, bu sunileştirilmiş dünyanın dışına ancak taşabildiğimiz kadar hakikatlerle, değişmeyen, sabit gerçeklerle karşılaşmamız mümkündür; onun için sakın korkmayalım. Bütün mesele bu dejenerasyonun dışına çıkmak değil, eğer fark edebiliyorsanız, bu dejenerasyondan yararlanmayı öğrenmeye çalışmaktır. Dejenerasyonun hedefi nedir, neler daha çabuk dejenere oluyor, neler daha az dejenere oluyor ve o dejenere edici, o bozucu, o çözücü tesir, zaman akımı, zaman enerjisinin hedefi nedir, bunu anlamaya çalışın. Yani sizde ne gibi değişiklikler meydana getirmeye çalışıyorsa, siz daha evvel yapmaya çalışın o değişikliği veya şimdiden zihninizde o değişiklik için bir yer ayırın. “Bu saf hakikattir, bundan daha ala altın, bundan daha ala gümüş olmaz. Benim altınım en saf altındır, benim gümüşüm en saf gümüştür. benim elmasım en parlak, en temiz elmastır.” dememenin yollarını aramak lazım.
İyinin de iyisi, üstünün de bir üstünü, hakikatin de hakikati vardır. Bunlar hep iç içe devam eder gider. Hiçbir yerde kalmamanın, statükoyu muhafaza etmemenin yollarını aramak lazım. Eğer böyle bir mizacı kendinizde geliştiriyorsanız, sizin çekinecek, korkacak hiçbir şeyiniz olmaz, çünki statükoyu muhafaza etmeme, her türlü statükoya uyum sağlama kabiliyetinizi artırmışsanız sizin için hiçbir problem yok. Hangisi olursa olsun, siz o duruma uyum sağlamak zorundasınız, çünki netice itibarı ile insanların uyum sağlayarnama katılığının karşılığında dejenerasyon başlıyor.
Eğer insanlık uyum sağlamayı bilmiş olsaydı tam manasıyla, bunca zamandır kendisine gelen hadiseleri anlayıp, olan bitenin farkımfvarıp da onlara uyum sağlayabilmiş olsaydı, bu derecede yoğun bir dejenerasyon olmazdı. Bunları fark etmediği için, hep statüyü muhafaza ettiği için, “Aman kımıldamasın, aman o öyle olmasın, aman bozulmasın, aman kırılmasın, aman yıkılmasın, bu daha iyi, bu daha faydalı, hep böyle kalalım” şeklinde denildiği için zaten ülkemiz dahil, dünyanın her yerinde yoğunbir dejenerasyon yaşanıyor.
–0–
İmtihanlar ve Uyum Alanları
Bu bölüme kadarki yazılarla, dejenerasyon, dejenerasyon alanlarından ve dejenerasyonu meydana getiren sebeplerden bahsetmeye çalıştık. Her türlüsüyle inanç kabuklarının çatlatılması, kendi varlığımızdan dışarıya atılması, diğer bir ifadesi ile özdeşleştiğimiz, aynileştiğimiz hususlardan kendimizi sıyırmamız gerektiğini belirttik. Bunları da esneklik ve uyum konusuna bağlamaya çalıştık.
Esneklik ve uyum hepimizin çok iyi şekilde uygulamasını yapmak zorunda olduğu ve her an bu uygulamanın içerisinde bulunduğumuz bir durumdur. Esneklik gösterebilmek, sonra da uyum sağlayabilmek problemidir. Günlük hayat içerisinde her an, hem kendi bedenimizden, hem de dış çevreden kendi varlığımıza karşı gelen bir yığın sayısız etki vardır. Etki ederiz ya da etkiye maruz kalırız. Pasif şekliyle edilgen hale geliriz veya etken halde bulunuruz. Her iki halde de, daima bir esneklik ve uyum problemi ile karşı karşıyayızdır.
Bütün insanlık, kendisine aşağıdan ve yukarıdan yapılan her türlü baskı etkisine karşı esneklik göstererek, ortak anlayış alanları, uyum sağlayan alanlar, modern tabiri ile konsensüs dedikleri mutabakat alanları meydana getirebilmenin çeşitli imtihanlarından geçmektedir. Bunu hepimiz biliyoruz; evli olanlar, çalışanlar, tahsil görenler, birşey öğretmeye çalışan kişiler, yolda araç kullananlar vs. hepsi hayatın akışı içerisinde, o günün kendi üzerine getirmiş olduğu her türlü baskıya karşı esnek olmaya, uysal olmaya, yani bir bakıma sabırlı olmaya, sabır göstermeye mecburdur. mecbur bırakılmıştır.
Her imtihan yeni bir uyum alanının oluşmasına yarayan işaretlerle dolu hadiselerden ibarettir. Hadiseleri bu şekilde görmek lazım. Bu iş benim başıma niçin geliyor, falan insan niçin böyle hadise ile karşılaştı, şimdi sokakta olan bu nedir? Millet Meclisi’nde olan iş nedir? Mahallede olan iş nedir? Camide olan iş nedir? Bakkalla aramızda veya park yeri zorunluluğu içerisinde kalırsak. arabamızla diğer kişiler arasındaki olaylar vs. aklımıza ne geliyorsa, ayakkabımızın ayağımızı sıkması dahi, nasırımızın ayağımıza vurması dahi gene bir esneklik ve uyum problemi ile alakalıdır. Yani bunların her biri, kendi çapında ve ihtiyacımıza göre ayarlanmış olan birer imtihandan ibarettir.
İmtihanların yelpazesi çok geniştir. İmtihanları biz sadece, çok belirgin şartlar içerisinde meydana getirilen usuller olarak veya bir etkileşme olarak ele almayalım. İmtihan her andır. Dişimizin ağrısı da imtihandır. Bir şeye çok sevinmemiz de bir imtihandır, çok üzülrnemiz de bir imtihandır. Yani ister aktif, ister pasif olsun, ister acı veren, isterse huzur ve mutluluk veren bir mesel e olsun, bütün hadiselerin temelinde uyum alanlarırun oluşmasına yarayan işaretler vardır. Nasıl nitelersek niteleyelim, maddi ve manevi bütün hadiselerı olguları temel amaç olarak içlerinde taşıdıkları zorlayıcı güç sayesinde insanları uyuma zorlar. Sabahleyin kalktığımız vakit, benzine veya ekmeğe yapılan zammı duyduğumuz anda zihnimizde “Eh ne yapalım, elle gelen düğün bayram” gibi bir telafi cümleciği ile bir meseleye uyum sağlamaya çalıştığımızı hiç unutmayalım. Aslında biz zaten ona uyacağız, uymak istediğimizi ifade ediyoruz. Bir uyum sağlama kabiliyeti bizde var; kıpırdanmış, harekete geçmiş. Bunu hiç olmazsa tek başımıza değil de, birçok insanla dayanışma halinde göğüslersek, karşılarsak belki sonuçta ortaya çıkacak olan bazı istenmeyen ruhsal durumların ortadan kalkmasını sağlamaya çalışmış oluruz gibi bir izlenim var. Yani biraz daha mutlu kalabilmek meselesi. Her olay temelinde insanlığı uyuma zorlar. Bütün yasalar, anayasa en baştaolmak üzere ya da kutsal kitapların kendi şeriatleri en başta olmak üzere, daima bizim içimizdeki esneklik ve uyum yetisini geliştirmeyi hedeflemiştir.
Bu şekilde biz kainatla olan münasebetimizi, dünyada karşılaştığımız bu olaylarla kainatın çok yönlü etkilerine karşı esneklik ve uyum sağlama yeteneğimizi de geliştirmiş oluruz.
–0–
Istırap ve Sabır
Uyumun süresini sabırlı olmakla ifade ediyoruz. Sabret, dayan, tahammül et, yani onu taşımayı öğren şekliyle. Uyum süresini mümkün olduğu kadar uzun tutabilmek, katılımlarla genişleyen ortak alanlar için yeni uyum durumları oluşturmak, yeni organizasyonlara da gitmek gerekiyor. Bu işlemlerdeki aksaklıklar eninde sonunda insanlığın ağır imtihanlara maruz kalmasına sebep olacaktır. Genellikle toptan karşılaştığımız ağır imtihanların temelinde yatan iş, insana zulmetmek veya insanın kafasına vura vura, sen bana karşı gelir misin, benim yasalarımı dinlemez misin vs. der gibi intikam besleyen terbiyeci bir davranış değildir. Hayatın herıstıraph noktası, bizim esnekliğimizi ve uyumumuzu sağlamak bakımından bir hayırlı yoldur. Eskilerin sabretmesini bilmek yahut sabırlı olmak ifadesiyle ortaya koyduğu şey, hayatın hertürlü etkisine karşı esnek olabilmektir. O bizi itiyorsa kopmayacak şekilde yaylanmak, o itiş istikametinde gerilmek. Geriye doğru gerilmek; tepemizden bastırıyorsa mümkün olduğu kadar onunla beraber aşağı doğru yassılabilmek ve sonra tekrar çıkabilmek.
Rüzgarın önünde kırılmamak için yana yatan kamış hikayesinde bunu görebiliriz. Bu tarzda kamış, kendi bünyesinde bulunan esneklik sayesinde, kendisine yapılan baskılara karşı büyük bir sabır, direnç gösteriyor, yatıyor, toprağa kadar eğiliyor ve o rüzgar, büyük fırtına geçtikten sonra tekrar doğrulabiliyor, yani kendi varlığını muhafaza edebiliyor. Böylece o kamış, bu tarzdaki esnekligini direncini, gücünü artırabiliyor. Artık değme rüzgara karşı, değme itmeye karşı öyle kırılacak. kırılıp dökülüp parçalanacak bir duruma gelmiyor, varlık bütünlüğünü muhafaza edebiliyor. O kamışı eğer’insan olarak alırsanız, aynı özelliği burada da görebiliriz.
–0–
Şuurlu Uyum ve Esneklik
Sadece insan varlığı olarak değil, varlık olarak ele alalım. Varlığın çeşitli tezahürleri var, insan olarak, bitki olarak, taşı toprak olarak zuhur edebilir, o bir tezahür biçimidir. Varlıktır bütün burada tezahür eden. Taşı kaya da olsa, kurt, kedi de olsa, ağaç, çiçek de olsa, insan da olsa hepsi varlıktır. Dıştan ve içerden, yani kendi bulunduğu muhitten ve kendi bulunduğu muhitin dışında, yani yukarıdan semavi ve rabbani etkiler karşısında da, insani etkiler karşısındada esneklik göstermek ve o itişe, o çekişe uyum sağlamak lazım. İtiyorsa itilmek, çekiyorsa çekilmek tarzında.
Ama bu demek değildir ki her söylenen kabul edilecek, ensemize her tokat atana hiç sesimizi bile çıkartmayacağız. O manada değiL. Bunlar gayet şuurlu ve anlayışlı bir şekilde, hayatın size yöneltmiş olduğu birtakım zorluklar, itici, sıkıştırıcı basınçlar karşısında içinizle, iç direncinizle o dıştan gelen direnci karşılayabilmeyi öğretiyor. Çünki etkiler, genellikle yenileştirici etkiler, zorlayıcı bir güç karşısında kendini ortaya koyuyor. Zorlayıcı etkiler, yenileştirici etkilerle karşılaşabiliyor.
Bizde mevcut olan zorlayıcı etkiler ise kabuklarmızdır. Kabuklar birtakım alışkanlıklardan, kabullerden, inançlardan meydana gelmiş dirençlerimizdir. Direnç mekanizması kuruyoruz, varlığımızın her tarafında. Onlar da kaplumbağa kabuğu gibi vücudumuzun her tarafını, varlığımızın her tarafını kaplayan bir sistem gibi. Her bir kabuk vaktiyle bizi herhangi bir şeye karşı korumuştu. Dış bir etkiye karşı kendi varlığımızda bir denge kurmak üzere böylebir kabuktan yararlanmış olabiliriz. Fakat belli bir zaman içerisinde bu kabuğun kalınlaşması ağır bir direnç meydana getiriyor ve dışarıdaki ışığa, bilgiye, bizi yenileştirecek olan tesirlere karşı kendimizi tamamen kapalı bir şekle sokuyoruz. O tesirlere karşı kapalı bir hale geliyoruz. Artık onlar bize nüfuz edemiyorlar. Nüfuz edemedikleri için bizim tekamülümüz başlıyor yavaşlamaya, hızmuz yavaşlıyor, gelişme, rejenerasyonumuz azalmaya başlıyor ve böylece biz giderek gerileyen, körelen ve yozlaşan bir varlık veya varlık alanı içerisinde kalmaya mecbur oluyoruz.
–0–
Kabuklar Dirençlerimizdir
Kabuklar dirençlerimizdir. Bu dirençlerle biz kolay kolay esneyemeyiz. Bir lastiğin etrafına alüminyum bir şerit sarıldığında o lastikte esneme kalmaz. Çok az bir esneme kalır, çok zorlanmamız lazım, hiçbir işe yaramaz, belki de kopar. Mesele zaten kopmak değildir. Ama bu esneklik olmazsa, bizim manevi esnekliğimiz. sabrımız, her şeye uyum sağlayabilmemiz. şuurumuzun başka şuur alanlarıyla birleşmesi ve onlarla alışveriş yapması, diğer bir tabirle insanlarla sempatik ilişkilere girebilmemiz, onlara sevgi tesiri aktarabilmemiz, onlardan gelen sevgi tesirini alabilmemiz. bu enerji alışverişleri mümkün değildir. Ancak esneklik vasıtasıyla ulaşabilmek mümkündür.
Uzun yıllardır ülkemizde birlik ve beraberlik ruhundan bahsediliyor. Mütemadiyen bunu anlatmaya çalışıyorlar fakat birlik ve beraberliğin meydana gelebilmesi için de, umumiyetle çok büyük nutuk atanlarda. apaçık görülüyor ki, o birlik ve beraberliği meydana getirecek esneklik ve uyum hali mevcut değiL. Birlik ve beraberlik derken, aynı zamanda, esneklik içerisinde olmadan gayet sert konuşmalar, sert fikir ifadeleri ye tabii o fikirlerle beraber gayet kaba bir zihni ayrım, düşünce ayrımı da ortaya çıkıyor.
Esneklik ve uyum lafla değil, tamamen fiille olacak bir iştir. Örneğin, evliliği bu bakış açısından ele alırsanız, evliler çok daha mutlu, çok daha başarılı olurlar. Evliliğin temel esası, kasti bir şekilde esneklik ve uyum yasalarını uygulamak için bir irade beyanından ibarettir. Yoksa materyalist bilimcilerin veya şu veya bu bilimci olduğunu iddia edenlerin gözleriyle gördükleri şeyleri ifade etmek tarzında değil. İşte aile birliği, neslin çoğalması. beşeri problemler, terbiyeler. çocukların yetiştirilmesi vs. tarzında değiL. Yani bir tarla var ortada, bir de tarlayı ekip biçen bir rençber var, bu ikisinin münasebeti gibi değildir. Evlilikler esasında esneklik ve uyum gösterme egzersizlerinin çok derinden, çok materyal bir şekilde uygulandığı müesseselerdir, Boşanmalar birbirinden ayrılmalar. veya birbirine küsmelerin temelinde de bu yardır. Birbirlerinin isteklerine, birbirlerinin etki alanlarına karşı esneklik gösterememek ve birbirlerine karşı da uyum sağlayamamak. Çok derin bir uyumsuzluk içerisinde olduğu için boşanmalar meydana gelebiliyor. Maddi ve manevi uyumsuzluk içerisinde bulunabiliyorlar, yaşam imkansızlaşıyor. Bu ifade bile, medeni kanunda, aile hukukunda boşanma sebeplerinden birini teşkil ediyor, kuvvetli bir boşanma sebebidir.
–0–
Disiplin ve Uyum
Asker ocağı deyip geçmeyelim, asker ocağı sadece oraya gelen kişilerin şahsi gelişmeleriyle uğraşmaz. Yani onlara harp sanatını öğretmek, nefsine hakim olmayı ôğretmek veya ‘vücudunun birtakım yeni nitelikler almasını sağlamak değildir; gerçi onlar da işin içindedir. Asker ocağı, birbiriyle tekamül farkları olan, çok ayrı sosyal çevrelerden, gelmiş, değişik kültürlere sahip olan insanların çok mühim bir etki altında kalarak esneklik gösterip uyum sağladıkları yerdir. Bu nedenle askerlik sadece insan öldürmek için değildir, yani askerliğe karşı gelmeye çalışan insanlar yanlış düşünüyorlar.
Askerlik, askerlik ocağı bilhassa bizim gibi dünyanın doğu veya ortadoğusunda yaşamış olan varlıklar için, karmaşık bir toplum yapısına sahip insanlar için esneklik ve uyum yönünden en önemli bir noktadır. Ve askerlik, toptan bir şekilde, gayet önemli bir şekilde’ insanların birbirleriyle kaynaşmalarına, birbirlerine tahammül edebilmelerine, birbirlerine hayat haklarını tanıyabilmelerine, birbirlerinin esneklik ve uyum alanları içerisinde ortak uyum alanları yaratabilmelerine vesile olan çok önemli müessesedir. Spiritüel açıdan meseleyi böyle görmekteyiz.
Ayrıca orada pek çok şey de öğrenebilirsiniz, okuma yazmadan tutun yemek yemeyi dahi öğrenebilirsiniz. Kaşık nasıl tutulur, çatal nasıl tutulur, nasıl yatılır, nasıl kalkılır. yatak nasıl düzeltilir. ..
–0–
Dirençler
Dirençler de türlü türlüdür. Eskilerin nefs ifadesi ve bundan türemiş nefsaniyet de dirençlerin anlatımı için zamanın ihtiyaçlarına cevap veren bir kavram olarak kullanılmıştır. Sevgi enerjisinin hareketinde dirençler büyük rol oynamaktadır. Sevgi ve nefret direncin niteliğine bağlı iki ters uç gibi gözükür. Oysa dirençler, uyum sağlama iradesinin etkisi ile fonksiyon değişmelerine her zaman uğramışlardır, yani nefretler sevgilere, sevgiler nefretlere her zaman dönüşebilir. Dünya hayatının ruh varlığına karşı gösterdiği doğal bir etki de, işte bu direnç konularıdır. Maddenin her türlü etkisine ve direncine karşı,enkarne olan varlıkların da etkileri ve dirençleri vardır şüphesiz. Realiteler arasında ilerlerken, ihtiyaç ve gerçekiere uygun olarak çeşitli esnek hareketler göstermek ve her esnek hareketin beraberinde getirdiği uyum alanlarında yeterince alıştırmalar yaparak, rıza ve sabır haleti içerisinde bilgi, görgü ve tecrübeyi artırmak artık esas fonksiyonumuz olmuştur.
Realiteler yerlerini daha kapsamlı realitelere terk etmek zorundalar daima. Yani bugünkü durumumuz giderek yarınki durumumuz içinde eriyecektir. Bugünkü anlayışımız yarın elde edeceğimiz daha kapsamlı bir anlayışın içerisinde, bugünkü küçük sevgimiz yarınki çok daha büyük bir sevginin içerisinde eriyecektir. Çünki tekarntil daima ileriye doğrudur. Enine ve boyuna nasıl düşünürsek düşünelim; hem düzlemini genişletir hem yüksekliğini genişletir: alan olarak düzlemini genişletirken, ufuk olarak da yüksekliğini genişletir. Dolayısıyla realitelerin daha kapsamlı realitelere terk edilmesi bir zaruret haline geliyor.
Bazı insanlarımız esnekliklerini kaybettiği, esneme güçleri kalmadığı için, adına nostalji dedikleri tersine dönüş, tersine akış içerisine girmişlerdir. Onlaresnekliklerini kaybetmiş insanlardır. Uyum sağlama kapasiteleri zayıfla­mış insanlardır. Halbuki daha ileriye bakmak, daima öte­deki ufku, o ufkun arkasındaki öteki ufku takip etmek, ebediyetin arkasındaki ebediyeti isternek bizim en büyük görevimizdir. Olduğumuz yerde kalmamak zorundayız çünki realiteler daha kapsamlı realitelere kendi yerlerini terk etmek zorundadır. Tekamülün genel kuralı budur ve bu zaten hep de böyle olmuştur. İstediğiniz kadar tahkik edin, bakın. Dolayısıyla nostaljik hareketler, geriye dönüş hareketleri hiçbir zaman birduygusal tavırlanmadan öteye geçemez. “Efendim, eskiden işler ‘şu kadar daha güzeldi de, şöyle olurdu da, şu saygısı vardı da, şu sevgisi vardı da, Beyoğlu’na çıkarken, pantolonlar ütülenir, kravat takılır, traş olunurdu da, şimdi şöyle yapılıyor da” vs. Bunlar kendi icaplarına göre, kendi realitelerinin, kendi devirlerinin ihtiyaçlarına göre meydana getirilmiş olaylardır.
Eğer birtakım alışkanlıklarımızı hep sürdürmeye kalksaydık. biz bugün ülkemizin içinde bulunduğu gerçekten büyük değişiklikleri yaşama imkanına kavuşamazdık. Mesela en azından, 105.6 FM kanalından radyoyla size hitap edemezdik açıkçası, kesinlikle. Ömrü hayatımız hep Ankara radyosu, uzun dalgayı dinlemekle geçti. Ondan nice sonra bir orta dalga, nice sonra bir kısa dalga, daha çok çok yenilerde de bir FM dalgası var. Biz hep nostaljik olarak kalsaydık. dijital bir radyonun hassasiyetine asla kavuşamazdık. Eğer hala taş plaktaki gramofonu çevirerek elimizle onu dinletmeye kalkmış olsak, bugün size hiçbir müzik iletilemezdi. Dünyanın hiçbir yerindeki radyolar gramofonla çalışamaz.
–0–
Duygular ve Uyum
Demek ki her realite kendinden sonra gelecek olan realitenin içerisinde erimek zorundadır. İnançlarımız da o şekilde, kabuklarımız da o şekilde. Kabuklarımız daha güçlü etkiler altında yavaş yavaş eriyecektir ve erimek zorundadır. Her kabuk eritmemiz bizim biraz esneklik kazanmamız ve uyum sağlamamız demektir. Bunda korkulacak, kaçılacak hiçbir şey yok. Hayatımızın bütün mücadelesi, esneklik ve uyum sağlama hususunda bize türlü ıstıraplar getiren dirençlerimizin içinde geçer.
Sevgi, hoşgörü, merhamet, dostluk, sempati ve bunların karşıtları dirençlerin gücüne bağlıdır. Sevgi gösterebilirsiniz, sevgi enerjinizi başkasına aktarmak istersiniz, büyük bir samimiyet ve istekle ama karşınızdaki insanın bu sevgi enerjisine tahammülü yoksa, bu esnemeyi gösteremiyorsa, sizinle uyum sağlayamayıp direnç gösteriyorsa, siz o sevgi enerjisini karşı tarafa aktaramazsınız, o enerji vasıtasıyla o insan varlığında birtakım yeni hareketlere, yeni düşüncelere, yeni hamlelerede başlangıç teşkil edemezsiniz.
Sevgi yoluyla insanları bu şekilde geliştirmeniz mümkün olamaz. Demek ki her şeyden önce, sevgi enerjisini başka varlıklara bağlamadan evvel, onlara bunu intikal ettirmeden evvel o varlıkların sevgi enerjisine karşı olan dirençlerinin ortadan kaldırılması gerekir, yani uyum sağlamaları, esneklik göstermeleri gerekir. İnsanların önce birbirlerine tahammül etmeleri lazım. Her insan ayrı realiteye sahiptir, o realiteler karşılıklı olarak birbirlerini çelebilirler, birbirlerine direnç gösterebilirler. Bu nedenle önce bu uyumu sağlamamız lazım. Sende sen, bende ben olmaz. Biz haline gelmemiz gerekir. Biz demek ortak bir alan meydana getirmiş olmak demektir. Ben yok, sen yok, biz varız diye birtakım sloganlar yapılır. Anlatılmaya çalışılır, ama birlik ve beraberlik için bu tarzdaki dirençlerin ortadan kalkması ve herkesin birbirine tahammül etmesi lazım. Bu tahammülü, bu sabrı gösteremiyorsak, bunu sırtımıza alip taşıyamıyorsak, hiçbir zaman o istediğimiz sevgili dostluklar kurulamaz, hepsi sahtedostluklar altında olan egoistik bir alan meydana getirmiş oluruz, gene kendimizi soyutlarız insanlardan.
Uyum ve esneklik süreçlerinin her an hakim olduğu madde dünyasında her an ayakta kalabilmenin yolu, duygularımızı kontrol edebilmekle başlar. Çünki dirençlerimizin uyum ve uyumsuzluklarımızın temelinde duyularımızın rolü çok büyüktür. Uyum ve esneklik bütün benliğimizde, sonsuz enkarnasyonlar sürecinde ulaşılması gerekli olan bir hedeftir. Her merhalenin, her yeni ufkun, ulaşıldıkça genişleyen varlıksal mekanların zaman ve mekan icaplarına uyum sağlamak ve bunun için de her yönüyle esneklik gösterebilmek, gerçek bir yok oluştur. Gerçek kendini tanımak nedir, kimdir ya da ne ve kim sorularının aşılmasından sonra gelen varlık şuurunun içerisinde, bir bütünün bütünleyicisi olduğunun farkına varmadan bir bütünleyici olmaktır. Birlik şuurunun içinde erirnektir. Birlik şuuru’ içinde erimenin birinci şartı da hiçbir şekilde uyumsuzluk göstermemek, bütün dirençleri, bütün kabukları ortadan kaldırmaktır.       .
Nice sufiler ve nice mutasavvıf olduğunu söyleyen insanlarla karşılaşılmıştır ama hiç birinde uyum sağlama kabiliyeti yoktu. Hep birlikten, erimekten bahsetmişlerdi fakat etraflarından kendilerini soyutlamışlar, hiç insanlarla ilgileri yok, bütün benliklerinin kabukları kendi üzerlerinde kalmış durumda. Halbuki insan kendini tecrit etmemek zorunda. Sufilikte çok bilinen bir durum vardır. “Sen bir hedefe ulaşmış olsan bile, bir menzilden geçip bir hedefe ulaşmış, bir şeye kavuşmuş olsan bile tekrar şeriate dönmen gerekir” denir. O senin kavuştuğun bir iştir. Kavuşmak sana ait bir meseledir. Hangi hedefe, hangi amaca ulaşırsan ulaşırsın. Fakat şeriatten ayrılamazsın, şeriat de ne demek, temelinde hayatı yaşamak zorundasın. Hayatı her noktasıyla, sana verilmiş olan kurallar dahilinde tekrar yaşamak zorundasın.
Hayatı yaşamak demek, hayatla uyum sağlamak, insanlarla uyum sağlamak, insanlarla birarada olmak demektir. Yoksa kendini tecrit edip, bir köşeye çekilerek, “Ben insanların kirinden pasından kendimi arındırdım, kalbimi temizledim. Ruhum temizlendi, ben yüce bir yerle artık bağlantı halindeyim. aman bunu kaybetmeyeyim” tarzındaki hareketlerle hiçbir şey yapılamaz, hiçbir noktaya da varılamaz. Bu tamamen nefsani inceltilmiş nefsani, bir kabuklaşmadan ibarettir. Kabuk yer değiştirmiştir, şekil değiştirmiştir.
–0–
Birlik Şuur Alanı
Birlik şuuruna varılmakta herhangi bir şuurlu hareket yoktur. Ben birlik şuuruna varıyorum, birlik şuuruna varmak için şöyle olmak lazım demekle, bir olunuz demekle hiçbir şekilde birlik meydana gelmez. Bu kendiliğinden, hiçbir şeyin farkına varmadan olan bir husustur. Doğal bir hayat gibidir, birlik halinde yaşamak Kendini bir hissetmek, bir görmek, hiçbir zaman tefrike gitmemek, ayırmamak meselesidir.
Ülkemizde de özellikle kendilerini manevi hayata adamış olduklarını zanneden insanlar var, ama insanlar arasında ayrılık yaratmaktan başka da hiçbir marifetleri yok Bütün konuşmaları, bütün sözleri, bütün nasihatleri. bütün bilgileri insanlar arasında tefrika yaratmaktan ibaret, ayrılık yaratıyorlar. Birlik ruhuna katiyen yanaşmayan birtakım varlıklar biraradalar. Onların da devri geçecektir elbette. Geçmek üzere zaten, onun telaşı içinde oluyor bütün bu işler.
–0–
Gerilimler Zorunludur
Çünki dünyanın enerjileri yeni bir hız kazanmıştır. Bu durumu bazı insanlar fark etmektedir. Değişimin farkına varmak, kendi varlığımızda ve toplum hayatındaki hızlı değişimin meydana getirdiği gerilime dayanmak, yani güçlü titreşimlere tahammül etmek son hedefimiz ile ilgilidir. Birey, toplum ve insanlık olarak değişim etkilerine, titreşimlerine karşı. Bir esneklik sağlamak, yani tahammül göstererek uyum sağlamak için, önceden gerilime muhtacız. Gerilmeliyiz, bizim üzerimizde birtakım baskıların olması lazım. Hayat bizi birtakım şeylere zorlamalıdır. Geçim sıkıntısı çekmeliyiz, sel altında kalmalıyız, depremde bilmem ne olmalı, yangınlar olmalı ve oldu da. Kendi çoluğumuzdan çocuğumuzdan birtakım zorluklar görmeliyiz, aile bağlarımız şöyle olmalı vs. İşte bu gerilim, bu şekilde olaylarla meydana geliyor, biz bunu böyle görüyoruz. Yani herhangi bir yönetimsizlik, herhangi bir terslik değil, o varlık kendi ihtiyacına göre, yani germek ve gerilmek konusunda vazife edinmiş.
Biz nelere çok bağlıysak, hangi şeyler hususunda kabuklaşmışsak, nelere çok fazla kıymet vermişsek o noktadan bizim bir darbe yememiz gerekiyor. Paraya çok önem veriyorsak, avantaya çok önem veriyorsak, o noktadan devamlı bir şekilde bastırılıyoruz. Aynen bir yayın kafasına bastırır gibi; içeriye doğru itiliyoruz veya lastiğin iki el tarafından gerilmesi gibi. Sporcular kol kaslarını, omuz kaslarını geliştirmek için yay çekerler ve o yay adaleleri yorulduğu vakit giderek sertleşmeye başlar, mukavemeti giderek artar. Bu tarzda bizim de tahammül gücümüzün artması gerekir. Burada herhangi bir kaderiyecilik, herhangi bir başa ne gelirse çekicilik söz konusu değil; elimizden geldiği kadar, bu tahammül meselesini daha yumuşak bir şekilde esnemek suretiyle atlatabiliriz. Dirençlerimizi ortadan kaldırarak iradi bir şekilde, biz o olayların diline vakıf olarak, ne demek istediğini anlayarak o işi halletmemiz mümkündür.
–0–
Olayların Oluşundaki Asıl Unsurlar
Pek çok tabiat hadiseleri televizyonda gösteriliyor. Fransa’da şöyle oluyor, Almanya’da böyle oluyor, Çin’de oluyor, bizde oluyor, ormanlar yamyor vs. Bunları sadece böyle dikkatsizlikten doğan birtakım beşeri kusurlar tarzında ele alıyorlar. Tabiatın icabı, mevsim böyle gelmiş, çok yağmur yağmış, taşırmış kanalları, köprüyü yıktı, falan yeri aldı götürdü, bataklık oldu, çöktü otomobiller, insanlar kayboldu tarzında, üzerinde hiç durulmadan. Bu da olur, ellerne tarzında birtakım düşünceler içinde kalarak insanlar bunları savuşturmaya çalışıyor. Ama bu bir uyum meselesi değil, esneklik gösterme meselesi değil, tamamen bir anlayışsızlıktır. Bu olayların üzerinde ince ince analizler halinde durmak zarureti vardır.
Bunlardan alınabilecek çok büyük dersler ve bunların sonuçlarından elde edilebilecek çok önemli bilgiler vardır. Tabiat hadiseleri genellikle insanoğlunun elinde olmayan, insanoğlunun üstünde, hiyerarşik bir varlık sistemine ait birtakım çalışmalardan ibarettir. Bu çalışmaların amacı da gene insanların esnekliği öğrenmeleri. uyum sağlamalarım daha becerikli bir halde meydana getirmeleri için kendilerine verilen derslerdir. İsimlerine epröv diyoruz ama her epröv, açılmış bir ders sayfasıdır, bir kitap sayfasıdır. O kitap okunur ve o ders geçilir. Ama bunun imtihanı nasıl olacaktır, yani okunmuş olan bu sayfa, insanlar veya varlıklar tarafından nasıl anlaşılmıştır ve nasıl uygulanacaktır, bunu da görmek herhalde enteresan bir durum olur.
–0–
Esneklik Yasası
Esneklik yasasının özünü anlayabilmek için, kopma ve tahrip olmadan, sürekli denemeler yapmamız gerekir. Dünyaya geliş her türlü görünümüyle maddenin etkisine karşı tahammül gösterebilmek ve esneklik yasasını deneysel olarak öğrenmektir. Kainatın her türlü şartlarına ve yasalarına uyum sağlayıp ve onlardan yararlanarak bilgi ve görgüsünü çoğaltan ruh varlığının gelişimi bu yolla olmaktadır. Çeşitli hayatlar, çeşitli esneklik eğitim ve uygulamaları demektir.
Bu konu çok işlenmesi gereken, çok çeşitli, çok canlı örnekler verilmesi mümkün olan bir husustur. Her türlü baskıya karşı uyum gösterebilmeliyiz. Bütün aksilikler başımıza gelebilir. Evimizin içinde, yolda yürürken, hayatta her türlü şeyle karşılaşabiliriz. Çoğunlukla olay karşısında bir dirençsizlik haline düştükten sonra ona uyum sağlamaya çalışırız. Bir bakıyorsunuz bir hanımın göğsünde bir ağrı veya bir bey, midesinde garip bir ağrı hissetmeye başlıyor. Belli bir süre bunu geçiştirmeye çalışıyor. Ondan sonra doktora gidiyor. Esaslı bir muayeneden sonra diyorlar ki: “Sizde bir ur teşekkül etmek üzere veya etmiştir, kanserojen bir durum var.” Bu ilk darbedir insana.
Hayatta kalmak, ölüm korkusu, ölmek, şu olmak, bu olmak gibi maddeye olan bağlılıklarımızın artık yavaş yavaş ortadan kaybolduğunu görür gibi oluruz. Çünki kanser çıktığı zaman, “Eyvah, inşallah habis olmaz da selim bir kanser, iyi bir kanser olur, çoğalmaz. tedaviyle geçer de, büyümez. İşte çoluğum var, çocuğum var, büyüteceğim, daha oğlanı evlendirmedik, kızı gelin etmedik, bilmem şunu yapmadık, bunu yapmadık, hiç olmazsa bu vazifemi göreyim.” tarzında hemen bir telafi diyaloğu kurulur kendi içimizde. Birinci baskı bu, böyle geliyor. Fakat muayene sonunda “Tedaviye devam edilmesi gerekiyor.” deniyor. Başlıyor birtakım tedavi şekilleri, tıbbın öngördüğü, istediği haller. Bunların verdiği büyük sıkıntılara, dirençlere dayanmak gerekiyor. İşte esneklik meselesi. Sonunda bakıyorsunuz adamın saçları dôkiilüyor veya hanımsa iç organlarından bir kısmı veya göğsü alınıyor, midesinin yarısı kesiliyor, bu sefer ona uyum sağlamak zorundadır. Tek göğüsle, rahimsiz gezmeye veya midesinin yarısı olmayan veya belli gıdalarla beslerırnek zorunda olan veya belli şekillerde yaşamak zorundarolan bir insan tarzında geliyor. Veya biz bunu bir organ eksikliği tarzında görebiliriz. Ayak kesilmesi, kol kesilmesi, parmağın uçması vs. tarzında görebiliriz. O topallığa alışıyer ve uyumsağlıyor, hayatı hep böyle geçiyor. Demek ki esneklik yasasının ilkesi de uyumdur. Esnekliği kullanıyor, bu çok önemli bir nokta.
–0–
Duyguların Kontrolü
Temelde bilinmesi gereken de şudur: Gerilimi artıran esasında duygularımızdır. Yani işte orada rahatsızlıktan doğan heyecan hali, ölüm korkusu, kıymet verip bağlanmış olduğumuz maddi hareketler veya maddi fikirler, her ne olursa olsun artık peşine düşmeyeceğiniz, yapmayacağınız, kullanmayacağınız şeyin verdiği sıkıntılar, hepsi” bunlar duygusal olaylardır.
Duyguları kontrol etmek, esneklik demektir. Zemberek gibi boşalan ve tekrar kurulan duygular vardır. Zembereğin boşalmaması duyuların kontrolü ile mümkündür. Duyular yay gibidir. Yukarıdan ve aşağıdan gelen etkilerle körüklenirler. Duyularda esneklik elde edilmeden, doğru karar, doğru uyum elde edilemez. Bu da, pratik hayatımızda yapmamız gereken birşeydir. Herhangi bir şeye karar verdikten sonra o kararı tatbik edeceksek, yani uyum sağlayacaksak, muhakkak ve muhakkak duyularımızı çok iyi bir şekilde ölçüp biçmek ve kontrol etmek zorundayız. İşin içine duyular girdiği zaman iyi olmaz.
Duyuları kullanabilmek için her duyguyu tek başına gözleyebilmek, onu tecrit edebilmek gerekir. Esneklik elde ettikten sonra duyuların kontrolü mümkündür. Demek ki uyum sağlamadan evvel esneklik, duyuların kontrolü mekanizmasını kullanarak da bir ortak alan, uyum alanları meydana getirilmeye çalışılıyor. Esneklikle uyum meydana gelmesinden evvelortada bulunan bir tampon bölge var ki, işte bunu biz duyuların kontrolü meselesi olarak ele alıyoruz.
Maddi yüklerden kurtulmanın en kullanışlı yolu, esneklik kazanmaktır. Yüklerden teker teker kurtulmak gerekir. Yani tekrar enkarnasyona tabi tutulmamak, enkarnasyon yoluyla birtakım eprövler içerisinde kalmamak iradesi bizde var ise, bunu arzu ediyor, bunu istiyorsak, her şeyden evvel duyularımızı tam manasıyla kontrol etmek zorundayız.
Duyularımızı kontrol altına aldıktan sonra, esaslı ve kalıcı bir esneklik kazanmak, her şeye uyabilmek, intibak edebilmek, onunla bir olabilmek, ortaklaşa bir hale gelebilmek mümkündür. Aynen Anadolu’nun asırlardan beri yapmış olduğu bir dans çeşidi,halay çeker gibi, horon çeker gibi, kol kola, omuz omuza, birbirine bağlı olmuş varlıklar halinde uyum içinde. Kendi alanlarını diğer ferdi alanlarla birleştirebilecek, hiç olmazsa belli bir noktada bir araya gelebilecek durumu gösterebilmiş varlıklar gibi bizim de hayatın bütün eprövlerine karşı esneklik kazanmamız sonucunda, tekrar bu kaba maddeye enkarne olmamak, en azından dünya şeriati içerisindeki, dünya şartları, mekanı içerisindeki bu kabalığa maruz kalmamak imkanımız elimizdedir.
–0–
Temel İlkeler
Esnekliğin temel ilkeleri vardır. Mesela bunu şöylece size sıralayabiliriz: Esnekliğin temel ilkeleri arasında birincisi, olmadan olanı anlayabilmektir. Bu ancak esnemekle olur. Ağzımızı açarak değil, olaylara karşı kendi varlığımızın içerisinde bir yaylanma yapmak suretiyle, şuursal ve idrak bakımından bir yaylanma, bir yer değiştirme.
İkinci temel ilke, olmadan olana uyum sağlayabilmek. Her genç kızın rüyası evlenmektir. Evli olmadan sanki evlenmiş gibi, evliliğin sorumluluklarını, vecibelerini zihnen yaşaması, ona tam adapte olması, artık adeta o insanın evlenmeye hazır olması manasına gelir. “Daha hazır değilim” demek evlenmeye hazır değilim demektir. Demek ki mantalite olarak kendinizi uyumlandırmak zorundasınız. “Hele bir gidelim bakalım, uyum sağlarız.” O olmaz. Bir öğrencı için de, bir memur için de, askere gidecek olan genç bir delikanlı için de, ticarete başlayacak herhangi bir kimse için de önce zihinde, mantalitede bu uyumun sağlanması gerekir.
Üçüncü ilke de, önceden, sonrasının sonrasını hissetmek var, ki bu çok yüksek bir seviyede uyum sağlamak demektir. Artık orada çok ileri görüşlü manasının da üstünde olan bir durum. Hissetmek, yani sonsuzluk manasına getiriliyor. Şu olaylar olabilir, bu olaylar olduktan sonra şu şekilde bir durum çıkar. Bu durum şu, şu hususları doğurur, işte o hususlara ben şimdiden uyum sağlayayım, diye çok uzak bir plan yapılır, ki bu insanın yapacağı iş değil. Bunlar doğrudan doğruya yüce varlıkların ruhsal yönetimleriyle alakalı olan bir çalışma nizamıdır. Onlar beşeri sistem içerisinde, dünya içerisinde vazifelerini yürütürken önceden, sonranın sonrasını bilerek, anlayarak iş yaparlar. Bu yüzden hiçbir hata olmaz. Her şey ta başından kontrol edilmiştir ve her şey mükemmel bir şekilde yerine gelir.

Senede bir gün değil, hep kadınız

Her yıl 8 martta akıllara düşer kadınlar. Kocaman kocaman laflar edilir, devleti yönetenlerden, sanatçısına, öğretmenine, sokaktaki insanına kadar herkes hamasi laflar eder, bir gün sonra ettiği lafları unutur gider. 2002 den bu yana sistemli bir şekilde ötekileştirilmeye çalışılan kadınların, hayatın içinde aktif rol almaları istenmemekte. Taciz ve tecavüz durumlarında suçlu sadece kadın olarak gösteriliyor, hem de devletin yüce mahkemeleri, ilahiyat mezunu din bilginleri tarafından bile. Dekolte giyindin, saçın açık, boyandın, gece sokağa çıktın, bara gittin, içki içtin, sevgilin var e o zaman suçlusun, sorguya gerek yok, doğrudan infaz. Hükümetin yüksek kademesindekiler, kadına ikinci sınıf vatandaş olması yönünde tebliğlerde bulunup duruyor. Çocuk doğur, evinde otur, kocanın sözünü dinle, haklarından feragat et…. liste uzuyor gidiyor. Her gün 5 kadının öldürüldüğü ülkemde “Kadınkırım” hızla devam ediyor. Yaşam hakkı hepimizin en önemli anayasal hakkı olmaktan çoktan çıkarılmış durumda. 2002 yılında cinayetlerle katledilen kadınların sayısı 66 iken, 2007 yılında bu sayının katlanarak arttığını ve 1077’ye yükseldiğini görüyoruz. 2009 yılının ilk yedi ayında ise 953 kadın katledilmiş. 2010 yılında ise, 337 kadın en acımasız işkencelerle, kafaları baltayla, testereyle kesilerek, diri diri toprağa gömülerek,yakılarak, kurşunlanarak çok basit nedenlerle erkekler tarafından katledilmiş. Devlet ise dayak yediği, işkence gördüğü, ölümle tehtit edildiği için polise defalarca şikayette bulunan kadınları korumayarak kadın cinayetlerini meşrulaştırıyor. Erkek egemen sistem, son yılların en baskıcı ve kahredici günlerini yaşatıyor biz kadınlara. Meclisin yüzde 92si erkek, 275 koltukta kadın oturmadıkça da bu sorunlar çözülmeyecek. Nefret cinayeti, namus cinayeti, töre cinayeti … seç beğen al her model var. Kadınların artık bu konuda daha duyarlı ve aktif olmaları gerek. Güneydoğu’da yapılan bir araştırmada, araştırmaya katılan kadınların yüzde 46 sı erken yaşta zorla evlendirilmiş daha da acısı yüzde 20 si 12 yaşında bu küçük kadınların. Ülkenin yönetim kademesindekilerin, çeşitli yayın organlarında  kendi karılarını neredeyse çocuk yaşta aldıklarını gerine gerine anlatmaları ise durumu daha da vahimleştiriyor.
2010 yılında Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nce 24 bin 48 hane ziyareti ve 12 binden fazla kadınla yüz yüze görüşmelerle gerçekleştirilen bir araştırma sonucuna göre;
-Türkiye’de kadınların yüzde 41.9’u fiziksel ve cinsel şiddete uğruyor.
-Yüzde 49.9’la en fazla şiddete maruz kalan kadınlar ‘düşük gelir’ grubunda. Orta gelir durumunda bu oran yüzde 41.8, ‘yüksek gelir düzeyin’de de yüzde 28.7.
‘-Çalışan’ kadınların yüzde 44.1’i, çalışmayanların yüzde 41.1’i şiddet mağduru.
-Eğitimsiz kadınların yüzde 55.8’i, lise ve üzeri eğitim alan kadınların yüzde 27.2’si şiddet mağduru.
-En az bir kez gebe kalmış her 10 kadından biri gebeliği sırasında şiddet yaşıyor.
-Kadınların yüzde 57.6’sı, üç veya daha fazla kez yaralandığını söylüyor.
-Erkeklerin ‘işten çıkmaya neden olma veya çalışmaya engel olma’ oranı düşük gelir seviyesindeki kadınlarda yüzde 21.5 iken, yüksek gelir düzeyindeki kadınlarda neredeyse aynı: Yüzde 21.2.
-Yaşadığı şiddetini kimseye anlatmayan kadın oranı yüzde 48.5. Düşük gelir düzeyinde bu oran yüzde 54.1, yüksek gelir düzeyindeyse yüzde 37.5.
-Şiddet yaşamış kadınların yüzde 33.7’si ‘hayatına son vermeyi düşündüğünü’ söylüyor. Düşük ve yüksek gelir grubunda bu fikri aklından geçiren kadın oranı aynı, yani yüzde 34.6.
Şiddet görenlerin yüzde 12.4’ü intiharı denemiş. Düşük gelir düzeyinde bu oran 12.4 iken, yüksek gelir düzeyinde yüzde 11
Utanç verici rakamlar bunlar, yürek burkan rakamlar. Lafa gelince herkes coşuyor, ama eylem yok.
Bu yıl biraz çaba gösterelim, aktif olarak derneklerde görev alalım, yakın çevremizden başlayarak, “Kadına Şiddete Hayır” kampanyalarına destek verelim. Kız çocuklarının eğitimine gönül veren herkese yardım etmeye çalışalım. Cinsiyetinden dolayı doğduğu günden başlayarak horlanan, yaşam hakkı elinden alınan kadınlara yardım edenlere destek olalım.
Sadece bir gün değil, yaşadığımız her an kadın olma hakkının, ülkemizde yaşayan her kadına tanınması için elimizden ne geliyorsa yapalım.

Bir dervişin ardından…Victor Ananias

2002 de tanıdım Victor Ananias’ı. Buğday Derneği’nin Kemeraltı’ndaki merkezinde uzun saatler sohbet etmiştik. Danışmak ve öğrenmek istediğim konuların fevkinde bilgiler alıp, onun sayesinde başka bir dünyaya gözlerimi açmıştım o gün. Doğada kapladığımız yerin ne kadar önemli olduğunu, yaptığımız her şeyin doğanın dengesini bozduğunu onunla tanıştıktan sonra daha çok idrak etmiştim.      
Önceleri vaktim ve durumum uygun olduğundan Buğday yönetiminde birlikte görev yapmaya çalıştım. Derneği elimden geldiğince destekledim. Sonra aile büyüklerinin hastalıkları nedeniyle vakitsizlik ve tepetaklak olan mali durumum nedeniyle sadece gönüllü olarak yapılanları ileterek destek oldum. Öğleden sonra Buğday’dan gelen mesajı okuduğumda boğazıma kocaman bir yumru tıkandı, gözlerimden yaşlar boşaldı. İnanmak istemedim. Dünyanın önde gelen ekolojik ürün fuarlarından biri olan Biofach Amerika’yı düzenleyen New Hope Media tarafından, ekolojik yaşam ve tarım alanında dünyada geleceğin beş liderinden biri  olarak gösteriliyordu. Daha birkaç gün önce hepimize mesaj yazıp, 6 martta Ta-Tu-Ta  Çiftlikleri yararına maraton koşacağını ve hepimizden destek beklediğini yazmıştı. O hayat dolu, huzur veren, pırıl pırıl genç adamın öldüğüne inanmak çok zor. Şimdi bizlere düşen, onun başlattığı, uğruna yıllarını verdiği Ekolojik Yaşam ve Organik Tarım konularında daha çok destek olmak ve bildiklerimizi kitlelerin de bilmesini sağlamak. 2006 yılında yeni yıl yazısı olarak bizlere yolladığı bir mesajı sizlerle paylaşacağım. Ekledğim linklere de tıklayarak Victor’un ne kadar değerli bir insan olduğunu okuyabilirsiniz.
Victor’dan:
“Gündüzler uzuyor. Yine güneş yılında gündüzlerin uzayıp gecelerin kısaldığı döneme geldik. Hâlâ geceler oldukça uzun, hava soğuk, açısından dolayı güneş ışınlarını direkt olarak aldığımız saatler oldukça az yaza göre ama değişimin yönü yaza doğru.
Ekolojik, bütüncül felsefelerde konuşurken sıkça “an” dan, “an’ı yaşamak”tan bahsedilir, hep bilgeliğin “an”da olduğu söylenir. Doğruluğunu içimizde hissederiz genelde, doğrudur, daha önce yaşamış, yazmış, hizmet etmiş, paylaşmış bilge kişilerin de “an” da olma konusunda bir çok öğretileri vardır.
Birkaç gündür sabahları erkenden günü dinlemeye, anı yaşadığım bazı işler, pratikler yapmaya başlarken farkettim güneşin gittikçe daha erken doğduğunu, gecelerin kısaldığını. Aslında yazdığım gibi geceler hâlâ uzun, günlük fark ancak bir iki dakika. Normalde bu kadar küçük bir değişimi farketmeyebilir insan, herhangi bir soğuk, kısa kış günü olarak yaşayabiliriz haftalarca her günü. Öyle de oluyor zaten, birçok kez erguvanların tümü açınca, baharın büyük değişimi gerçekleşince farkına varabiliyoruz değişimin, ‘yaz geldi, günler uzadı’ diyoruz. Ya da ‘karpuz mevsimi geldi, karpuz çıktı’ diyoruz sanki o karpuz birden bire peydahlanmış gibi.
İnceleyerek; özen, dikkat, sevgi, çaba ve teslimiyet ile değişimi farkedebilir, içinde yer alabilir ve hatta etkileyebiliriz. An’da olmak aslında geçmişe ve geleceğe yolculuk etmeden her ikisini de farkederek her an, anın değişimi ile birlikte değişerek yaşamak.
Ustalık her anı yeniden, tek tek ama hepsi birbiriyle bağlantılı olarak hisedebilmek. Yön verebilmek için orada olmak lazım doğru, ama aynı zamanda nereden gelip nereye gittiğini, nereye doğru yönlendiğini de bilmek, hissetmek gerek.
Bu hafta bu köşedeki paylaşım felsefi bir yılbaşı yazısı oldu, gelecek haftalarda “değişim”in pratik örneklerini konuşarak devam edebilmek üzere,
An’ınız kutlu olsun ! “

Victor Ananias
Victor Ananias 1

Victor Ananias 2

Victor Ananias 3

Victor Ananias4


İnternet cebren kesilirse nasıl iletişimde olacağız

Son yıllarda sansürlenen siteler, keyfi uygulamalar ile yavaşlatılan erişimler derken, artık günün birinde internet erişimimiz isteğimiz dışında tamamen engellenirse neler yapabiliriz diye araştırmanın zamanı geldi. Kısa bir süre önce, Özgür Uçkan Üstadımın bir paylaşımında, Burak Arıkan Üstadımın yıllar önce Dugumkume.org da yazdığı yazıları okudum. Tekniğini anlamam zor, ama bu konulardan anlayanların bizlere kısa süreli eğitimler vermeleriyle çığ gibi büyürüz. Yazının yazıldığı dönemlerdeki askeri darbe endişesi, artık yerini; daha ürkütücü bir şekilde istibdat meraklılarının anlık müdaheleleri ihtimaline bırakıyor.. Mısır ve Libya örnekleri ortada. Dünyanın belirli bölgelerindeki dalgalanmalara bakarak, bir süre sonra egemen güçlerin internet erişimlerini sınırlayacağını düşünmek pek de komplo teorisi olmasa gerek. Bu konuda önerileriniz neler, ne şekilde ilerlemeliyiz sorularına cevaplarınızı bloga yorum gibi yazarsanız, hem iletişimde kalmış, hem de kısa sürede yol almış oluruz. Yorum olarak yayınlanmasını istemezseniz, minik bir not eklemeniz yeterli olur. Yazıya konu olan Düğümküme.com linklerini ve bir başka linki aşağıya ekledim, inceledikten sonra önerilerinizi bekliyorum.
Sevgi ve ışıkla kalın…

İpana Pro-Expert ile Galata’da keyifli saatler

19 şubat cumartesi Galata Building’de düzenlenen  İpana Pro Expert Blogger Etkinliğine katıldım. Öğle saati başlayan brunchlı etkinlikte,  dostlarla selamlaşıp, sevgili Maksut Aşkar ve ekibinin el emeği göz nuru hem leziz hem ilginç sunumlu ikramlarıyla ağzımızı  tadlandırıp, sunumun yapılacağı bölüme geçtik. P&G ürün müdürünün yaptığı kısa açılış konuşmasından sonra yine P&G den Profesyonel Akademik İlişkiler Müdürü Diş hekimi Merve Aksoy söz aldı ve ağız-diş sağlığında nelere dikkat etmemiz gerektiği konusunda bizleri bilgilendirdi.  

Sunum süresince öğrendiklerimiz arasında en iç acıtanı, Türk halkının haftada bir diş fırçalama oranı idi. Kişisel temizlik konusunda titiz bir toplum olmadığımız ortada ama haftada bir diş fırçalamak da iyice vahim. İzlediğimiz videolarda tanık olduklarımızdan sonra, sanırım salondakilerden her biri yakın çevresini diş bakımı konusunda taciz edercesine bilgilendirecektir. Açıkçası benim niyetim bu yönde. İlkokul yıllarında çene yapımdaki bozukluk nedeniyle ortodonti tedavisi gördüğüm sırada o zamanlar kullanılan yöntem ve malzemelerin sebep olduğu çürüklerin çok sıkıntısını yaşadım. Dişlerin önemini kaybettikten sonra değil, ağzımızda sağlamken hatırlayıp bakımlarını yapmak en iyisi. Zaten diş hekimleri de bu konuda hemfikirler.

Koruyucu ağız bakım ürünlerini tercih ederek ve düzenli dişhekimi kontrolü ile daha sağlıklı bir ağıza sahip olunabilir. Diş eti bakımına ve hassasiyetine yeni bir bakış getiren İpana Pro-Expert; bakteriyostatik etkisiyle plağı azaltma, diş etlerimizi koruma ve hassasiyet oluşumunu önlemeye yardımcı bir ürün. Ipana Pro-Expert fırçalamayı izleyen 12 saat içinde plak bakterilerini %33 e kadar azaltabiliyor. 6 ay içerisinde diş eti enflamasyonunda %21 e kadar azalma sağlıyor. Diş eti kanamalarında ise %57 ye kadar azalma, hassasiyet oluşumunda da %44 e varan azalma görülüyor. İki güçlü içeriğin yani kalay florür ve sodyumheksametafosfatın aynı anda kullanıldığı ilk diş bakım ürünü olan İpana Pro-Expert;  leke oluşunda 2 haftalık kullanımda %96 ya varan oranda azalma sağlıyor.    

Merve Aksoy’dan sonra söz alan Estetik Dişhekimliği Akademisi Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Diş hekimi Ayşegül Demirağ da koruyucu ürünler ve diş hekimleri ile işbirlikleri sonucu artık estetik diş hekimliğinin öne çıkmaya başladığını anlattı. Dişlerimizi günde 2 kez fırçalamanın yeterli olacağını, fazlasının diş minelerine zarar verebileceğini belirtti. Gün içerisinde ağzımızın tazelenmesi için gargara ürünlerinin kullanılmasını önerdi. Tabii bütün bu konuşmalar ve ekrandaki videolar sırasında, sevgili Maksut Aşkar’ın birbirinden leziz, ilginç sunumlu pekmez ve soyalı çıtır somonları, füme etli kişniş kremalı profiterol topları, diş fırçaları üzerine sıkılarak yenilen levrek mousseları ve peanut butter brownieleri de damağımızı şenlendirdi. Sunum bitiminde katılan bütün konuklara Oral-B Triumph kablosuz diş fırçası seti ve İpana Pro-Expert için hazırlanmış özel set armağan edildi.

Bir başka sürpriz de tanıtımın yapıldığı Building ekibinin armağanı olan hediye çekleriydi. Aynı gün bir başka etkinliğe daha katılacağımdan her biri farklı desinger imzalı güzel giysilerle ilgilenmeyi daha sonraki bir tarihe bırakıp çıkarken, diğer hanımlar raflardaki ürünler ve askılardaki giysileri denemeye başlamışlardı bile. Bu keyifli daveti düzenleyen, bizleri ağırlayan, sunumlarıyla bilgilendiren ve birbirinden keyifli armağanlarla evlerimize uğurlayan İpana Pro-Expert yetkililerine, Maksut Aşkar ve ekibine, Buildings çalışanlarına ve tabii e postayla daveti yapan ekip adına, sevgili  Göksel Köse’ye çok teşekkür ederim.


Canlı olma armağanı… Osho’dan

Herkes seni geliştirmek için, *seni daha iyi yapmak için* çalışıyordu.
Herkes insanın başına gelmesi mümkün olan defoları, hataları, yanlışlıkları, zayıflıkları, kırılganlıkları işaret ediyordu.
Hiç kimse senin güzelliğini vurgulamadı, hiç kimse senin zekanı vurgulamadı, hiç kimse senin görkemini vurgulamadı.
Sadece canlı olmak öylesine büyük bir armağandır ki, ancak hiç kimse hiçbir zaman sana varoluşa müteşekkir olmanı söylemedi.
Tam aksine herkes homurdanıyor, şikayet ediyordu.
Doğal olarak hayatının en başından beri seni çevreleyen her şey, olman gereken şey olmadığını sürekli işaret ederse, olman gereken ve izlemen gereken büyük idealler vermeye devam ederse…
Senin oluşun asla onurlandırılmaz.
Senin geleceğin onurlandırılır; şayet güçlü, saygın, zengin, entelektüel; sıradan birisi değil, bir şekilde meşhur birisi olabilirsen.
Sana karşı olan sürekli koşullanma sende,
“Olduğum halimle bir şey eksik. Başka bir yerde olmalıyım, burada değil.
Olmam gereken yer burası değil; daha yüksek, daha güçlü, daha baskın, daha saygın, daha çok tanınan bir yerde olmalıyım,” düşüncesini yarattı.
*Senin başın, senin zihnin;* onların senin nasıl olman hakkındaki düşünceleri doğrultusunda, pek çok şekilde *pek çok insan tarafından dönüştürüldü.
*Kötü bir niyet yoktu. Anne baban seni sevdi, öğretmenlerin seni sevdi, toplumun senin birisi olmanı istedi.
Onların niyetleri iyiydi ancak, onların anlayışları çok sınırlıydı.
Onlar bir gülü, bir marigold yapmayı ve bunun tersini başaramayacaklarını unuttular.
*Yapabileceğin tek şey güllerin daha büyük, daha renkli, daha hoş kokulu olmasına yardım etmektir.*
Rengi ve hoş kokuyu oluşturacak tüm elementleri – ihtiyaç duyulan gübreyi, doğru toprağı, doğru zamanda doğru sulamayı – verebilirsin ama gül goncalarının nilüfer üretmesini sağlayamazsın.
*Ve şayet sen gül goncalarına,* “nilüfer üretmek zorundasın” fikrini vermeye
başlarsan – elbette ki nilüferler güzel ve büyüktürler – yanlış bir koşullanma veriyorsun.
Bu gonca, sadece *hiçbir zaman nilüfer üretememekle kalmayacak*;
onun tüm enerjisi yanlış bir yola yönlendirileceği için gül bile üretemeyecek çünkü *gül üretecek enerjiyi nereden bulacak*?
Ve onun nilüfer, gül üretmeyeceği meydana çıktığında elbette zavallı gonca
kendisini devamlı boş, engellenmiş, çıplak, değersiz hissedecektir.
İnsanların başına gelen şey budur.
Hep iyi niyetlerle insanlar senin zihnini çeliyor.
Daha iyi bir toplumda, daha çok anlayış sahibi insanlarla hiç kimse seni değiştirmeye çalışmayacak.
Herkes senin kendin olmana yardım edecek*; ve kendin olmak dünyadaki en zengin şeydir.*
*Kendin olmak;* hayatını anlamlı, önemli yapacak her şeyi, doymuş hissetmek için ihtiyacın olan her şeyi sana verir.
Sadece kendin olmak ve doğana uygun şekilde gelişmek hayatını doygunluğa eriştirir.
Gerçek zenginlik budur.
Gerçek güç budur.
*Herkes kendisi olarak gelişirse*
*bütün yeryüzünün* muazzam dayanıklılıkta, zekada ve eve dönmüş olmanın verdiği bir tamamlanmışlık halinde, bir coşku sahibi olan güçlü insanlarla dolu olduğunu göreceksin.
OSHO

Sayfalar:1...16171819202122...28