Martı dergisi ocak sayısı yazım
Söyleşi: Didem Altınbaşak Tulgan
Aralık ayı etkinlikleri
Pozitiflenin, yeniden doğun…
Beyin öyle bir güçtür ki..
Martı’nın kanadından sanal dünyaya
Geçen ay sevgili dost Yasemin Sungur‘dan aldığım bir mesajla yüzüme kocaman bir gülümseme yerleşti. Dijital ortamda yayınlamayı planladıkları dergide benim de konuk yazar olmamı istemişti. İlk yazımı heyecanla yazdım ve yolladım. İlk sayıyı gördüğümde ne kadar mutlu olduğumu tahmin bile edemezsiniz. Çok severek okuduğum usta yazarlarla aynı sayıda yer almak gurur vericiydi.
Aşağıya eklediğim yazı, Martı dergisinin ilk sayısındadır, yazının orijinaline ve dergiye ulaşmak için buraya tıklayınız.
Merhaba Dostlar;
Sizlere bu keyifli dergi aracılığıyla seslenmek heyecan verici. Bu köşede; oradan, buradan, hayatın tam içinden konulardan söz etmeye çalışacağım. İlk yazımın konusu neredeyse her gün gazetelerde, TV lerde üzerine konuşulan, ne olduğunu bilenlerin keyfini sürdüğü, bilemeyenlerin öcü gördüğü Sanal Alem. 2003 yılından bu yana çeşitli platformlarda aktif olarak sanal alemin içindeyim. Sanal sanal diyerek çoğu kişi tarafından aşağılanmaya çalışılıp, yok sayılan bu dünya, aslında o kadar gerçek ki. Geçtiğimiz günlerde bunu bir kez daha anlamamı sağlayan iki olay yaşadım. İlki; tek yönlü bir caddede, karşıdan karşıya geçerken ters yönde geri geri gelip bana çarpan taksi olayını yazmamdan hemen sonraydı. Aralıksız çalan telefonlarım, ardı kesilmeyen mesaj ve anlık iletilerle geçmiş olsun dilekleri ve yardımıma gelmek isteyenlerle doluydu çevrem. Kardeşlerimin ve oğlumun bile haberi yokken, onlar hemen harekete geçivermişlerdi.
Diğeri ise; arkadaşımız Davut Topcan’ın yatmakta olduğu hastanede ağırlaşması sırasında ve vefatı sonrası yaşananlardı. Hastanede anne ve babasına destek olup, yanı başlarında bekleyenler, vefat sonrası cenaze arabasıyla Manisa’ya gidenler, anne ve babasına refakat ederek Manisa’ya ulaşmalarını sağlayan arkadaşlarımızın hemen hepsi Friendfeed platformu sayesinde tanıdığımız kişilerdi. Bazıları ile yüzyüze görüşmeden kaynaşıp, dost olmuştuk. Sevinçlerimizi, hüzünlerimizi de ilgi alanlarımızdakileri paylaşır gibi rahatça paylaştık.
Sanal sanılan dünyanın, gerçeğinden çok da farkı yok bana göre. Kim isem, o olarak sürüyor hayatım sanal alemde de. Google indeksler de işimden olurum diyerek takma isim kullanan dostların da çoğu, kendileri gibi davranıyor. Tabii sanal ortamlarda da, gerçek hayatta olduğu gibi duygu dünyası karışmış, sevgisiz ortamlarda büyümüş, kalbi taş kesmiş insanlar var. Onlar için üzülmekten başka yapılacak şey yok, yaptıkları saçmalıklar, yalnızlıklarını daha da derinleştirmekten başka işe yaramıyor. Yaşanması git gide zorlaşan şu kocamış dünyada, birlikte keyifle vakit geçireceğimiz, neşeyle kahkahalar atabileceğimiz yeni dostlar edinmenin en kolay yollarından biri, sanal alemde ortak ilgi alanları olanlarla bir araya gelmek. Bildiklerimizi, bulduklarımızı, hayat tecrübelerimizi paylaşarak, zaman zaman toplanıp yüzyüze sohbetler ederek daha da çeşitlenip zenginleşebiliriz. Ekranlarda beliren bir makarna reklamında dedikleri gibi “Arkadaşlar kendi seçtiğimiz kardeşlerimizdir.”
Sanal Alemde tanıdığım arkadaşlarım ve dostlarımın çoğu; aynı ilgi alanlarını paylaştığım, benzer hayallerimiz olan, birbirine yakın iş geçmişine sahip olanlar. Tabii bir de bana yeni ufuklar açan, farklı düşünceleri, görüşleri anlamaya çalışmamı sağlayan, bakış açımı genişletmeme yardımcı olan yeni dostlar da var. Hayat felsefelerimiz, düşünce yapılarımız çok farklı belki ama bizleri ortak paydada birleştiren sanal dünya oldu.
Siz bakmayın gazetelerde, televizyonlarda veryansın ettiklerine, işlerine gelmiyor çoğunun yeni medya düzeni. İçeriği “ne versem okur, ne yapsam izler” mantığından çıkarmak zorunda kalacaklarının ayırdına vardılar, korkuyorlar. Bilgiye anında ve çeşit çeşit adreslerden ulaşan milyonlarca hedefin onları tatlı kazançlarından edeceğinden korkuyorlar. Okur sayıları hızla azalan tek tip gazete ve dergicilik anlayışı, ucuz ve ilkesiz yayıncılık mantığı hızla toparlanıp kendine çeki düzen vermek zorunda kalacağı için endişeli.
Bir sonraki yazıda daha eğlenceli konularda söyleşebilmek dileğiyle hepinize iyi günler diliyorum. 2011 yılı hepinize, huzur, sağlık, mutluluk ve bereket getirsin.
Sevgi ve ışıkla kalın…
Kader değiştirilebilir mi?
Bu cümlenin sorulduğu mesajı aldığımda “değiştirilebilir” diye düşündüm, hemen verilen linke tıkladım ve seçimimi işaretledim. Benim gibi düşünen pek çok insan, sadece işaretlemekle kalmamış, yaşadıklarından örnekler de vermişlerdi. Karşıt düşüncede olanlar da kendi deneyimlerini ve fikirlerini paylaşmışlardı, onları okumak yerine olumlu düşünceleri olanları okumayı tercih ettim.
Bu ilginç çalışma; Fikri Mühim ekibinin, Çağan Irmak’ın 19 kasım tarihinde gösterime girecek olan “Prensesin Uykusu” adlı yeni filmi için hazırladıkladıkları bir “ağızdan ağıza pazarlama” kampanyasıydı. Bir filmin vizyona girmesi öncesinde uygulanan ve katılımın rekor seviyede olduğu böyle keyifli bir çalışma için Renan Tavukçuoğlu şahsında bütün Fikri Mühim ekibini kutluyorum.
Dün öğle saatinde de filmin öngösterimi vardı. Değerli eleştirmen Attila Dorsay ve Çağan Irmak’ı bir köşede sohbet ederlerken görünce, kendilerinden izin alarak fotoğraflarını çekiverdim.
Büyük bir keyifle izledim filmi; konusu, oyunculuklar, Redd grubunun müzikleri bir bütün olup sarıp sarmalayıverdi beni. Film süresince Aziz ve Neşet karakterlerinin başına gelenlere kahkahalarla gülerken, aynı anda gözlerimden süzülen yaşlara da engel olamadım. Sizleri bilemem ama, sinema benim için eğlence demek. İzlediğim film; içimi daraltıp, ensemi karartıp, süngümü düşürmemeli. İzledikten sonra umut dolmalı içim, “evet ya, hayat güzel işte” demeliyim. Paramın karşılığı olmasından çok daha öte birşey, dört elle hayata tutunma duygusu vermeli..
Prensesin Uykusu‘ndan çıktığımda, tam da bu hisler içindeydim. Gösterime girdiğinde ıskalamamanız gereken bir film yapmış Çağan Irmak ve bütün ekip. Aziz, Neşet, Kahraman Amca, Hacer Ana karakterlerini saygıyla selamlıyorum, müthiş performansları için. Kadrodaki herkes harika, ama bu dört kişinin yeri ayrı. Işıl Yücesoy’un sedye ile hastaneye getirildiği kısacık sahnedeki bakışı da ödüllük bir bakıştı. Daha fazla söz edip, uyanınca okunması gereken bir masal olan bu filmin keyfini bozmak istemem.
Son olarak söylemek istediğim şey ise, Aziz’in deftere yazdığı paragrafın ders gibi okunması arada sırada.
“Kader değiştirilemez, değiştirilirse kader olmaz diyenler var. Olmasın varsın. Hiç bir şeyin değiştirilmeyeceği bir dünyada yaşamak ne umutsuzca olurdu öyle değil mi? Başına gelmiş kötü bir olay, öyle bir gün gelir ki olması gerektiği için olmuş ve daha iyi bir şeye neden yaratmıştır. Bilemezsin.”
Kahramanım Davut Topcan’a…
Bir rastlantıyla bulmuştum blog yazılarını, kimbilir ne ararken, yine oradan oraya atlayıp zıplarken, satırları beni ekran karşısına çakıvermişti. Bir nefeste beş altı blog yazısını okuyup, kahraman ilan etmiştim onu. Friendfeed’de, Twitter’da yazılarını paylaşıp, daha çok kişinin ondan feyz almasını sağlamaya çalışmıştım. Bir süre sonra bloguna gelen ziyaretçiler üzerinden durumu fark edip Friendfeed’de boy göstermişti.
İlk katıldığı Likemind bugün gibi aklımda; hastalığın izlerini, gözlerindeki hayat ışığı ve coşkusuyla yok eden enerjisine, onunla tanışan herkes hayran kalmıştı. Ekstrem sporlara tutkun, demir at hayranı, hızlı sürücü ve daha çokça kelime ile tanımlamak mümkündü onu.
Sık sık görüşüp, kafasındaki projeleri konuştuk, güldük eğlendik. “Kanser hastalarını hastalıktan önce etraflarındaki umutsuzluk havası öldürüyor abla, kendilerini o kadar yalnız hissediyorlar ki” demişti.
Bu konuda yapmak istediklerine bir an önce başlamak, onlarca hastaya umut olmak istemişti. “Herşeye rağmen yalnız değiller”, “Dancer of Cancer” isimli iki zorlu projeyi hayata geçirdi kısa sürede.
Ona destek olan firmalar ve dostlarıyla, Türkiye’yi dolaşıp kanser hastalarına umut vermeye, onlara bu zorlu mücadelelerinde yalnız olmadıklarını anlatmaya başlamıştı. Dans projesi de işin bir başka ayağı idi. Hastalığa yakalanan ve tedavi olanların hayat kalitesini yükseltmek ve sosyal hayatta daha kolay yer almalarını, gelecek günlere daha umutla bakmalarını sağlamak istiyordu. Gezdiği yerlerden, tanıştığı hastalardan haberleri ve videoları paylaşıyordu bizlerle. Yol hikayeleri de ayrı eğlenceliydi.
Bir süre sonra menhus illet yine yakasına yapıştı, tekrar kemoterapi almaya başladı. Tedavi süresince de çalışıp, paylaşmaya devam etti. Blogu, projeleri, işi, dans aktiviteleri vs derken günler geçip gidiyordu. Kemoterapi bitince yine yollara düştü, yine umut olmaya çalıştı birilerine. Bütün bunları yaparken aslında sağlık sorunu olmayan birçok insana da örnek oluyordu. Hatta arada sırada rastladığım, genç ve sağlıklı arkadaşların yazdığı “ay çok sıkıldım, öf çok daraldım” minvalli feedlere onu örnek gösteriyordum. Hastalığı ilerlemeye başladığında, tedavisine ailesinin yanında devam etmek istedi ve Manisa’ya taşındılar. Oradan da yazıyor ve bizleri bilgilendirmeye devam ediyordu.
29 ağustos günü yazdığı yazıyla hastalığın başka yerlere de sıçradığını öğrenmiştik. Umutlar tükenmiyordu, hep birlikte bir mucize beklemye başlamıştık. İstanbul’a gelip tekrar hastaneye yattığında ziyaretine gittim. Epey zayıflamıştı ama şakalarımıza gülüp, hınzır cevaplar vermeye devam ediyordu. Bizlerden kitabı ile ilgili destek istemişti. Arkadaşlarımız hemen organize oldular ve araştırmalara başladılar. Onunla hayatında bir kez bile karşılaşmamış bir dost yazıların düzeltmenliğini üstlendi, bir bölümü matbaa araştırmalarını, sevgili dost Burak Dönertaş’ta kapak çalışmalarını. Matbaa aşaması pek çetrefilli olduğundan onun hemen görebilmesi için taslak kitap hazırlanıp bastırıldı, emeği geçen bütün arkadaşlara teşekkürler.
Kitabı aldığında ne kadar mutlu olduğunu bizlere çektikleri video ile görüntülediler. Ziyaretine gittiğimde sohbet ediyor, şakalaşıyordu. Gözlerinde umut vardı.
Sonra bir gün, yeni bir mesaj yazdı “kan gerektiği ile ilgili” hemen herkes tanısın tanımasın onun için seferber oldu. Toparlanıp hastaneye gittiğimde o coşkulu, heyecanlı genç adam yoktu artık. Gözlerindeki umut ışığı sönmüş, yerine bitkin bir bakış gelmişti. Yine de bana gülümsemeye çalıştı, fazla konuşamadık, çünkü ağrıları için verilen morfin nedeniyle uyukluyordu. Anneciği yine umutla; iyileşeceğini, Manisa’ya gideceklerini, hatta beni de keyifle ağırlayacaklarını anlatıyordu. Havanın kararmasını bahane edip, müsaade istedim ayrıldım yanlarından.
Onun için hala bir mucize umudumuzu yitirmemeye çalışıyoruz dostlarla, gelen haberler umut kırıcı olsa da, mucizelerin sadece filmlerde ve masallarda olmamasını diliyoruz.
Haydi bre çılgın çocuk, haydi bre David Paşa; bir gayret daha, kafa tut şu menhus illete yine, yenersin onu, çeker gider bedeninden, daha önce başardın, yine yapabilirsin.
Ama yetmedi dualarımız, dileklerimiz, Davut bu kez savaşı kazanamadı, akşam saatlerinde kaybettik. Ruhu huzur bulur umarım. Ailesinin ve dostlarının başı sağolsun.
Sevgi… Osho’dan
(Kitaptan alıntıdır)
İlk ve öncelikli şey kendine karşı sevecen olmaktır.
Katı olma; yumuşak ol.
Kendine özen göster.
Kendini affetmeyi öğren. Yeniden ve yeniden ve yeniden ve yeniden … yetmiş
yedi kere , yediyüz yetmiş yedi kere..
Kendini affetmeyi öğren. Sert olma, kendine karşı çatışmacı olma.
O zaman çiçek açacaksın.
Ve bu çiçek açma sayesinde başka bazı çiçekleri cezb edeceksin.
Bu doğaldır.
Taşlar taşları çeker; Çiçekler çiçekleri çeker.
Ve o zaman zarafeti olan, güzelliği olan, rahmeti olan bir ilişki vardır.
Ve öyle bir ilişki bulabilirsen ilişkin ibadete dönüşecek,
sevgin seni kendinden geçirecek
ve sevgi aracılığıyla Tanrı’ nın ne olduğunu bileceksin…
. . .
Bir kez varlığının en derinine indiğinde gözlerine inanamazsın:
O kadar çok coşku, o kadar çok mutluluk, o kadar çok sevgi taşıyordun…
ve sen kendi hazinelerinden kaçıyordun.
Bu hazineleri ve onların tükenmezliğini bilerek, ilişkilerin içine,
yaratıcılığın içine girebilirsin.
İnsanlarla, sevgini paylaşarak onlara yardımcı olacaksın.
Sevginle insanlara değer katacaksın; onların saygınlığını yok
etmeyeceksin.
Ve hiçbir çaba sarfetmeden onların da kendi hazinelerini bulabilmeleri için
bir kaynağa dönüşeceksin.
Ne yaparsan yap, ne üretirsen üret, mümkün olan her şeyin içine
sessizliğini, huzurunu yayacaksın.
Ancak bu temel şey hiçbir ailede, hiçbir toplumda, hiçbir üniversitede
öğretilmez.
İnsanlar azap içinde yaşamaya devam eder ve kanıksanır.
Herkes mutsuzdur, o yüzden sen de mutsuzsan hiçbirşey olmaz; sen bir
istisna olmazsın.
Fakat ben sana diyorum ki;
Sen bir istisna olabilirsin.
Sadece doğru yönde çaba sarf etmemiş durumdasın..
Osho
Yiyin efendiler, yiyin; patlayıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin!
Aşağıdaki satırları ve şiiri okuyunca, yaşananlar hiç yabancı gelmedi, sizlerle paylaşmak istedim.
“İhtikar, vurgun, hırsızlık, suiistimal gittikçe yayılmıştı. Toplum inim inim inlerken, çalıp çırpıp çeşitli vurgunlarla zengin olanlar, devletin imkanlarını suistimal edenler çoğaldıkça çoğalıyordu. Tevfik Fikret’in ifadesiyle, devletin ve milletin her şeyi yağmalanıyordu. Zavallı Rübab-ı Şikeste şairi şaşkınlık, hiddet ve nefret içindeydi. Eline kalemini aldı ve çok kısa bir süre içinde ülkeyi ve milleti perişan bir hale getiren İttihat ve Terakki yöneticilerine, soyguncu ve vurgunculara karşı ‘Yağma Sofrası’ anlamına gelen, meşhur Han-ı Yağma adlı şiirini yazdı.”
Han-ı Yağma (Tevfik Fikret)
Bu sofracık, efendiler, ki -iltikama muntazır
Huzurunuzda titriyor- şu milletin hayatıdır;
Şu milletin ki muztarib, şu milletin ki muhtazır,
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun, hapır hapır.
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler! Pek açsınız, bu çehrenizde bellidir;
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı, kim bilir?
Şu nadi-i niam, bakın, kudumunuzla müftahir,
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hakk da elde bir!
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı zi-safa sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Bütün bu nazlı beylerin, ne varsa ortalıkta say:
Haseb, neseb, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı, yok zarar,
Gurur-ı ihtişamı var, sürür-ı intikamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar;
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar.
Yiyin efendiler, yiyin, bu han-ı can-feza sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Verir zavallı memleket, verir ne varsa; malını
Vücüdunu, hayatını, ümidini, hayalini;
Bütün ferag-ı halini, olanca şevk-ı balini
Hemen yutun, düşünmeyin haramını, helalini.
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın gider ayak:
Yarın bakarsınız söner, bugün çıtırdayan ocak;
Bugünkü miğdeler kavi bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı pür-neva sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!…